YÜREĞİMDEKİ MAHŞER/5
IV-BÖLÜM
Öğle vakti oluyordu. İçindeki sıkıntı azalmıştı. Hatta uzun zamandır kendini ilk defa hafiflemiş hissetti. Sanki o içinde kâbus gibi biriken sıkıntılar buharlaşmış; uçup gitmişti. Canı kitap okumak istiyordu. Ama kliniğe gelirken kitap almayı akıl edememişti. CD çalara bir cd taktı. İçerisi bir anda gitar sesiyle dolmuştu. Yaşama ait tüm coşkular gitarın tellerinden akıyordu. Hüzünler, sevinçler, tutkular… Yani yaşam… Uzun zamandır gitar da çalmamıştı. Oysa çok severdi gitar çalmayı; canı bir şeylere sıkıldığında gitarına sığınmayı… Aslında babasının ısrarı ile başlamıştı gitar çalmaya ama sonra çok sevmişti bu enstrümanı. Bazen bir parçayı çalmak için günlerce uğraşır annesine koşarak;
‘’Anneciğim bak çalmayı başardım!’’
Derdi. Ergenlik çağlarındaydı o zamanlar. Hatta adım adım genç kızlığa geçtiği dönemlerdi. Korkmamayı öğrenmişti. Hiçbir zorluk karşısında yılmamayı. Hayatı seviyordu. Dolu dolu yaşamak gerekir diyordu. Böyle bir ailesi olduğu için şükrederdi hep. En yakın arkadaşları anne ve babasıydı. Okulda başarılı bir öğrenci idi. İlk âşık olduğunda bile koşarak annesine anlatmıştı. Ömrünün sonuna kadar böyle mutlu olacağını sanıyordu. Ama hayat oyunlarına başlamıştı bile. Önce babasının tayini çıktı. Günlerce ağladı. İlk göz ağrısından ayrılacaktı. Birbirlerini sürekli arayıp soracaklarına yemin etmişlerdi. İlk zamanlar ardı ardına mektuplar yazılmış, gittikçe seyrekleşmiş, sonrasında yılda bir bile aranmaz olmuştu. Yeni hayata alışmak önceleri zor olmuştu ama sonraları her monotonluk gibi alışıvermişti bu şehre.
Canı hala kitap okumak istiyordu. Neşeli hayat dolu bir kitap olmalıydı. Doktordan istemeye karar verdi. Doktorun bir hastası ile görüşmesi olacaktı. O yüzden fazla kalmadı. Kitabı aldı ve doğru odasına gitti. Yatağının üzerine çıktı. Sırtını karyolanın başlığına dayadı. Kitap; tanıdık tanımadık birçok kişinin değişik konulardaki sözlerinden oluşuyordu. Kitap okurken hoşuna giden yerleri çizmek ya da not almak gibi bir huyu vardı. Valizinde yazı yazabilecek bir şeyler aradı. Bir not defteri buldu. Bazen elinde kitap odanın içinde turluyor, bazen daha iyi anlamak için kendi kendine tekrar ediyordu.
’’Bir insan yirmisinde genç değilse kırkında nasıl olsun!- Goethe’’
’’Gerçek hayat bazen parlaklığını öyle kaybeder ki; bazen onu yaratıcılığın cilası ile parlatmak gerekir!-Goethe’’
’’Ağlamakta bir zevktir!- Ovidüs’’
‘’Hmmm! Bu ilginç işte ağlamakta bir zevktir. Sanırım evet bunca ağlayamadıktan sonra ağlamış olmakla ne kadar rahatladım.’’
’’Hiç kimse vaktinden önce ölmüş sayılmaz. Çünkü sizden artakalan zamanda sizden önceki zaman gibi size ait değildir. Ondan bir şey kaybetmiş olmuyorsunuz.-Montaigne’’
Bu söze takılmıştı. Evet, annesi ve babası da erken ölmüşlerdi. Aslında yaşamaları gereken zaman kadar yaşadıklarını biliyordu. Ama bunu kabullenmek zor geliyordu. Kurtulmak ister gibi başka bir söze geçti.
’’Güçsüzlüklerinizle barış yaptığınız zaman her şeyi başardınız demektir.-Leo Buscaglia’’
‘’Güçsüzlüklerimizle barış yapmak!!! Ama güçsüzlüklerimi belirlemek gerekmez mi önce? Sonra barış yaparız aramızda…’’
’’Biz zaten kusursuzuz. Kusursuzluğu biz kurcalayıp bozuyoruz. Ve sorunlarda bundan kaynaklanıyor.’’
