- 780 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CEHENNEME HOŞGELDİN
Havada yağmur bulutları vardı. O günkü ders yine çok güzel geçmişti. Arkadaşları ile olmaktan mutluydu Gazel. Her gün yeni bir şeyler öğreniyordu.
Teneffüsü fırsat bilip yağmurun altında şen kahkahalarla körebe oynuyorlardı. O kadar mutluydu ki yere düştüğünde kolunda oluşan yaralar canını yakmıyordu. Annesinin yaralarına bastırdığı tentürdiyodun rengi, bacaklarının ve kollarının da rengi olmuştu. Arkadaşları ona kolları ve bacakları renkli kız deseler de hiç üzülmüyordu. Onları seviyordu ya, mutluydu ya, gerisine boş veriyordu.
İleriye yönelik hayalleri vardı Gazel’in. Öyle bildiğiniz zengin olmak, pırlantalar, kürkler, arabalar, yatlar, katlar sahibi olmak gibi bir hayal değildi onunkiler. Gazel, okumak ve hemşire olmak istiyordu. En çok hemşirelerin başlarına taktıkları beyaz kep hoşuna gidiyordu. Bir de hastane koridorlarında asılı “Sus” işareti.
Bazen hastane koridorlarında başında kepi, elleri cebinde gezinirken gürültü yapanlara “Sus” demek, bazen de şefkatli elleri ile hastalarının yanaklarını okşamak istiyordu. Bunun için de var gücüyle gaz lambasının titrek ışığı altında derslerini aksatmamaya çalışıyordu. Çocukça düşüncelerle seyrettiği hayal kahramanı tatlı cadı gibi burnunu kıvırarak her şeyi halledebileceğini hayal ediyordu.
Hayalleri o kadar sınırsızdı ki; Bir yerden bir yere giderken çevresi kayısı sarısına bürünüyor, bir başka yerde beyaza dönüşüyordu. Renklerden oluşan dünyasına bir de göller, denizler ekliyordu. Göl çevresindeyken, ya da deniz kenarındayken mavi oluyordu rengi. Bin pınarlı dağlardan geçip sularından içiyordu bolca. Ciğerlerine doldurduğu oksijenle sarhoş ediyordu kendini. Ve sarhoş bedenini atıyordu çimenlerin üzerine. İki kolunu yana açıp gökyüzünün mavilikleri ile buluşuyor, beyaz bulutları yorgan ediyordu üstüne. Kokunun, rengin, taze böğürtlenin ve kekiklerin bolca olduğu dağlardan koşarak aşağı iniyor, Hıdırellez ateşinde pişen kahveye misafir oluyordu. Bir baharı kaz dağlarında, sonbaharı Ege’de karşılıyordu hayallerinde.
O yıl, ilkokulu bitiren kızı Gazel’i ortaokula yazdıracaktı annesi. Kayıt işlemlerini yapan öğretmen Necibe Hanım’ı kasabadan tanıyorlardı. Güzel gözlerini Necibe Hanım’ın gözlerine diken Gazel’in “Sözlü ne demek öğretmenim?” sorusunu duyana kadar gözleri gülen Necibe Hanım’ın gülümsemesi dondu yüzünde.
“Niye sordun Gazel.” dedi üzüntüsünü belli etmeden.
“Ben sözlüymüşüm öğretmenim. Babam boşuna okula kayıt yaptırma dediydi de ardımdan, ondan sordum.” dedi. Necibe Hanım, Gazel’in annesinin yüzüne baktı, gözlerini kaçırdı, yine de akan gözyaşlarını saklayamadı Kevser kadın.
En yitik olduğu, sustuğu, susmalarına yeni susmalar eklediği anlardı Necibe Öğretmenin. Gözlerindeki hüznün dudaklarında tebessüm olamadığı, kendini izleyip üzüldüğü anlardı. Bu kasabada bu ve buna benzer çok hikâyeler duydu ve yaşadı. Gazel ne ilk oldu ne de son olacaktı. Bir şey yapamamanın sıkıntısını yaşıyordu hep. Kasabanın kadınları da destek olmuyordu Necibe Öğretmene.
