- 1335 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hediye
Onu, 1963 yılı Eylül’ünde, Münih’e giden ‘’işçi treninde’’ tanıdım. Vatanımızda bulamadığımızı, uzak ellerde aramak üzere, Almanya’ya gidiyorduk. Hepimizi, dişlerimize kadar muayene etmişler, elimize kumanya torbalarını verip, sekiz kişiyi bir kompartımana tıkarak, yollara salıvermişlerdi. Sekiz kadın. Hepsi genç. Türkiye’ deki hayallerini bitirmiş, yeni umutlara kanat açmışlardı. Hepsinin ayrı bir hikâyesi vardı. üç gün üç gece süren yolculuk boyunca, birbirimize hayat hikâyelerimizi anlatmış, Münih’e varmadan sanki en yakınımızmış gibi, birbirimizi tanımıştık
Her zamanki aceleciliğim nedeniyle, ilk önce trene binen bendim. Pencere kenarına oturup, gelenleri seyretmeye koyuldum. Yavaş, yavaş kompartıman dolmaya başladı. Gelen kadınların gözlerinde, hüzün ve umut bir arada okunuyordu. Geçirmeye gelenlerle vedalaşıyor, telaşla yerlerine yerleşiyorlardı. Hayatlarına yeni bir sayfa açmanın belirsizliğinde, kendilerini adeta kadere teslim etmişlerdi. Değişik kültürlerden, değişik eğitimlerden gelmişlerdi amma, amaçları aynıydı. Yeni ufuklar.
Kompartıman hemen, hemen dolmuştu ki, görmüş geçirmiş olduğu her halinden belli, orta yaşlı kadının yanında, bir genç kız göründü. Ufak tefekti. Kıvır, kıvır siyah saçları vardı. Kocaman siyah gözleri, öyle ürkek bakıyorlardı ki ıslaklığından, biraz evvel ağladığını anlayabilirdiniz. Sıskacık vücudu bir çocuğu andırıyor, kocaman hüzünlü gözleri, kavruk yüzünde sanki başkasınınmış gibi duruyordu.
-Kızım iyi yolculuklar, kendini yetiştir, Almanca öğren, dedi kadın. Ve hızla, sanki bir yükten kurtulmuşçasına, koşarak garı terk etti. Kompartımana girerken, genç kızın da gözlerinde, kurtulmuşluğun ifadesi vardı.
-Hediye, dedi güvensiz bir ses tonu ile. Belli ki, annesi için, bir ‘’hediyeydi’’ o. Öyle küçüktü ki, rahatça aramıza sıkıştı. Sekiz kişinin, bir kompartımanda uyumasının nasıl mümkün olacağı düşünülürken ;
-Ben alışkınım, çocukken, köyde kardeşlerimle beraber, küçücük bir odada yatardık, dedi. Annesi onu doğururken ölmüş. O zaman anladım ki annesinden bir’’ hediyeydi,’’o.
Kadınlardan biri koca dayağından kaçıyordu. ‘’Seni aldıracağım’’ diye, kocasını ikna etmiş, amma hiç o niyette görünmüyordu.
- Oralara bir yerleşeyim, derhal boşayacağım, inşallah, dedi.
Biri hariç, diğerleri, yoksulluktan yollara düşmüşlerdi. Kazandıkları paraları memlekete göndermek istiyorlardı. Kimi çocuğunu, kimi yavuklusunu, kimi de ana, babasını geride bırakmıştı
-Sacide, diyerek, şen şakrak kendini tanıtan ise, belli feleğin çemberinden geçmiş biri idi. Bizler kadar genç değildi. Otuzlarında filan görünüyordu.
-Hayatımı yaşayacağım, baba, ağabey, çevre baskısından bıktım, dedi. Onu Münih’e kadar bir daha hiç görmedik. Diğer vagondaki Türk erkek işçilerle arkadaşlık kurmuştu. Bizim yanımıza Münih’e inerken eşyalarını almak için uğradı. Neyse ki onun çapkınlığı, bizim işimize yaramış, sekiz kişi yerine, yediye inmiş, daha rahat oturur olmuştuk.
