RİN TİN
Siz hatırlamazsınız diye başlayınca bilin ki eskilerden bahsedilir ve defterimizin "anılar" başlığı altında değerlendirilir.
Hakikatten birçoğu anımsayamaz bizim zamanlarımızı.
Biz sokaklarda memleketi kurtarmak için memleketin çocuklarıyla kavga edip saç baş yolarken, birçoğunuz daha dünyaya gelmemişti eminim.
O zaman antenler verici istasyonlarına göre ayarlanırdı. Uzun demir boruların ucuna monte edilmiş antenleri ayarlamak için damlara çıkanlardan düşüp ölen olduğunu bile hatırlıyorum.
Biz her gün vatanın bağımsızlığı için çocukken beraber çamurların içerisinde oynadığımız arkadaşlarımızla kavga eder, memleketin selameti için kurtardığımız mahallelere girmelerine engel olurduk.
Hem de ne engel.
Kafa kol kırılırdı, bıçaklanırdı mahalleye girmek isteyen bağımsızlık düşmanları. Anneleri ne kadar " Oğlum Erol bırakın Cafer eve gelsin ilaçlarını içsin de yine gider" diye yalvarsa da biz memleketimizin selameti için asla kabul etmezdik.
Evde pısırık tırsak hallerimiz, baba dayağı korkusundan sessiz ve efendi hallerimiz sokağa çıktık mı değişir, her birimiz adeta avını parçalamaya hazır bir aslan kesilir, sokak girişlerini tutanlara verilen silahları belimize takınca da kendimizi "Çe Guvera" zannederdin en havalısından.
Mahallede bize âşık kızların mektuplarını geri çevirir, asla camlardan bize bakıp işmar eden kızlara mukabele etmez, mahalleniz zibidileriyle gönderilen pastayı keki midemize indirir, yine "namus borcu" olan bir gün tam bağımsız olacak olan ülkemizin topraklarını hainlerden korumak için partimizin yüksek istişare kurulu üyesinin dediklerini harfiyen yerine getirir ve bundan anlatılmaz bir zevk ve gurur duyardık.
Şunu idrakindeydik ki bu ahval ve şartlarda “aşka asla yer yok” tu anasını satıyım. Yer yoktu da be o esmer kızı ayakta mı bekleteyim?
O zaman daha çıkmamış hatta ne zaman çıkacağı hususunda endişelerimizi had safhada tutan bıyıklarımıza ait mahalleri ideolojimizin gerektirdiği şekilde sıvazlar kızartıp komik hallere düşerdik.
Yurtsever arkadaşlar bir araya gelir ülkenin içerisinde bulunduğu kötü koşulları değerlendirir ve üzüntüden kimin kafasını kıralım diye düşünmeye başlardık.
Ülkemizi sömüren süper güçlerin ve batılı emperyalistlerin halkımızı aç bırakmak için yönetimlere getirdiği kukla başbakanların ve hain ajanların intikamının içimizde yarattığı hırs ve öfkeyi bir nebze olsun boşaltmak için Emine teyzenin oğlu Cafer’i, İlkokul öğretmenim Adil bey’in oğlu Adnan’ı ve yanında gezen iki tıfıl halk düşmanı yerli işbirlikçiyi bir güzel benzetir, çocuklarının dayak yerken çıkardığı sesleri duyup ellerinde terlikle dışarıya fırlayan annelerinin korkusundan aceleyle kaçıp, örgütümüzün emin ve muhafazalı kulübesine atardık kendimizi çaresiz.
Ve o günün değerlendirilmesinde yapılan eylemler başlığı altında “ mahallemizin yakınlarında halkımızın desteklediği faaliyetlerimizi icra ederken yakalanan ajan provokatörler devrimci güçlerimizin müdahalesi sonucu püskürtülmüş ve casusluk amaçlı faaliyetleri etkisin hale getirilmiştir” dedik mi var ya....ağzımızın suyu akardı billahi.
O ulusal menfaatleri korumak ve gerçekten tam bağımsız olmak için yaptığımız kavgalarda benim en hoşuma gitmeyen emine teyzenin oğlu Cafer’in sümüklerinin ellerime sürülmesi ve kız kardeşi Mine’nin beni ısırmasıydı. Yurt savunmasında en gıcık olduğum olay buydu.
