- 1366 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
ALİ OSMAN’DAN ÂL-İ OSMANA -32 -
1736 - 1740 yılları arası Dünya’da Türk’ün zafer yıllarıydı. Batıda Osmanlı Devleti I. Mahmutla birlikte zaferden zafere koşarken doğuda İran Şahı Nadir de II. İskender olma yolunda dev adımlar atmaktaydı. Bu iki büyük Türk hükümdarı arasında ise 1736 da bir barış antlaşması yapılarak savaşlara son verilmiş olmakla birlikte Nadir Şah için -daha doğrusu onun Türk birliğinin tesisi için- ön şart gördüğü husus henüz netliğe kavuşmamıştı.
Nadir şah 1736 da Osmanlı Padişahı I. Mahmut’un huzuruna çıkan elçileri vasıtasıyla kesin ve kalıcı barış için beş şart ileri sürmüştü 1- İranlılar Şii akidesini terk ederek Ehl-i Sünnetten olmakla bu yeni mezhebin (Caferilik) Ehl-i Sünnetin beşinci rüknü olarak Osmanlı Hükümeti’nce kabulü 2- Bu yeni mezhebe Mekke’de beşinci bir rükn olarak diğer dört mezhep yanında yer verilmesi 3- Her sene İranlı bir Emirü’l-Haccın İran hacılarına rehber olmasının kabulü 4- Tarafların elinde bulunan esirlerin mübadele olunup, alınıp satılmalarının men’i 5- İki hükümetin karşılıklı şehbender (konsolos) teatisi
Osmanlı Devleti ise bu isteklere verdiği cevabında üç, dört ve beşinci maddelere ‘’evet ‘’ demekle birlikte birinci madde için ‘’ Caferilik İran’ın bir meselesidir. Biz bundan rahatsız değiliz’’ diyerek kaçamak bir cevap , ikinci madde için ise kesin olarak ‘’Ret cevabı veriyordu. ‘’Hayır Caferiler için Mekke’de bir rükn ( ibadet yeri,dayanak ) verilemezdi’’
Ekim 1736da Nadir Şah’ın elçileriyle beraber yola çıkan Osmanlı elçilik heyeti Bağdat üzerinden Isfahan’a vardılar. Fakat Nadir Şah’ı Isfahan’da bulamadılar. Zira O, bu sırada ülkenin doğusunda Kandahar’ı kuşatmaktaydı.
Kandahar’ı ele geçiren Nadir Şah bu şehrin yakınlarında Nadirabad adını verdiği yeni bir şehir kurdururken Osmanlı Elçilerinin de bu şehre getirilmesini istedi.
Osmanlı Elçileri Yezd, Kirman ve Sistan yolunu takip ederek ancak Mayıs 1738 de bu şehre ulaştılar ve Nadirabad’da Padişah I. Mahmut tarafından gönderilen Name-iHümayun ile mükemmel atlar, saatler, kitaplar ve diğer eşyalardan meydana gelen hediyeleri Nadir Şah’a takdim ettiler. Daha önce kendisinin on adet fil ile gönderdiği muhteşem hediyeler karşılığında Osmanlı Padişahından gelen mükemmel atlar, saatler, kitaplar ve diğer eşyalardan meydana gelen hediyelere çok memnun olmakla birlikte Padişahın Name-i Hümayun’un içeriği Şahı pek memnun etmedi tabii ki.
Buna rağmen Nadir Şah, Hindistan seferine çıkmaya hazırlandığı için şimdilik Osmanlı Devleti ile savaşı istemediğinden, Caferi mezhebinin beşinci mezhep olarak kabulü ve Kabe’de “rükn” verilmesi maddelerinin iki devlet arasındaki antlaşmanın en mühim esaslarından olduğunu belirterek bu maddelerin tekrar görüşülmesi için Luristan beylerbeyisi Ali Merdan Han, Herat müftüsü Molla Muhammed Muhsin ve Kuruyan Hakimi Oğuz Ali Han’ı, Nadir Şah ile görüşmelerini tamamlayarak İstanbul’a dönmeye hazırlanan Osmanlı elçileriyle birlikte İstanbul’a gönderdi. Ayrıca bu esnada devam eden Osmanlı-Rus savaşının sona ermesi konusunda da arabuluculuk yapmak isteyerek barış için Rus Çarına bir elçi gönderdi.