O yan vagonda ki Türk erkek işçiler de bir alemdi doğrusu. İstisnasız, hepsi takım elbiseli ve kravatlıydılar. Ama bu kıyafetleri, öyle eğreti duruyordu ki ‘’biraz evvel, poturumu ve şalvarımı çıkardım’’ der gibi bağırıyordular adeta. Onlar da kavruk tipler di. Esmer, çoğu bıyıklı. Esmer erkeklerin, neden bıyık bıraktıklarını hiç anlayamamışımdır. Bıyık, daha da karartıyor suratlarını. Erkeklerimiz, birden, kadınlar vagonuna sahip çıkmışlar, sanki bizi, koruma altına almışlardı. Durakladığımız istasyonlarda, bizi gözleriyle takip ediyor, aşırı davranışta bulunanları uyarıyorlardı. Biz, onların, trende ki namusları idik. Trende iken onların namusunu kirletemezdik. Buna izin vermezlerdi. Halbuki, Münih’ten sonra, herkes Almanya’nın muhtelif kentlerine dağılacak, kimse kimseyi bir daha görmeyecekti. Ama hayır, o üç gün, onların korumasındaydık. Sacide’yi de, herhalde, kendi kompartımanlarında, bir güzel koruyorlardı
Kompartımanın bir tarafında dört, karşı tarafında ise üç kişi oturuyor, zaman zaman nöbetleşerek, üç kişilik tarafa geçip, biraz kestiriyorduk. Hediye önceleri çok sessizdi. Uyku sırasını bitirip, dört kişilik tarafa otururken;
-Kurtuldum, kaç sefer kurtuldum zannetmiştim amma, bu sefer cidden kurtuldum dedi.
-Neden kurtuldun? Diye sordum.
-Her şeyden. İlk defa, bu kadar rahat uyudum.
-Bu, küçücük kompartımanda mı? Diye hayretimi saklamayarak sordum.
Uzun uzun uzakları seyrediyormuş gibi baktı ve yüzünde hafif bir tebessümle, tekrar uykuya daldı. O kavruk yüzü, sanki, aniden parladı, pembeleşti ve güzelleşti.
Sabah olmak üzereydi. Henüz, gecenin karanlığı kaybolmamış, sabahın ilk ışıkları ise yeni güne hazırlanıyordu. Pencereden dışarısını seyrediyordum. Bulgaristan topraklarındaydık. Sanki bizim Anadolu kentlerinden geçiyor gibiydik. Yollarda, gurup gurup, ellerinde aletlerle, karanlıkta, kadın işçiler yürüyorlardı. Birden ürperdim. Bu kadınlar, bu kadar erken, sabahın ayazında. Şairin dediği gibi ‘’yaşamak zor zanaat’’ idi. Gün ağardıkça, her şey daha net görünmeğe başladı. Sokaklarda kimseler yoktu. İstasyonlarda ise, mutsuz yüzlü erkekler, trene bakıyor, uzatılan bir sigarayı, bir gazeteyi korkuyla alıyor ve hemen uzaklaşıyorlardı. Gün ilerledikçe, tren yolu boyunca, ufak evlerin önünde oturan, yaşlı kadın ve erkekler, beraberlerinde küçük çocukları gördüm. Genç ve orta yaşlılar ortalıklarda yoktu. Belli ki tarlalarda, fabrikalarda idiler. Bulgaristan önümüzden işte böle, siyah-beyaz geldi, geçti.
Uzun saatler alacak Yugoslavya’nın ( o zamanlar Yugoslavya deniliyordu) ise Bulgaristan’dan pek farkı yoktu. O da siyah-beyazdı, tek farkı ise, bolca yapılmış, çirkin görünümlü, işçi bloklarıydı. Dışarıda ilgimizi çekecek pek bir şey olmadığından, koyu bir sohbete dalmıştık.