‘’Hey bu çok ilginç… Evet, gerçekten kusursuzuz. Bizler kusurlar arıyoruz, arayınca buluyoruz ve bizler bozuyoruz. Hiç farkına varmamıştım. Eleştirmesek olduğu gibi kabul etsek, kırmasak… ‘’
’’Bazı insanlar bazı insanlara sevgisiz davranacakları bir zaman olduğuna inanırlar. Oysa insan ağacı kesebilir, çamurdan tuğla yapabilir, acımasızca dövebilir demiri ama onlara karşı dikkatsizce davranmayacağı gibi insanlara da sevgisiz davranamaz.-Tolstoy’’
‘’Ne güzel anlatmış sevgiyi. İnsanları sevmekten ben de hiç vazgeçmedim ama korkar oldum sevgiden. Çıkarcılardan beklentilerinden sıkıldım. Keşke olduğum gibi kabul etselerdi beni. Hoş sanırım ben de onları oldukları gibi kabul etmedim. İstedim ki benim gibi olsunlar. Ama benim gibi olamazdılar. Benim şartlarım ve onların şartları farklıydı.’’
’Bir kaçma vardır ki; aramaya benzer.-Victor Hugo’’
‘’Bu söz tam benlikmiş… Sen nelerden kaçıyorsun peki Cemre Sevinç. Ya da aradığın ne? İyisiyle kötüsüyle tam 35 yıl. Hatalar yaptın başarılar kazandın. Sahip oldukların ve olamadıkların. Yani herkes gibi bir yaşamın oldu. Şimdi aradığın ne! Başarı mı? İyi bir avukatsın hakkını yemeyelim. Para mı? Oldukça iyi kazandın ve iyi yatırımlar yaptın. Geriye huzur kalıyor; işte bir onu bulamadın. Aradığın bu mu?
Elinden kitabını bırakıp yatağın üzerine uzandı. Hala kendi kendine konuşuyordu.
‘’Çok mutlu olduğumuz zamanları düşünelim bakalım. Annemler varken mutluydum. Hayat onlar varken daha kolaydı. Teyzemin yanında kalırken de mutluydum. Beni sabahları uyandırma şekli çok hoşuma gidiyordu. Canım Teyzem; yatağın kenarına gelir ‘’Kalk bakalım küçük uzaylı yeryüzünde sabah oldu!’’ derdi. Kalkmayınca da gıdıklardı. Ya kendisi! Allah’ım o kadar enerjiyi nereden buluyordu. Bir insan her gün nasıl şarkı söyleyerek uyanır dersen o teyzem derim. Gerçi benim aile efradımın hepsi gariptiler ya! Kimselere benzemezlerdi. O zamanlar çok mutluymuşum; düşününce şimdi bile içim sıcacık kıpır kıpır oluyor. Akın’la da ilk zamanlar çok güzeldi. Evliliğimizin ilk yılları gayet iyiydi. Sanırım hayatımızdaki boşluklarla beraber hırslarımız da büyüdü. Boşlukları dolduramadıkça yerini hırslarımız aldı. Küçük mutlulukları umursamadık. Yorgunluklarımızı bahane ettik kendimize özel anlar yaratmadık. Akın seninle hiç olmayacak şeyler için kavgalar ettik biz. İşimiz her şeyimizdi. Sanırım biz o arada birbirimizi unuttuk. Oysa ne çok seviyorduk birbirimizi… Kendimize yarın kuralım derken bugünü yaşamayı unutmuşuz biz galiba ne acı…
Büyük bir şeyi keşfetmiş gibi yatağından fırladı.
‘’Evet, sorun bu işte. Önemli olan yarına hazırlık değil bugünü doyasıya yaşamak. İnsanları sevmek, her şeyleri ile kabul etmek. Onlarla yaşamayı becerebilmek. Ey Cemre Sevinç; bir de kendini akıllı sayarsın. Bak gördün mü; hayatın en önemli gerçeğinin farkına 35 yaşında varıyorsun!’’
İyice rahatlamıştı. Sanki yavaş yavaş yaraları kabuk tutuyor; artık canı yanmıyordu. Şiir yazmak istedi. Az önce not tuttuğu defteri eline aldı. Ve yüreğinden ne geçiyorsa yazdı:
Hüzünleri sil yaşamdan
Birazcık pembe düşler kat
Serpiştir menekşenin morunu
Üstüne leylakların kokusunu ekle
Sonra birazcık sevinç
Bir tutam sevgilinin gülüşü
Dostun dostluğunu sonra
Azıcıkta kardeşlik
Bak dünya ne yaşanılası yer olur o zaman
Sadece birer tutam hepsinden
Bununda fazlası zarar verir insana.
‘’Güzel oldu sanırım. Olmasa da kimin umurunda; güzel ya da kötü o benim şiirim. Ve ben onu çok sevdim. Aman ya düşünmek ve yazmak ne zor işmiş. Paslanmışsın Cemre Sevinç düşünmeye düşünmeye.’’
