- 721 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mazbut Mahalle 3/4
İSTANBULLULAR
Mahallenin en zenginlerindendiler. Babaları diğer üç oğlu ile İstanbul’da yaşıyordu. Dördüncü oğlunu, karısını, kızını, öksüz kalmış kuzen kızını Ankara’ya yollayıp, başından atmıştı. Türkiye çapında zengindiler. Ankara da yedek parça mağazası açıp, Alkolik oğlunu esas büyük işlerden uzak tutuyordu. Bizim mahallede yan yana iki Ankara evi satın almış, o zaman bize çok büyük gelen bir bahçe ile de bu evleri çevrelemişti.
Kendisinin ise, İstanbul’da Boğaza nazır bir köşkte, başka bir kadınla yaşadığı söyleniyordu.
Evlerin birinde alkolik oğlan, karısı ve küçük çocukları Sadri (biz ona Sadriş derdik) diğer evde ise Anne, kızı Meral ve kuzen kızı Elif oturuyordu. Biz mahalleli onlara ‘İstanbullular’ derdik. Meral abla çok güzel bir kızdı. Uzun boylu ve incecikti. Bembeyaz teni, koca koca siyah gözleri vardı. Saçları da simsiyahtı. İki kalın örgü yapar, sepet gibi başının üstünde toplardı. Elif abla ise, Meral abladan üç dört yaş daha büyük, kıvırcık kızıl saçlı, yeşil gözlü, çilli, biraz da tombik bir kızdı. Kolları, bacakları bile çilliydi. Aslında çiller onu çok şirin yapıyordu ama, Elif abla hiç sevmezdi.
Anne ailenin direğiydi. Alkolik oğlunu, gelinini, torununu ve kızları o idare ediyordu. Oğlu kafasını evden çıkarmaz, sürekli sarhoş yaşardı. Yedek parça mağazasında düzen kurulmuştu. O çalışmasa bile, dükkanı döndüren vardı. Ailenin kıymetlisi ise, torun, Sadriş di. Sanırım bizden birkaç yaş daha küçüktü. Sarışın, mavi gözlü, sıska, hastalıklı gibi bembeyaz bir çocuktu. Hepimiz tozda toprakta oynarken, o pencereden bakar, sokağa hiç çıkarılmazdı. Sadriş’in eğlendirilmesi istendiği zaman
bizler bahçeye çağırılırdık. İştahsız, zorla yemek yiyen bir çocuktu. Tek o yemek yesin diye, bahçeye koca bir masa kurulur, yemeklerle donatılır, bütün mahalle çocukları çağırılırdı. Sadriş daha bir lokmayı ağzında dolandırırken, bizler yemekleri siler süpürürdük. Öğlen uykusunda bile, Sadriş, mahalleli çocukları isterdi. Bu uykuya alışık olmayan bizler, onun uyumasını dört gözle bekler, uyur uyumaz da kendimizi, muzurluk yapabileceğimiz kendi topraklarımıza atardık.
İstanbullular da mazbut ve mutaassıp aile idiler. Mesela eve kitap, gazete, mecmua girmesi yasaktı. Meral abla ise tam bir kitap kurdu idi. Ne yapıp edip, kitap ve mecmuaya ulaşırdı. Biz o zamanlar çok ünlü olan ‘’Yelpaze’’ isimli bir mecmuanın abonesi idik. İçinde İtalyan bir ressamın çizdiği, dünya güzeli kızların ve oğlanların olduğu ‘’arkası yarın’’ gibi hikayeler vardı. Evimizde ise kitap doluydu. Eğer okunacak kitap yoksa, yukarı sokaktaki eski kitapçıdan kiralardık. En çok ta annem okurdu. Meral ablanın bir işaretiyle bir iki kitap ve Yelpaze mecmuasını elbisemin altına saklayıp, yasak bölgeyi başarıyla geçer, Meral ablanın zulasına yerleştirirdim. Bahşişi bol bir işti. Bir iki yakalanmışlığım oldu ama, ne ben ne de Meral abla bu işten vazgeçtik
Annenin bütün korkusu kızların okuması halinde kötü yola düşme ihtimaliydi. Elif abla ise daha çok ev işleri ile ilgilenirdi. Bazen da güllerle süslü bahçedeki sedirin üstünde giyinmiş ve süslenmiş olarak, Meral ablayla nakış işlerken ve kıkırdaşırken görürdük.