En çokta Hediye konuşuyordu. Bazen neşeli, bazen hüzünlü, anlatıyor, anlatıyordu. Yıllarca susturulmuşluğundan intikam alırcasına
-Hiçanne sütü emmedim, dedi.
Annesinin beşinci çocuğuydu ve onu doğururken ölmüştü. Yıllarca, o akrabada, bu akrabada büyütülmüş, 3-4 yaşına gelince de babasının üç çocuklu, imam nikahlı eşinin yanına yollanmıştı. Kendi kardeşleri, üvey kardeşler, baba ve analığı ile 12 yaşına kadar tam bir dram yaşamıştı. Analığı, masallardaki üvey annelere rahmet okutacak nitelikteydi. Seneler içinde diğer kardeşler evlatlık verilmiş, arkalarını arayan soran olmadığı için, nerede oldukları, ne yaptıkları meçhuldü. Hiç okula gönderilmedi. .Analığı isterik bir tipti. Hediye’yi sürekli döver, haksız olduğu durumda bayılma nöbetleri geçirerek, olayı lehine çevirirdi. Sürekli saçlarından çekiştiriyordu. Hediye, o kıvırcık saçlarını dibinden kazıtmak zorunda kalmıştı, tutup çekiştirmesin diye. Zamanla iki üvey erkek kardeşinin tacizi de başlamıştı. Yatağa girer, kardeşlerin biri tarafından dehşet içinde uykudan uyandırılırdı. Bu durumunu, ne analığına ne de babasına anlatabiliyordu. Çünkü onların inanmayacağını çok iyi biliyordu. Bu işkence, oniki yaşına, ta ki Ankara’da yaşayan bir paşa ailesi, onu yanlarına alıncaya kadar sürdü.
Yugoslavya’yı bitirmek üzereydik. Avusturya sınırında tren durdu. Pencereyi açıp dışarıya bakmak istedim. Hediye’nin hikâyesi, Yugoslavya’nın insansız, renksiz, köy ve kentleri üstüme üstüme gelmiş, nefessiz kalmıştım. Birden iki ülke arasıdaki fark tokat gibi yüzüme çarptı. Doğa bile farklıydı. Yüz metre ileride, sanki iklim atlıyorduk. Çimler, ağaçlar, çiçekler, rengârenk boyanmış binalar, tertemiz üniformalı, güler yüzlü polisler, inanılmaz geldi bana. Her iki ülke sınırındaki telefon kulübeleri bu farkı en iyi şekilde gösteriyordu. Bir tarafta boyasız, kapısı kırık, toprak zemin üzerideki telefon kulübesi, diğer tarafta ise, tertemiz, dört tarafı camla çevrilmiş etrafı çiçekli telefon kulübesi. Yugoslavya sınırındaki sıska sokak köpeğinin, hüzünlü bakışlarını geride bırakarak, umutlara daha yakın, neşeyle Avusturya topraklarına attık kendimizi. Tanrım bu fark neydi? Fakirlik mi? Eğitimsizlik mi? Yoksa rejimlermiydi.
Tren, ışıklı, temiz Avusturya garlarını bir bir geçerken, kasvetli havayı üzerimden attım. Hediye’ye şöyle bir baktım. Güzel kentleri görmek onu da neşelendirmişti. Artık, ondan daha hoş anılar bekliyordum. Nede olsa eğitimli, görgülü, varlıklı bir paşa ailesinin koruması altındaydı. Ne yazık ki çok aldanmıştım.