Ulusal savunma esnasında ülkedeki gelişmelere ayak uydurmaya çalışıyorduk bütün örgüt olarak. Konuşmalarımız tam bağımsızlık mücadelesi yıllarında oldukça değişmişti. Artık birbirimize hitap ederken isimlerimizi ağzımıza almıyor, ustaca bir güvenlik önlemi olarak “kod” adlar kullanıyorduk. Mesela Niyazi’nin adı “ Kastro” idi. Muzaffer ısrar ve inadını kıramadığımız için hepimizin talip olduğu “Çe” kod’unu almıştı. Nazım biraz büyüktü ve ona “ Spartaküz” diyorduk.
Ekip çoğaldıkça kod isimlere olan ihtiyaç artıyordu ve bu vazife bizzat şahsıma tevdi edilmişti. Bu sebeple ben de kalın ve anlamadığımız bir terminoloji ile yazılan fikir kitaplarımızı karıştırıp oradan kod adı olabilecek kavramları çıkartıp arkadaşlara veriyordum. Bir ara çok sıkıştığımı itiraf edeyim, zira hem isim bulmakta zorluk çekiyordum hem de verdiğim isimler bazı arkadaşlar tarafından beğenilmiyordu.
Bu sebeple evdeki ansiklopedileri karıştırıp değişik ve hoşa giden isiler arıyordum.
Bu konuda en çok babamın bilgilerimiz arttırmamız için taksitle aldığı “Hayvanlar Ansiklopedisi” nden faydalanıyordum. Bir de her hafta gazete büfesinin önünde almak için saatlerce beklediğim “GırGır” adlı mizah mecmuasının çizgi karakterlerinin isimlerini kullanıyordum.
Mesela örgütümüzün istihbarat sorumlusu ve mahallemizin en dedikoducu ablasının oğlu Bedirhan’ın kod adı “Muhlis bey” idi. O ismin kendisinin “kod” adı olduğunu söylediğimde bana “ kim la o?” demişti. Ben de “Türkiye’de bağımsızlık mücadelesini ilk başlatanlardan biri” deyip savmıştım.
Örgüt içinde en sessiz olan Mahmut’un kod’u “ Rin Tin” di ve bir adet “Tin” eksik olduğundan kod ismini Red Kit’teki sefil köpek Rin Tin Tin ‘den geldiğini anlayamamıştı.
Her gün toplaşıyor ve kararlar alıyorduk. Başımızda çok değerli ağabeylerimiz vardı. Onlara özeniyorduk.
Tavırlarındaki yurtseverlik ve samimiyet, gür ve ağız çevresi sigaradan sararmış bıyıklarıyla ve konuşmalarını anlayamayışımız onları gözümüzde büyütüyordu.
Ta ki yurtsever büyüğümüzü elleri kelepçeli polislerin arasında görüp barikattan çıktığımız zamana kadar.
Polislerin arasında başını bir o yana bir bu yana atıp ilerliyordu yurtsever abi, başı önde suratı kıpkırmızı kesilmişti.
Biz bütün yurtsever arkadaşlarla barikattan çıkıp polislerin yanına vardığımızda kalbimizin sesleri dışarıdan duyuluyor, çarpıntısı ise fark ediliyordu nerdeyse.
Polislere “ bırakın yurtsever abiyi, siz emperyaliz ajanları yakalayın” diye haykırdığımı anımsıyorum. Zira yediğim cop darbesiyle yere yıkıldım. O sırada Polis karakolunun yanına kadar yürüdük elleri kelepçeli abimizi götüren düzenin adamlarıyla beraber.
Karakolun kapısına vardığımızda kapıda bekleyen polislerden biri arkadaşlarına “ Bu mu o kadınla basılan çocuk” demez mi?
Biz önce anlamadık. Bütün ekip yüz yüze baktık.
Yüz kalmamıştı da aslında kırmızı turplara baktık sanki.
YORUMLAR
Tarih koktu sayfan sayın abim. Sarı sayfalı eskimiş bir eserden alınan etki ile limoni bir tat verdi yazdıkların, gülsem mi bilemedim.
saygılarımla ellerinden öperim.
erolabi
desene biz de tarih olucaz yakındır...
Sevgilerimle..
12 Eylül 1980 öncesini o kadar güzel anlatmışsınız ki yazıyı bir solukta okudum. Feleğin çemberi denilen o çemberden biz de geçtik. Allah o günlere bir daha döndürmesin...Bu gün gülerek okuduğumuz bu hatıralar o günlerde maalesef bir dehşet senaryosuydu...Çok güzel kaleme almışsınız.Tebrikler
Selam ve saygılarımla.