Osmanlı Devleti’nin Rusya ile savaşa başlaması Nadir Şah’ı hem Osmanlı hem de Rus tehlikesinden azat ettiği için o tamamen doğuya yöneldi..Kandahar’dan sonra.Çevredeki Beluçistan, Zemindaver ve Belh bölgelerini de ele geçirerek Buhara’ya da hakimiyetini kabul ettirdi.. Daha sonra Gazne ve Kabil’i fethetti. Celalabad ve Peşaver’den sonra Lahor kenti de Nadir Şah’ın eline geçti. Lahor’dan Hindistan Babürlü hükümdarı Muhammed Şah’a bir mektup göndererek kendisinin de bir Türkmen olduğunu, savaşmadan egemenliğini tanıması halinde canının bağışlanacağı gibi bir vali olarak eyaletlerden birinin başına getirilebileceğini söyledi. O da biliyordu ki Muhammed Şah bu teklifi kabul etmeyecekti. Hangi Türk- Karşısındaki de bir Türk olsa bile- böyle bir teklifi kabul etmişti ki bu güne kadar? Mesela Yıldırım Bayezıt…Timur’un teklifini kabul etmiş miydi ki Timur soyundan olan Muhammed Şah da onun teklifini kabul etsin.
1739 da İki Türk Devleti arasında tarihin kim bilir kaçıncı savaşı yapıldı…Dandanakan gibi, Ankara Savaşı gibi 1739daki Karnal Savaşı da iki Türk Devletinin savaşıydı ve savaşın muzaffer komutanı Nadir Şah’tı.
Hindistan’ın Merkezi olan Delhi’ye giren Nadir Şah burada 10 Mart 1739 da adına hutbe okutup para bastırdı. [ Bir hükümdarın adına hutbe okutup para bastırması hakimiyet alametlerindendir ] Onun adı artık hutbelerde ‘’ Hindistan Padişahı ‘’ olarak anılmaya başlandı. Osmanlı, Rus ve Afganlılarla yapılan savaşlar dolayısıyla boşalan hazine, alınan ganimetlerle tıka basa doldu.
Hindistan seferi sırasında Keşmir ve Tibet sınırından Sind ırmağına kadar olan Bütün Hindistan topraklarını ele geçiren Nadir Şah daha sonra Afganistan, Buhara ve Hive bölgelerini ele geçirdi. Hindistan seferi dönüşünde Harzem bölgesini de egemenliği altına alan Nadir Şah 1740da başkentini Isfehan’dan Meşhed’e taşıdı. Batılı tarihçilerden Sir Percy Sykes’in deyimiyle “Büyük Avşar” başarılı Hindistan seferiyle Hindistan’ın efsanevi zenginliklerini elde etmesi yanında cihangirlik arzusunu da gerçekleştirmiş; kendisinden önceki Cengiz, Timur gibi Asya’nın büyük cihangirleri arasına katılmıştı. Kendisini Timur gibi görmeye başlamıştı çoktan..Hatta Timur da ne ki O cihanın en büyük hükümdarı İskender olmuştu. Ah bir de şu Osmanoğulları olmasaydı.
Hindistan Seferi başarıları Nadir Şah’ın hem kendine olan güvenini daha da arttırmış, hem de nefsini kabartmıştı. Türk Dünyası iki ayrı başı taşıyamazdı…Taşımamalıydı. Hele de bu başlardan birisi ısrarla inatla onun meydana getirmeye çalıştığı birlik ve beraberliğe karşı çıkıyorsa -ne kadar küffar önünde büyük zaferler elde etmiş olursa olsun - ortadan kaldırılmalıydı…Evet…Osmanlı ile görülecek bir hesap vardı…Ta 1736dan kalmış bir hesap.
Nadir Şah Osmanlı tarafına bir türlü kabul ettiremediği Caferiliğin beşinci mezhep olarak kabulü meselesini hiç aklından çıkarmamıştı…Bunu Osmanlı’ya gerekirse zorla kabul ettirecekti. Lakin hesaba katmadığı bir şey vardı: Kendi ülkesinde de Nadir Şah’ın ortaya attığı bu fikre karşı olanlar oldukça fazlaydı. Şah İsmail ile birlikte başlayan Şiilik İran’ı neredeyse tamamen pençesine almıştı. Nadir Şah’ın her fırsatta Şah İsmail ve Safeviler aleyhinde konuşmalar yapması..Kendinden önceki dönemi sapıklıkla suçlaması hatta Şiilere karşı oldukça sert davranması ülkedeki Şiiliği yok etmemiş tam tersine Nadir Şah’a karşı şiddetli bir muhalefetin doğmasına sebep olmuştu. Bu arada Zerdüşt inancında olanlara yapılan işkenceler Nadir Şah’ın düşmanlarına her gün yeni düşmanlar eklemekteydi.