Köy evinden, emir subayınca aldırılmış, Ankara’ya getirtilmişti. İlk defa, büyük şehir görüyordu. Gözleri daha da büyüyerek seyrediyordu etrafı. Öyle evimden, yuvamdan ayrıldım diye bir hüznü yoktu. Sevgi ortamında büyümediği için, hasret duyacağı bir şeyde yoktu. Kendini başkalarının ellerine koşulsuz terk etmiş, onlar nasıl isterse öyle yaşıyordu. Daha paşa evine girmeden yıkattırıldı, giysileri değiştirildi. Saçlarına bu defa, analık korkusundan değil, bilmediği bir nedenle, erkek tıraşı yapılmıştı. Hiç konuşmuyordu. Kimsede ona bir şey söylemiyordu. Askeri disiplin gereğince, verilen emirler uygulanıyor, bu kavruk köy kızı, eve girecek duruma getiriyordu. Öyle şefkat ve sevgi yoktu, ama itilip kakılmıyordu da. Nihayet bir emir eri nezaretinde, Ankara’nın gözde semtlerinden birindeki büyük paşa evine bırakıldı. İşte o an ürktü. Hiç böyle güzel ve büyük ev, böyle möbleler görmemişti. Küçücük bedeni, küçüldü, küçüldü, nokta gibi hissetti kendini. Elini kolunu nereye koyacağını şaşırdı, saçlarına dokunarak rahatlamak istedi ama, dokunacak saç bulamayınca da eli boşluğa düştü. Kapının yanına oturttular. Temiz giyimli yaşlıca bir hanım;
-Adın ne kızım? Diye sordu.
-Hediye dedi, yere bakarak İnsanların gözüne bakarak konuşmaya alışkın değildi.
-Artık burada yaşayacaksın, uslu olur, söz dinlersen, rahat edersin, dedi kuru bir sesle ve emirerine;
-Götür mutfağa, karnını doyursunlar diye emretti.
O zamanlar, orduda ‘’emireri’’ kullanılıyordu. Paşa evinde ise bunlardan üç dört tane vardı. Askerliğini aslanlar gibi yapmak umuduyla, davul zurnayla uğurlanarak, orduya katılan Anadolu delikanlısı, birden kendisini, sıradan bir subay karısının kapısında buluveriyordu. Alış veriş yapıyor, çocuklara bakıyor, ev temizliyor, hatta icabında çocuk bezi bile yıkıyordu. İyi evlerde, tatil gibi askerlik yapanlar da vardı ama, bunlar azınlıkta idi. Kocalarının rütbelerini omuzlarına takmış subay karıları, istedikleri işte kullanıyordu, bu ezik ve devlet kapısında daima ürkek olan çocukları. Çok şükür ki bu yanlıştan dönüldü.
Öyle okutmak, eğitmek, ileride evlendirmek niyetiyle almamışlardı Hediye’yi. Evlat da edinmemişlerdi. Artık o, karın tokluğuna çalıştırılacak bir ‘’besleme’’ idi. Koca evde, sandık odasından bozma, penceresiz bir odada, bir divan ve dolap eşliğinde, 19 yaşına kadar yaşadı. Hep mutfakta yemek yedi. Hiç harçlık verilmedi. Hanımın taşınacak şeyleri olduğu günler hariç, hiç kendiliğinden sokağa çıkmadı.
Ailenin, iki şımarık kızı, bir de oğulları vardı. Tam hizmetçi muamelesi gördü hepsinden. Kızların eski kıyafetlerini giydiriyorlardı. Ama bu Hediye’nin hayatında giydiği en güzel elbiseler ve ayakkabılardı.
Düzenli ve iyi beslenme yaramış, buluğ çağına adım atmış Hediye yavaş, yavaş serpilmeye başlamıştı. İlk aylar geçtikten sonra, artık saçlarını öyle kısacık kestirmiyorlardı. Herkesten önce uyanıyor, kimse yatmadan da yatağına girmiyordu. Evin her türlü işini, yemek pişirme hariç (onu yapan aşçı bir asker vardı) o yapıyordu. Ama yine de hayatından memnundu. Dayak atan yoktu. Ev halkından ayrı statüde olduğunu biliyor, bunu da fazla dert edinmiyordu. Ta ki evin kıymetli oğlu onu fark edinceye kadar.