Bir gün Meral ablanın evleneceğini duyduk. Ama o bir yere gitmeyecek, damat ‘’iç güveysi’’ gelecekti. Koca bahçede düğün hazırlıkları başladı. Aşçılar geldi. Zerdeli pilavlar, kuzu döndürmeler, envai çeşit tatlılar, saz heyeti, çengiler, her şey vardı. İstanbul’dan diğer kardeşleri, hatta babası bile geldi. Bizim mahalle için ise olağanüstü bir gündü. Hepimiz davetliydik. Herkes bayramlıklarını giydi, süslendi, erkekler sinekkaydı tıraş oldu. Aşağı mahallede domates, salatalık, biber, patlıcan bostanı olan Bulgar göçmeni Osman amca bile kravat taktı.
Damadı bir arabayla getirdiler. Yanındakiler de şık bir bavul taşıyordu. Zarif, yakışıklı, eğitimli hoş bir genç adamdı. Meral abla ise Yelpaze Mecmuasındaki kızlar kadar güzel bir gelin olmuştu. Ama gözlerinde belli belirsiz bir korku ve mutsuzluk vardı. Elif abla da mutsuz görünüyor, adeta sürünerek hizmet ediyordu.
Mahallenin ‘’Peri Masalı’’ gibi dediği düğün bitti. Herkes evlerine dağıldı. Dedikodusu ise haftalarca sürdü.
Sonraları damadı her sabah çıkıp, akşam eve dönerken görüyorduk. Sanırım yedek parça mağazasının başına getirilmişti. O da mutsuz görünüyordu. Başı önünde, ayağını sürüye sürüye yürür, onu kimse uğurlamazdı. O da hiç geriye dönüp, pencereye bakmazdı. Sanırım bu durum birkaç yıl sürdü. Meral ablayı artık pek göremiyorduk. Benden kitap, mecmua bile istemiyordu.
Nihayet bu mazbut evin de diğer kapısı bizlere açıldı. Meral abla damatla hiç beraber olmamış, değil aynı yatağı, aynı odayı bile paylaşmamıştı. Annenin gayretlerine, Muazzez teyzenin bulduğu büyücülerin uğraşılarına rağmen, Meral abla, kocasını reddediyor, zora gelince de Elif ablanın odasına girip, kapıyı kilitliyordu.
Bir sabah damadı, o ilk geldiği günkü şık bavulu elinde evi terk ederken gördük. Ertesi gün nedense Elif abla da sessiz sedasız evden uzaklaştırıldı. Meral abla ise arkasından günlerce gözyaşı döktü.
Mahalleli aralarında
-Meral’le, Elif birbirlerine aşıktı, bu evlilik bu yüzden yürümedi diye konuşuyorlardı
Bunun ne demek olduğunu ise seneler sonra anladım.
FAHRİYE ABLALAR
Onun da lakabı yoktu, ama silik ve özelliği olmadığı için değil, çok renkli olduğu, nasıl bir lakap verilmesi gerektiğinin mahallece bilinmemesinden kaynaklanıyordu. Aslında ‘’Fahriye Ablalar’’ lakap sayılırdı. Evli olmasına rağmen Fahriye Ablanın kocasının esamisi okunmuyor, her şey Fahriye Ablanın etrafında dönüyordu. Yeni evli sayılırlardı. Evin geçimini kocasının ailesi sağlıyordu. Bizim mahallede iki göz oda tutmuşlar, uzun zaman için plan yapmayı, kocasının askerliği sonrasına bırakmışlardı. Mahallenin ritmine uyup, onlarda mazbut bir yaşam tarzı benimsemişlerdi. Fahriye Abla öyle namazında niyazında değildi ama, kocası gün içi namazlarını bile mahallenin camisinde kılardı. Meskeni evden çok camiydi. Hele Ramazanda camiden hiç çıkmaz, namaz üstüne namaz kılardı. Bizim evde erkek olmadığı için, ramazan akşamları teravi namazı zamanı, Fahriye Ablanın uğrak yeriydi. Hemen örgüsünü kapıp, bize gelirdi. Kocasının aksine çok şen şakrak, hayat dolu bir kadındı. Annemde ise hikaye boldu. Çalıştığı iş yerinde veya gittiği yerlerde başından geçenleri öyle anlatırdı ki hepimiz heyecanlı bir film seyrediyormuşcasına soluklarımızı tutar, dinlerdik. Bir İstanbul macerası vardı ki halen hayalimde ki İstanbul, annemin anlattığı o İstanbul’dur. Dönem, mahallede kimsenin İstanbul’u görmediği, ancak şanını duyduğu dönemdi. Macerası Ankara Garında başlıyor ve İstanbul’da son buluyordu. Annem sudan bir bahane bulup, İstanbul’a gitmeye karar vermişti. Aslında bahane hiçte inandırıcı değildi ama, Annemin İstanbul’a gidesi vardı. Ankara garından Haydarpaşa’ya kadar olan yolculuğu ayrıca bir hikaye olurdu ama, en heyecanlı dinlediğimiz kısmı, Haydarpaşa’ya indiği andı.