Tarih boyunca üç din mensuplarından sadece Musevilerin mezhep ayrılığı yüzünden birbirleriyle savaştıklarına şahit olunmamıştı. Oysa Hristiyan ve İslam dünyasında maalesef aynı dinin mensubu olan insanlar mezhep ayrılığı yüzünden çok büyük savaşlar yapmışlardı.
Müslüman tarafında Özellikle Kerbela olayından sonra bir ayrılık gayrılık başlamış ancak bunun çok büyük savaşlara ve katliamlara dönüşmesi on altıncı yüzyıldaki Osmanlı- Safevi münasebetleri ile tezahür etmişti. Hristiyan aleminde ilk ayrılıklar ise teslis ( Üçleme= Hz. İsa’nın Tanrı, Tanrının oğlu ve Ruh-ül Kudüs[ Tanrı’nın Kelamı ] olması meselesi) ile başlamış Hristiyanlık da iki mezhebe ayrılmıştı Katolik ve Ortodoks olarak . Daha sonra kiliselere ikonaların konulup konulamayacağı kavgaları ile devam etmiş ve nihayet On altıncı Yüzyılda Müslüman dünyasında Osmanlı-Safevi mücadeleleri, diğer bir deyişle Sünni- Şii çatışmaları sürerken Hristiyan dünyasında da yeni mezhepler ortaya çıkmıştı Protestanlık, Anglikanizm, Bogomil vs gibi. Bırakın aynı dini , aynı mezhepten olanlar bile birbirleriyle çatışabiliyorlardı. ( Bizans’taki ikona kavgaları gibi )
Uzun süre İstanbul’da oyalandıktan sonra nihayet 4 Nisan 1741 de Osmanlı Padişahı I. Mahmut’un Huzuruna çıkarılan İran Elçisi Hacı Han, onuruna verilen ziyafette cebinden bir name çıkardı. “billahi’lhamd, cümlemiz ehl-i islamdan ve bir peygamberin ümmeti olmağla uhuvvet ve sevişmek lazım..., Şah’ın muradı tasdik-i mezheb-i hamisdir” diyerek nameyi okudu. Kısacası :’’aynı dindeniz. Biz de ehl-i Sünnetiz. Aynı peygamberin ümmeti olarak birbirimizi sevmemiz gerekir. Şahımızın arzusu bu yolda olup beşinci mezhebin tasdik edilmesini talep etmektedir ‘’ Diyerek mektubu okudu.
Padişah I. Mahmut her zamanki gibi yine renk vermedi. Ama içinde yine fırtınalar esmekteydi.
Nadir Şah’tan gelen muhteşem hediyelerin kabulü, elçinin ağırlanması, Nadir Şah’ın mektubunun okunması ve nihayet yemek ziyafeti sona erdikten sonra Elçi Hacı Ali’ye ‘’ Şah’a cevabın bilahare yazılacağı ve kendisine verileceği ‘’ bildirilerek o, konuk olduğu konağa yollandıktan sonra Padişah I. Mahmut Şeyhülislamı ile konuşmaya başladı.
-Lala nedir bu? Bu Nadir Şah ne diye ikide bir bu meseleyi temcit pilavı gibi önüme sürer? Madem ki Caferiliği bir mezhep olarak kabul etmişler varsın ona göre amel eylesinler niçin ille de bana kabul ettirmek isterler. Neden ille ben de tasdik etmeliymişim?
-Hünkarım. Zat-ı şahaneniz aynı zamanda İslam Aleminin halifesisiniz. Eğer siz ‘’Evet Caferilik beşinci İslam mezhebidir. Bu karar benim ve dahi ulema-ı İslamın kararıdır’’ diye tasdik ederseniz artık İslam dünyasında Caferilik mezhebi de meşru bir mezhep olarak kabul görür diye düşünmektedir.
-Yani bunca asırdır sadece dört tane hak mezhep vardır denilirken bir beşincisin de olduğu sadece ve sadece benim iki dudağım arasındadır öyle mi?