Sarışın, renkli gözlü, yakışıklı bir lise öğrencisiydi. ‘’paşa çocuğu’’ tabiri cuk oturmuştu ona. Şımarık, her dediğini yaptıran, annesi ve babası tarafından çok sevilen, arkadaşları tarafından hayranlık duyulan bir gençti. Evde kız kardeşleri hep ikinci planda kalırdı. Onun sevdiği yemekler yapılır, onun hoşlandığı gibi yaşanırdı. Ankara kolejlinde okuyor, babasının makam aracı ile okula götürülüp, getiriliyordu. Konservatuarın bale bölümünde bir kıza hayrandı. O zamanların kızları; erkek arkadaşları için ‘’düzeyli bir beraberlik yaşıyoruz’’ diyemezlerdi. Önce ‘’konuşuyoruz’’denilir, sonra ‘’çıkma’’ aşamasına gelinirdi. Ondan sonrası ise, söz, nişan ve evlilikti. Bu sıralamayı beceremeyen kızların adı çıkar, öyle evliliğe layık görülmezlerdi.
Paşa ailesinin bu debdebesi 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, daha da arttı. Baba, Memleket Yönetiminin bizzat içinde idi
Gerçi, Hediye, üvey erkek kardeşlerinden gece ziyaretlerine alışkındı. Ama bu paşa oğlu bir başka idi. Ailenin evde olmadığı zamanlar, onu zorla odasına sürükler, istediğini elde ettikten sonra, yine hizmetçi muamelesi yapmaya devam ederdi. Evin kızları, yabancı dil eğitimi veren, İstanbul’daki okullara yatılı gönderilmişti. Paşa ve karısı her gece davetlere katılır, gündüzleri ise paşanın hanımı, kuaförlerden ve moda evlerinden çıkmazdı. Bu da paşa oğluna yarar, her fırsatta Hediye’yi kullanırdı. Bu durum, yakalanıncaya kadar, senelerce devam etti. Hediye, kavruk vücudunda bu yükü zor taşır, ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez vaziyette odasında saatlerce ağlardı. Yakalandığı zaman ise, bütün suç Hediye’ye yüklenmişti. Oğulları ayartılmıştı. Hediye, onu kandırmış ve bu işi başlatmıştı. İlk defa ‘’palaska’’ dayağı ile tanıştı. Korku ille açık pencereye doğru koşup, kendini boşluğa fırlattığında, paşa onu eteklerinden son anda tutup, yukarı çekti. Ve bir hafta içinde Almanya’ya işçi olarak gönderilme işlemleri, tamamlattırılmış, eline üç beş kuruş harçlık ve pasaportu verilerek trene bindirilmişti.
Hediye artık, yeni hayatını kendi kuracak ve bu güne kadar olan talihsizliğini yenecekti.
Tren, Münih garına yavaş yavaş girdi. Hepimiz camlara yığılmış, dışarıya bakıyorduk. Muhteşem bir gardı. Sirkeci’den sonra bana saray gibi göründü. Tertemiz, pırıl pırıldı. Üniformalı taşıyıcılar, beyaz şapkalı ve önlüklü sandviç ve meşrubat satıcıları, düzgün giyinmiş aydınlık yüzlü insanlar, ilk gözlemlerimdi. İşte herkes umutlarının ülkesindeydi. Bundan sonra her şey çok güzel olacaktı. Bu şehir kadar güzel, bu şehir kadar temiz başlangıçlar bekliyordu hepimizi. Peki ama, daha önce Almanya’ya gelmiş, boş zamanlarını garlarda Trenleri seyrederek geçiren Türk işçilerinin gözlerindeki mutsuzluk ifadesi neydi? Neden geliyorlardı garlara, karşılayacak yolcuları yokken. Sonradan, bunun nedeninin ‘’hasret’’ ve ‘’dışlanmışlık’’ olduğunu anladım. Yeni gelen, tanımadığı Türkleri seyrederek vatan havasını alıyor, ancak onların arasında, kendilerini ‘’kendileri gibi’’ hissediyorlardı. Hemen bir Alman ekip tarafından karşılandık. Garın altında bir salonda tertemiz masalarda sandviçler ikram edildi. Biz bunları yerken, diğer