Dedi kendine. Kendisine Cemre Sevinç diye hitap etmek çok hoşuna gidiyordu. Sevinç soyadıydı. Ama annesi onu hep böyle çağırırdı. Eğer annesi kendisine herhangi bir sebeple kızmışsa; ‘’Cemre Sevinç; hemen odana gidiyorsun ve bu yaptığını bir kez daha düşünüyorsun. Bakalım haklı mısın? Karar ver yeniden konuşacağız!’’ ya da iyi bir şeyler yapmışsa; ‘’Cemre Sevinç sen çok akıllı bir kızsın ve seninle gurur duyuyorum’’ derdi. Annesi sayesinde herkes onu böyle çağırır olmuştu. Alışmıştı da. Yatağına uzandı ve uykuya daldı.
Rüya görüyordu… Rüya gördüğünü biliyordu. Kendi kendine ; ‘’Bu bir rüya, bu bir rüya!’’ diyordu. Çocukluğunu, gençliğini, şu anı ve hatta geleceğini görüyordu. Çok güzel bir bahçede idi. Etrafında tanıdığı tanımadığı bir sürü insan vardı. Bahçeye masalar kurulmuştu. Masaların üzerinde yiyecekler vardı. Burasının büyükannesinin evi olduğu söyleniyordu. Küçük bir kız şarkılar söyleyerek çiçek topluyordu. Küçük kıza yaşlı bir kadın sesleniyordu;
‘’Cemreee! Hadi canım pastanı kesmelisin.’’
Küçük kız koşarak geldi. Cemre kendi kendine düşünüyordu:’’ Ama benim doğum günüm olamaz. Ben şubat ayında doğmuşum. Bu çiçekler bu bahçe!’’
Annesi ile babası küçük kıza sarıldılar
‘’Doğum günün kutlu olsun bir tanem. Bu da hediyen. Bakalım beğenecek misin?’’
‘’Teşekkür ederim anneciğim, teşekkür ederim babacığım.’’
‘’Büyükanneye yok mu?’’
‘’Teşekkür ederim büyükanne!’’
Diye sımsıkı sarıldı büyükannesinin boynuna. Birden ‘’Love Story’’ çalmaya başladı. Sarıldığı kişi Akın olmuştu. Kendisi de bembeyaz gelinlikler içindeydi. Devamlı; ‘’Bu bir rüya!’’ diyordu ama uyanamıyordu.
‘’Hayatım hazır mısın? Memur Bey bizi bekliyor nikâh için.’’
‘’Akın bir daha düşünsek mi?’’
‘’Şakanın sırası değil Cemre! Bak herkes bizi bekliyor.’’
‘’Akın!’’
‘’Hadi canım ama! Önce şu defteri imzalayalım sonra çok vaktimiz olacak düşünmek için.’’
‘’Pekâlâ…’’
O sırada bir çocuk ağlaması sardı tüm bahçeyi. Annesi kucağında bir çocukla geldi.
‘’Biliyorum kızım zamanı değil ama kızın çok ağlıyor. Sanırım karnı acıktı.’’
‘’Ama anne bu nasıl olur ben daha yeni evleniyorum.’’
‘’Cemre Sevinç yalan söylemek sana hiç yakışmıyor. Biliyorum çok işin var acele ediyorsun ama çocuğunu ihmal etmemelisin. Üç yıldır evlisin ve hala bir çocuğun olduğunu unutuyorsun.’’
Dikkat etti artık üzerinde gelinliği yoktu ve bahçe kaybolmuştu. ‘’Cemre Harikalar Diyarında!’’ diye dalga geçti kendisiyle. Çocuğu kucağına aldığında içi tarifsiz bir huzurla doldu. Sımsıcak ılık ılık. Küçük kız kendisine benziyordu. Hatta kendi çocukluk resimlerinden çıkıp gelmişti sanki. Cemre’nin kucağında uyumuştu ufaklık. Hala bu çocuğun nasıl kendisinin olabileceğini düşünüyordu.
‘’Anne adı ne?’’
‘’İnsan kendi çocuğunun adını bilmez mi yavrum?’’
‘’Farzet ki anne başımı vurdum ve hatırlamıyorum. Ne olur söyle adı ne?’’
‘’Cemre bazen saçmalıyorsun…’’
‘’Anne ne olur. Farzet bu bir oyun!’’
‘’Peki deli kızım! Sen en çok hangi ismi severdin?’’
‘’Deniz!’’
‘’Peki, bir kızın olursa adını ne koyarım diyordun?’’
‘’Deniz!’’
‘’Evet, kızının adı Deniz! Kocaman bir okyanus gibi. Cemre; sen iyi misin kızım endişeleniyorum senin için. İyi gözükmüyorsun.’’
Cemre küçük kıza sarılmış annesini duymuyordu. Bir süre sonra etrafın çok sessiz olduğunu fark etti. Deniz’i bir koltuğun üzerine bıraktı. Alçak bir sesle annesine seslendi.