Radyo haberlerinde biz de duymuştuk. İstanbul’u sis basmıştı. Annem trenden indiğinde ise göz gözü görmüyordu. Haydarpaşa’nın merdivenlerinden inerken son basamakta kalmış, denize düşerim korkusuyla daha ileri gidememişti. Martıların çığlıklarını, gemilerin vov, vov sesini duyuyor ama, kendilerini göremiyordu. O anlattıkça biz sis perdesinin arkasındaki İstanbul’u, denizi, vapurları hayalimizde canlandırmaya çalışır, annemi ise bir masal kahramanı gibi hayran dinlerdik. Cami siluetlerini, Galata Köprüsünü, Ayasofya’yı, TopkapıSarayını ‘’Alis Harikalar Diyarı’’na atlamış gibi görürdük. Hilton, aman Allahım, o nasıl bir binaydı, o nasıl bir bahçeydi, her noktasını artık biliyorduk. Mahallede kimsenin görmediği, ilk defa annemin geçtiği otelin döner kapısı ise ‘’Ali Baba ve Kırk Haramilerin’’ ‘’açıl ya Susam Açıl’’ı gibiydi. Lobi, aynalar, asansörler ise, bizim küçük hayal dünyamız için çok fazlaydı.
Fahriye Abla da bizimle beraber bu maceraları dinler, aynı hayal bahçelerinde birlikte koştururduk.
Bazen onun kendi mütevazı evinde mutlu olamamasında bizim hareketli, maceralı ve canlı evimizin ve kendi başına hayatla mücadele eden annemin rolü varmıydı diye düşündüğüm olur.
Fahriye Ablanın tekdüze yaşamı, kocası askere gidince değişti. Bu değişiklik önce giyiminde kendini göstermeye başladı. İncecik beline oturmuş, çok şık döpiyesler giyiyor, takımı, çok güzel farbalalı bulüzlerle renklendiriyordu. Düz ayakkabıları atmış, yüksek topuklu ayakkabıları tercih eder olmuştu. İpek çoraplarının üstüne ise o günkü bulüzünün rengine uygun şoset çorap giyerdi. Bir iş yerinde çalışıyor gibi, sabah dokuzda çıkar, akşam altıda geri dönerdi. Hepimiz onu bir Devlet Dairesinde çalışıyor zannederdik. Akşamları ve hafta sonları evindeki mazbut yaşantısına devam ederdi. Ancak mahalleli, arasında mırın kırın etmeye başlamıştı. Onun başka işler çevirdiğini düşünüyorlardı.
Bu durum kocası askerden dönünceye kadar devam etti. Kocası askerden dönünce onu bir ay içinde boşadı. Mahkemede Fahriye Ablanın lehine şahitlik eden tek komşu annemdi.
Onun mazbut evinin içindeki diğer kapı bizlere açıldığında ise gördük ki, Fahriye Abla, gündüzleri ‘’Genel Evde’’ çalışıyor, akşamları ise evine dönüyordu.
Doğal olarak mahalleli onu, ‘’Mazbut Mahalleyi’’ terk etmeye mecbur bıraktı.
Sonraları biz başka semte taşındığımızda seyrekte olsa her zamanki gibi şık ve temiz giyinmiş olarak ziyaretimize gelirdi. Biz de onun mesleğini bildiğimizi hiç yüzlemez, Ahmet Muhip Dıranas’ın;
‘’Ne Güzel Komşumuzdun Sen Fahriye Abla’’ şiirini okur, ona şuh kahkahalar attırırdık