şehirlere gideceklerin dağıtımı yapıldı. Bu işlemler yapılırken de, ne bir gürültü, ne de bir karışıklık oldu. Her şey saat gibi işledi. Ben, Hediye ve diğer üç arkadaş Münih’te kaldık. Kalacağımız yurda gönderilmek üzere, dördümüzü bir taksiye bindirdiler. Yol boyunca şehri hayranlıkla seyrettim. Diğerleri gibi, taşra kentlerinden değil, Ankara’dan geliyordum. Buna rağmen, sanki bir başka dünyada idim. Güzel binaların, büyük mağazaların, rengarenk vitrinlerin önünden geçiyorduk. Bir kavşakta ki göbek ise bu günkü gibi gözümün önünde. Göbeğin ortasında fıskiyeli bir havuz vardı. Etrafı ise kıpkırmızı lalelerle çevrilmişti. Bu cıvıl cıvıl neşeli kavşağın bana verdiği huzuru hiç unutmuyorum. Kaldırımlar, temiz giyinmiş insanlarla doluydu. Hemen hemen hepsi sarışın ve uzun boylu idiler. Doğrusu, Alman ırkını hep güzel bulmuşumdur. Ancak son zamanlarda yaşanan yabancılarla evlenmeler sonucunda, sarışın Alman ırkı giderek koyulaşmaya başladı. Bu da, herhalde, ırkçı Hitler’den doğanın aldığı intikam olmalı. Kalacağımız yurda yaklaştığımızda, bir genç kız gözüme ilişti. Doğal olarak sarışındı. Kırmızı, yakası siyah kürklü bir döpiyes giymiş, başındaki siyah kürk şapka ve uzun siyah çizmeler ile kıyafetini tamamlamıştı. Zarafetine hayran oldum ve ilk fırsatta, kendime böyle bir kıyafet almaya karar verdim. Yurtta odalarımıza dağıtıldık. Ben şans eseri, üç Alman’ın olduğu bir odaya düştüm. Bu nedenle, herkesten daha çabuk Almanca konuşmaya başladım. Hediye ise, Almanya’ya önceden gelmiş üç Türk bayanla odasını paylaştı. Dört günden sonra, ilk defa harika bir banyo yaptım ve tertemiz hazırlanmış yatağımda huzurlu bir uyku uyudum.
Hediye ile tekrar karşılaşmam ise, fabrikada oldu. Aynı atölyede idik. Hayatından çok memnun görünüyordu. Oda arkadaşları yardımcı olmuş, ona dört elle sarılmışlardı. İşi çok çabuk öğrendi. Öyle el becerisi gerektiren işleri yapmaya alışkındı. Kısa zamanda, verilen işi hızlı ve hatasız yapar oldu. Ama, doğru dürüst Almanca asla konuşamadı. Oda arkadaşları dahil hep Türkler ile arkadaşlık kurdu. Almanlara ise hiç yanaşmadı. Bence kendi dilini iyi konuşamayan ve grameri bilmeyen, yabancı bir dili, halk ağzında ‘’tarzanca’’ denilen şekilde öğrenebiliyor. O, tarzanca bile konuşamadı. Buna hiç gayret etmedi. İlk defa, kendi kararlarını kendisi veriyordu, buna ise hiç alışkın değildi. Hep yönlendirilmiş, hep güdülmüştü. İşte bu alışmadığı özgürlük, ayaklarını yerden öyle kesmişti ki, yere inişinin nasıl olacağını merak ediyordum. İlk haftalıklar alındığında, benden rica etti, birlikte alışverişe gittik. O günkü neşesini hiç unutmuyorum. Kendi parasıyla alınmış, beğendiği, vücuduna uygun elbiseleri ilk defa giyiyordu. O etekten bu cekete, o kazaktan bu kazağa koşuşturuyor, hangisini almak istediğine ise bir türlü karar veremiyordu. Yeni giysileri ile bambaşka biri olmuştu. Küçücük yüzündeki, koca koca siyah gözleri, ışıl ışıl parlıyor, içinde adeta güvercinler kanat çırpıyordu. Alışveriş sonunda, elinde rengarenk poşetler ile, uçarak yurdun kapısından girişi ise hafızamın bir köşesinde hala duruyor. Sonradan alıştı. Alışverişe yalnız gitmeye başladı. Özgüvenini kazanmıştı.