-Beli Hünkarım. Lakinnn.
-Lakin???
-Lakin bu çok tehlikelidir. Memalik-i Âl-i Osman için de tehlikelidir. Memalik-i Acem için de tehlikelidir.
-Bilirim lala..Bilirim lakin bir de senin ağzından duymak isterim. Neden tehlikelidir?
-Şundan tehlikelidir ki bu asra kadar, asırlardır ehli sünnet dediğimiz İslam alemi dört mezhebin hak, diğerlerinin batıl olduğuna inanarak yaşamıştır. Bu saatten sonra ‘’ Bir beşinci mezhep daha vardır ve o da haktır ‘’ dendiği anda maazallah zat-ı şahanenizi gavur Padişah ilan edecek çok fazla insan bulunmaktadır. Bu büyük bir fitneye ve ülke içinde yeni ayrılıklara sebep olur. Ki bu husus İran İçin de geçerlidir. Nadir Şah’ın anlayamadığı konu da bu dur işte. ‘’Caferilik ve ehl-i sünnetin diğer dört mezhebi hak gayrısı batıldır dendiği anda İran da karışacaktır.
-Haklısın… Nadir Şah aslında kendi kellesiyle oynamaktadır da farkında değil. Afşarlara dayanarak kurduğu saltanat her gün biraz daha çatırdamaktadır. Alevi- Sünni meselesini çok fazla kaşımamak lazım. Bu mevzu maalesef İslam dünyasının kanayan yarasıdır ve yine maalesef böylece devam edecektir. Bu gün ‘’ Caferilik hak mezheptir ‘’ dersek yarın ‘’ İsmaililer, Dürziler, Yezidiler, Hatta yeni yeni baş gösteren Vahhabiler de aynı hakkı isteyeceklerdir.
-Beli hünkarım. Taviz her zaman tavizi doğurur.
-Devlet-i Âl-i Osman’da herkes dilediği gibi ibadet etme ve inanma hakkına sahiptir. Hatta canımızı, malımızı, ırzımızı, hazinemizi ve memleketimizin payitahtını emanet ettiğimiz yeniçeri askerimiz hep Bektaşi değil midir? Bizim kimsenin inancı ile ilgili bir meselemiz yok ki. Kendi ülkesinde nasıl inanmak isterse inansın. Bu ülkede de öyle…Ama bana hiç kimse asırlardır kabul edilmemiş bir şeyi adeta zorla kabul ettirmeye çalışamaz.
İran Elçisi Hacı Han İstanbul’da kasıtlı olarak bir hayli oyalandı. Bundaki en önemli amaç , zaman kazanarak askeri hazırlıkları tamamlamak ve İran’a gönderilecek hediyeleri Osmanlı Devleti’nin şanına yakışır şekilde düzenlemekti. İki ay aradan sonra İran Elçisi Temmuz 1741de kıymetli hediyeler ve Padişahın Name-i Hümayun’u takdim edilerek yola çıkarıldı.
Elçi Hacı Han ile gönderilen Padişahın Name-i Hümayununda Nadir Şah’ın kabul edilmesini istediği beş maddeden üçünün kabul edildiği, dini konuları ihtiva eden diğer iki maddenin şer’i sakıncaları sebebiyle kabul edilmediği daha önce kendilerine bildirildiği halde şimdi de elçi Hacı Han ile gönderdiği Name-i Şahisinde yine iki madde üzerinde durularak, kabul edilmesi hususunda ısrar edildiği, şer’i sakıncaları nedeniyle bu maddelerin kabul edilemeyeceği bir kere daha belirtilerek, iki devlet arasında dostluk ve kardeşlik temenni edilmişti.
İstanbul’da Nadir Şah’ın elçileriyle görüşmelerin devam ettiği sırada Osmanlı Hükümeti Nadir Şah’ın hem gerçek niyetini öğrenmek hem de evvelce yapılan anlaşmaya sadık kalındığı takdirde dostluğun devam edeceğini ayrıca Nadir Şah, güney Kafkasya’da meskun Lezgi taifesi üzerine sefer yapmak bahanesi ile Osmanlı Devleti sınırlarına tecavüz ettiği takdirde, Osmanlı Hükümeti’nin de silahla karşılık vereceğini bildirmek amacıyla Maliye Tezkirecisi Münif Mustafa Efendi’yi’’ name-ber’’ unvanı ile İran’a göndermeye karar verdi. Nitekim Münif Mustafa Efendi ile birlikte Nazif Mustafa Efendi İran’a elçiliğe tayin olundular.