Necibe Hanım’ın kulaklarında çınlayan “Ben sözlüymüşüm öğretmenim.” cümlesi, beynini ve yüreğini alevlere sevk etti. Gazel, sözlü olmanın ne demek olduğunu öğrendiği anda tombul beyaz yanaklarında ki allıklar kaybolmuş, kısık gözlerinden süzülen ışıltılar yerini karanlıklara bırakmıştı. İstikbaline yönelik hayalleri sulara gömülmüştü bir anda.
Olmayacağını bile bile Gazel’in ortaokula kaydı yapıldı. Gazel’in gidişinin ardından bakakalan Necibe Öğretmen, o yaştaki bir çocuk için “Ben sözlüymüşüm.” cümlesi ne kadar anlamsız ve gereksiz bir cümle diye düşündü. Küçük bir çocuğun çocukça hayallerine ve genç kızlık hayallerine başkalarınca el konmuşluğun cümlesiydi. Onun adına âşık olacağı, hayatı paylaşacağı kişiye karar verilmesinin cümlesiydi. O dünyaya henüz “Merhaba” derken, birden okul formasını çıkarmış gelinlik giyerken, kendisinin olmayan hayaller kurmaya zorlanmasının cümlesiydi.
Gazel eve geldiğinde artık bir saat önceki Gazel değildi. Çocukluğunun en güzel anılarının sindiği duvarlarda, kilimlerde, ahşap pencerelerde perdeler gözyaşlarının rüzgârlarını estiriyordu. Dudaklarından süzülen; gülleri, çiçekleri kıskandıran gülümsemesi bir anda viran bahçeye dönüşmüştü. İsyan edecek, karşı koyacak gücü yoktu. Kendisini koruyanı da yoktu. Çaresizce boyun eğdi yaşayacaklarına.
Çok değil kısa bir zaman sonra gerçekler suratına soğuk ve şiddetli dalgalar gibi çarpmakta gecikmemişti... Büyülü, renkli hayallerinin gerisinde sinsice bekleyen, onu çıkmaz girdaplarına acımasızca çeken meçhul karanlıklar, yavaş yavaş kendini göstererek gerçeklere teslim ediyordu.
Okul formasını bir daha giyemeyeceğini bilerek son kez dokundu kumaşına. Nişan için alınan pembe elbisenin modeline bakmadan dolaba astı. İstediği pembe elbise değildi ki, o en çok beyazı seviyordu. Hani şu hemşirelerin giydiği beyazdan. Alışveriş için çok mağaza dolaştırılmış küçük bedeni yorulmuştu. Üstündekileri çıkarmadan yatağına uzandı.
Tatlı cadı rüyasındaydı. Burun kıvırıp hayatındaki her olumsuzluğu düzeltiyordu. Hemşire olmuştu, hastalara şefkatle yaklaşıyor, töre belasından kurtulabilmiş yürekleri yaralı kadınların dertlerini dinliyordu. Ara sıra düzelttiği başındaki kepi onu mutlu ediyordu.
Gülümseyerek gözlerini açtığında boşlukta olduğunu fark etti. Bir iki adım attı, adımlarını hissetmediğini anladı. Korkuyla karışık koşmaya başladı bilinçsizce. Koşuyordu, sadece koşuyordu. Uzun bir yolda koşarken yolun sonunu göremedi. Yoldan çıkmaya başka bir yöne gitmeye çalıştı. İmkânsızdı. Yol üzerine doğru geliyordu.
Koşmaktan yorulduğu bir anda yolun ikiye ayrıldığını fark etti. Tabelada sağ yön oku gitmesi gereken yönü işaret ediyordu. Tabelanın gösterdiği yola doğru baktığında kocaman bir binadan alevler çıkıyor, belli belirsiz beyaz bir gölge göğe yükseliyordu. Gölgeye ulaşmak ve yangını söndürmek için o yolda hızla ilerlemeye başladı…
Alevlerin loş ışığında koşarken, önüne çıkan yüzlerce gözle irkildi. Ciğerlerinden koparcasına çıkan çığlık, ormanın derinliklerine kadar ulaştı. Çığlıktan ürken gözler, kahkahalar atarak ağaçların arasında kayboldu.