‘’Anne, anne! Anneciğim nerdesin?’’
Kimse yanıt vermiyordu. Sanki kocaman bir evrende yalnız kalmıştı. Koşarak diğer odalara baktı. Birden korkuya kapıldı.
‘’Anne, baba, Akın yalnız bırakmayın beni! Beni burada bırakmayın n’olur!’’
Sonra küçük kızı bıraktığı odaya koştu. Bıraktığı yerde o da yoktu. Ağlamaya başladı. Hıçkırarak ağlıyordu.
‘’Beni burada tek başıma bırakmayın! Beni bırakmayın ne olur!’’
Bir yandan da bunun bir rüya olduğunu kendi kendine telkin ediyordu. ‘’Uyan Cemre! Bu bir rüya! Hadi uyan!’’ Sıçrayarak uyandı. Yatağında doğruldu. Ter içinde kalmıştı. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre bu kâbustan kurtulmaya çalıştı. Uzun zamandır böyle rüyalar görüyordu. Başı güzel başlıyordu ama sonra hep tek kalıyordu. Sevdiği insanlar bir bir terk ediyorlardı onu. Artık uyku uyumak istemiyordu. Günlerce kendini son demine kadar zorlayıp sızar vaziyette uyuyordu. Kalktı bir sigara yaktı. Akşam olmuştu. Dışarısı iyice kararmıştı. Yalnız kalmaktan korktu ve üzerini değiştirip yemek salonuna indi.
&
MUTSUZ RUHLAR ÜLKESİ–4
Kirli duygular birikiyor günlerdir içimde. Bir yara olsam açardım bir bıçağım ucuyla ve akıtırdım içerimdeki cerahati. Sürekli mutsuzluk hallerindeyim, sürekli bir yorgunluk. Ne yediğim ekmeğin tadı var ne içtiğim suyun. Volkanik bir şehir gibiyim. Her an patlamaya hazır hallerim. Bitmek bilmez sarsıntılarım. Öylesine çok sallanmışım ki; sarsıntılar durmuş ben hala tetikteyim. Olmak istediğim herhangi bir yer de yok aslında. Adına mutsuzluk oyunu diyorum; tek kişilik, seyircisiz.
Bir şehrim yok benim; hiçbir bütünün parçası değilim. Her yerde emanet hayatlar sürüyorum. Bir yanım sürekli Polyanacılık oynamak istiyor diğer yanım çamurlu sulara belenmiş. Haykırmak istiyorum sesim çıkmıyor.
Boyun ve baş ağrılarım arttı yine. Sanki bütün dünya benim omuzlarımda. Her gün kilo alan bir kadın gibi gittikçe artıyor omuzlarımdaki yükü. Uykularımın da tadı yok; gri sabahlara açıyorum hep gözlerimi. İçimdeki sevinç ölmüş sanırım ve götürüp gömmüşler kimsesizler mezarlığına. Gözlerimi devirip uzaklara gelmeyenimi beklemek istiyorum pencerelerin buğusunda. Dokunmasalar, yeter demeseler, ben ısrarla gelmese bile gelmeyenimi beklesem. Unut demeseler, bir gün gelir seni bulur demeseler, umutlarımı elimden almasalar, ne zaman geleceğini bilmesem de önümü kesmeseler… Her düşündüğümde bir yumruk boğazıma gelip oturmasa. Günlerce boğaz ağrıları çekmesem daha sonrasında. İlişmeseler yaralarıma. Beni bana bıraksalar ve kendi acılarımla kavrulsam.
Vatansız kalmış gibiyim hayatta. Benim olmayan bir memlekette dilini anlamadığım insanlarla yaşıyorum sanki. Ben onlara göre yabancıyım onlar bana göre yaban eller. Hiç açmıyorum valizlerimi giderken toplaması kolay olsun diye. Vatanımın neresi olduğunu da bilmiyorum. Sadece binip gitmek istiyorum bu yerlerden.
Kirli duygular biriktiriyorum işte içimde bugünlerde. Dostlarımda küsmüşler arayıp sormuyorum diye. Oysa bilmiyorlar ki; ben sessizce ölüyorum kendi halimde. Ölmeliyim ve içimdeki milyonlarca hastalıklı bir ‘’ ben’’ den daha kurtulmalıyım. Kimselere bulaştırmamalıyım mutsuzluğumu. Bir cüzamlı gibi karanlık köşelerde ölmesini beklemeliyim. Kendi küllerimden dünyaya gülümseyebilen bir ben daha getirmeliyim işte. Arayıp sormuyorum diye kırılmasın hiç kimse. Biraz müsaade sadece. Kendimi (içimdeki hastalıklı beni) öldürürken şahit olmayın diye…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.