Münif Mustafa ve Nazif Mustafa Efendiler, Ocak 1742’de Derbend’e 20 km. mesafedeki Nadir Şah’ın ordugahına varıp, Padişah I. Mahmud’un Name-i Hümayununu takdim ettiler. Ancak ne var ki namenin içeriği Şah’ın hiç hoşuna gitmemişti. Zira namede Nadir Şah’ın ısrarla kabul edilmesini istediği iki maddenin kabul edilmediği ve neden kabul edilmediği mazeretiyle beraber ifade ediliyordu675. Neticede O, reddedilen maddeler için ileri sürülen mazeretlere aldırış etmeden davasında haklı olduğunu, teklif ettiği beş maddeden tamamının kabul edilmesini istemiş, kabul edilmediği takdirde Osmanlı topraklarına saldıracağı tehdidinde bulunmuştur.
1736 yılından beri devam eden diplomatik temasların bir netice vermemesi üzerine Osmanlı-İran ilişkileri yeniden gerginleşti. Zira Osmanlı elçileri Nazif Mustafa ve Münif Mustafa Efendilerin Derbend yakınlarındaki Nadir Şah’ın ordugahına varıp, Osmanlı Padişahının Name-i Hümayununu kendisine sunduklarında O’nun kabul edilmeyen tekliflerinin neden kabul edilemediği hususundaki ileri sürülen mazeretlere itibar etmeyip, kabul edilmesini istediği beş maddenin tamamının kabulünde ısrarı ve özellikle taleplerinini kabul edilmediği takdirde Osmanlı topraklarına tecavüz edeceği yönündeki tehditkar tutumu, Devlet-i Aliyye’yi nefsini müdafaya sevk etmişti.
1741 yazında Dağıstan’da giriştiği askeri harekâtı öğrenilen Nadir Şah’ın Caferi mezhebinin kabulü ve bu mezhep için kabede bir “rükn” verilmesi hakkındaki talebinin daha önceki diplomatik temaslar esnasında Şer’an ve siyaseten kabülünün mümkün olmadığı, kendisine kesin bir dille bildirilmesine rağmen, isteklerinde ısrar etmesinin O’nun Devlet-i Aliyye topraklarına tecavüz edeceğine yoran Osmanlı Hükümeti, sınır valilerine herhangi bir tecavüze karşı hazırlıklı olmalarını emredip, halen Özü valisi olan Numan Paşa’yı Anadolu’ya nakl ve Erzurum Valiliğine tayin edilen Veli Paşa’yı da Şark hududunda toplanacak asker üzerine serdar tayin etti. İran sınırındaki hazırlıklara paralel olarak İstanbul’da da Veziriazam sarayında, bilahare Beşiktaş sarayında Padişah’ın huzurunda yapılan toplantılarda Şark hududundaki gelişmeler değerlendirildi.
Münif Mustafa Efendi’nin İstanbul’a dönmesinden sonra 23 Nisan 1742 de Veziriazam sarayında toplanan büyük divanda Nadir Şah’ın Münif Mustafa Efendi ile gönderdiği Name-i Şahiler değerlendirilip, savaş hazırlıkları görüşüldü. Keyfiyet, ulemaya( Alimler ) sorulup, Osmanlı ülkesine taarruz kastında olan Şah’ın def’inin şer’an vacip ve kıtal farz olduğuna ( Yani bu belanın def edilmesinin vacip ve Şah’ın katlinin farz olduğuna ) dair fetva alınarak İran’a savaş ilan edildi.
Not: Üstteki Resim Nadir Şah’ın I. Mahmut’a hediye olarak gönderdiği taht’ın resmi olup uzun süre Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşında ele geçirdiği Şah İsmail’in tahtı zannedilmiştir.
YORUMLAR
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
hocam bu iranla amma savaşmışlar osmanlı hep savaş hep savaş sonunda dağılmaya mahkum olmuşlar bu kadar savaş yerine birazda ilme bilime yönelselermiş daha güçlü olmazmıydı diye bir soru takılıyor aklıma nereden nereye gelmişiz hocam bütün alınan topraklar geri verilmişler kala kala bir anadolu kalmış oda ulu önder Mustafa kemal ATATÜRK sayesinde güzel yazıydı beğeniyle heyecanla okudum kaleminize sağlık saygılarımla selamlar
sami biberoğulları
Önemli olan insanlardaki hırsı dizginleyebilmek. Bunu beceremediğimiz sürece savaşlar hep olacaktır.