Binanın kapısına geldiğinde yangın durmuştu. Nereye asılı olduğu belli olmayan bir anahtar gördü. Uzandı, aldı. Elleri simsiyah oldu. Anahtar elinde büyüdü, büyüdü… Kocaman kapıyı kocaman anahtarla açtı, içeri girdi. Bir masa, üzerinde bir defter ve iki tabure vardı odada. Başka hiçbir şey yoktu, her şey yanmıştı. İçeriden gelen beyaz gölge tıslar gibi bir şeyler mırıldandı kulağına “Yolda gördüğün gözler seni yakan gözlerdi, yanan bina hayallerindi, okulundu. Unutman için yaktım hayallerini.” dedi.
Dönülmez bir yoldaydı, biliyordu çocuk kalbi. Toprak damlar, güvercinler, arkadaşları, okulu, defterleri, kitapları en önemlisi de renkli hayalleri olmayacaktı belki de hayatında. Kor alevlerin asla sönmeyeceği ateşten bir kuyuya düşmüştü. Bir çeşme başında buldu kendini. Şırıl şırıl akan suları insanların yüreğini serinletirken, onun yüreğine merhem olmamıştı. Eteklerini deli bir rüzgâr savurdu, sevdiklerini kalbine gömdü. Dönüş yolunda çıplak ağaçların gölgesinde yürüdü.
Ter kan içinde uyandı. Kulaklarındaki su sesi hiç gitmedi. Anne ve babasına yalvarmaları hiçbir anlam ifade etmedi. Babasının umursamaz bakışları, annesinin acılı gözleriyle buluştu.
Kaderin verdiği süre dolmak üzereydi. Herkesin otuzlu yaşlarda giydiği elbiseyi o on iki yaşında giydi. Renginin pembe olması, yaşayacağı hayatın rengi olamazdı ne yazık ki. Gazel, okula giden arkadaşlarına bakıp iç geçirirken küçük mutluluklarla yetinmek zorunda olduğunu bilmenin gerçeğini her an hissediyordu yüreğinde. Bazen sustu, bazen buz olan yüreği güneşe küstü. Farkına varamadığı, varmak istemediği başka gerçeklerde vardı hayatında. Belli güçlükleri, acı ve kederleri bir sonuca bağlayamayan insanın, huzuru yakalama şansının ne kadar az olduğunu küçük yaşta öğrenmişti.
Hayallerinin güneşi süzülerek bir yaz akşamında battı. Beyaz önlük yerine beyaz gelinliği giydi ağlayarak. Yaşadığı bu gerçek her zaman karşısında durdu. Bir türlü alışamadı. Hayallerini sığdırdığı kitaplarının yanı başında olmayışının burukluğunu her nefes alışında hissetti. Onun dünyasında meydana gelen bu deprem, ruhuna sonbahar rüzgârı gibi şaşkın şaşkın esmeye başladı.
Uzun yıllar tek başına, değişik yerlerde sığıntı olarak yaşamayı, büyükşehirde garip bakışların gözetiminde diken üzerinde köşelere sinmeyi, dudaklardan süzülen her kelimenin kıskacını boğazında hissederek yutkunmayı bir türlü hazmedemedi. Zor geldi Gazel’e çocuk yaşta evli olmak.
Başka ellerce soldurulan hayal bahçesinin güllerinin, eski haline gelmesine hiçbir baharın gücü yetmedi. Ne olduğunu çok fazla anlayamasa da içinde bir şeylerin kırıldığının farkındaydı Gazel.
Ruhunun yorgunluğunun ağır geldiği günlerden birinde rüya mı gerçek mi olduğunu anlamadığı, başı sonu belli olmayan birçok şey yaşadı uykusunda. Alnındaki damarları belirginleşmiş kocası kollarını sıkıyordu. İlginç bir biçimde acı hissetmiyordu. Gülümseyen suratını ona doğru yaklaştırırken, son bir detay fark etti. Kocası onun anlamadığı bir dilde konuşuyordu. Sırıtkan suratını onun suratına biraz daha yaklaştırdı ve sipsivri dişleri ile dilinin arasından bu defa anlayabildiği iki sözcük çıkıverdi
“CEHENNEME HOŞGELDİN!”
Hülya TÜRK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.