Selam ve sevgilerimle.
Mezhebi geniş derler, acaba bu mezhebi genişler, hangi mezhep ola..
Bir ülke bir ülkeyi gözüne kestirdi mi bahaneler üretilir. Şimdi de halen yapılmakta olduğu üzre.
Gözünün üstünde kaşın var diyebilirler, geçmişte de böyle olmuş demek. Ne demek dini mezhep mezhep bölmek. Bu mezhepleri kuranlar veya arkasından gidilenler düşünce üretmişler, onlara
uyanlar da arkalarna takılmış. Mezhep azmış gibi bir de beşinci mezhebin kabul edilmesini istemişler,
tebrikler, sayenizde tarih bilgimiz artıyor,
selâm ve sevgilerimle..
sami biberoğulları
Selan ve sevgiler..
Sevgili Hocam
Uzunca bir yazı olmuş ama okudum. Ben bu İslam üzerinde bu kadar baskı kurulmaya çalışılmasına ve herkesin kendi üzerine göre değiştirip giymeye çalışmasından bıktım o zamanda öyleymiş şimdide öyle. Benim anladığım din Allahın kitabını rehber alıp kitabı uygulamak ama peygamberimizin kılavuzluğunda uygulamak onun yaptığı gibi onun bize öğretmenliği ve imamlığı gibi yapmak yani hedef Kuran hedefe gidilen yol Peygamberimizin yolu başka yola gerek yok bence ve mesheplere tarikatlara yolları karmaşaya sokmaktan başka bir şey değil ve kafa karışıklığından.
Ben yeniçerilerin bektaşi olduğunu bilmiyordum.
Hepimiz din kardeşiyiz diyorlar diyoruz ama biz ne gördüysek ve hala daha da din kardeşlerinden gördük ve dünyaya baktığım zaman müslümanın müslümanı kırmasını ve eziyetini görüyoruz.
Allah hepimizi İSLAH etsin
Güzeldi yine tebrikler
Selam ve Sevgiler
sami biberoğulları
Mezhepler ve tarikatlar konusu maalesef yanlış aksettiriliyor ve de Peygamberimiz zamanında yoktu nereden çıktı bnunlar denilerek yok sayılmaya çalışılıyor...
Öncelikle şunu belirteyim: Tarikatlar yeni bir din değil...Bunlar birer okul, ya da dersane...Dersaneler nasıl ki kendi eğitim anlayışları ama Devletin belirlediği esaslar çerçevesinde bir eğitim veriyorlarsa üniversiteye hazırlamak için aynen öyle de tarikatlar ahrete hazırlık için Kur'an ana yasa olmak üzere kendi yorumları üzre ders veriyorlar. Haaa içlerinde sapıtanlar olmuyor mu? Oluyor elbette. Ama onlara da zaten fazla rağbet edilmiyor.
Mezhepler ise peygamberimizin farklı zamanlarda farklı uygulamalarından kaynaklanmıştır...Örneğin Peygamberimiz zaman olmuş bir yeri kanarken namazına devam etmiş, zaman olmuş abdestim bozouldu diye yeniden abdest almıştır...İşte ondan sonraki dönemlerde bu farklı uygulamalardan hangisini hayatımısza tatbik edelim sorusu mezheplerin doğmasına sebep olmuş mesela Hanefiler kan akması abdesti bozar demişler, şafiler ise bozmaz kısmına uymuşlardır.
Bu daha çok ilahiyatçıların konusu olduğundan benden bu kadar. Ancak ben müslümanım lakin mezheplere inanmıyorum demek maazallah işi sakat eyler...Buna dikkat edilmeli.
Selam ve sevgiler.
ERAY ÖZGÖR SARIKAYA
Ne bileyim hala öyle sanıyorduk,iyiki varsın hocam .Tebrik ederim saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve saygılar benden.
sayende bir gerçeği daha öğrendik hocam...bizlere böyle anlatmamışlardı.... sağol varol..... saygılar sevgiler
sami biberoğulları
Selam ve saygılarımla.