Sonraları, onu yalnızca fabrikada görür oldum. Oda arkadaşları ile çok senli benli olmuş, gece gündüz onlarla dolaşıyordu. Yurtta verilen Almanca derslerine hiç katılmıyor, diğer arkadaşlarla birlikte sinemaya gitme tekliflerimizi ise hep reddediyordu. Almancayı herkesten önce konuşabilir hale geldiğim için, beni fabrikada, diğer işçilerle iletişim kurmakta da kullanıyorlardı. Zaman zaman Hediye’nin şefi de rica eder, söyleyeceği şeyler için yardımcı olmamı isterdi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir hafta sonu arkadaşlarla gittiğimiz bir kulüpte, onu erkekli kadınlı Türk gurubunun içinde eğlenirken gördüm. Mavi bir mini eteğin üstüne, mavi beyaz çizgili denizci kazağı giymiş, saçlarını beyaz kürk kasketinin içine saklamıştı. Zaten büyük olan gözlerini öyle boyamıştı ki, sanki gözler, yüzünden taşmış gibi gözüküyordu. Dans etmeyi de öğrenmişti. O zamanın moda dansı ‘’twist’’ i yaparken bize mutlulukla el salladı. Öyle güzel, öyle şirindi ki, dikkat ettim, Alman delikanlılar da ona beğeniyle bakıyorlardı. Güzelliğin, mutlulukla bağlantısını ilk defa orada gördüm. İstanbul’da trene binen hüzünlü kızla arasında dünyalar kadar fark vardı. Bu kadar neşeli ve mutlu görünmesine rağmen ona bakarken içimde beliren endişeyi isimlendiremedim.
Münih çok güzel bir kenttir. İçinden bir nehir geçer. Etrafı ise yemyeşil ormanlarla çevrilmiştir. Kentin büyük parkları ise adeta koruluk gibidir. Tarihi ve modern binalar yan yana uyum içersinde eskiyi ve yeniyi yansıtır. Çevresindeki güzel göller ise eski Bavyera kralı Ludwig tarafından yaptırılmış, şahane saraylarla bezenmiştir. O sarayların bahçeleri gibi düzenlenmiş güzel bahçeler, bir daha hiçbir yerde görmedim. Hafta sonlarında, bazen bu sarayları gezer, bazen de Münih’in en büyük müzesi ‘’Alman müzesine’’ giderdim. Bir hafta sonu ise ‘’Dachau’’ denilen Yahudi toplama kampını ziyarete gittim. Öyle pek dehşet görüntüsü yoktu. Park haline getirilmiş ve çiçeklerle süslenmişti. Yakılan insanların milliyetinin bayraklarla gösterildiği fırında ise, iki de Türk bayrağı vardı. Türkiye de iken, bu dönemle ilgili çok kitap okuduğumdan, o dönemin acımasızlığını yansıtamadıkları için hayal kırıklığına uğradım. Sonradan, fabrikanın kantininde, arkadaşlarla Hitler’i ve toplama kamplarını konuşurken Hediye’nin;
-Hitler bizim neyimiz oluyor? sorusuna ise bugün bile kahkahayla gülerim.
Bazı hafta sonları ise, arkadaşlarla, nehir kıyısında mayolarımızla güneşlenirdik. Hepimiz Türkiye’deki yaşantımızdan daha özgür yaşıyorduk. Hafta sonları ‘’Dansing’’ lere gidiyor, kimseye bağımlı olmadan istediğimiz kadar dans ediyor, yine canımız istediği zaman, gecenin geç saatlerinde, korkmadan, yurtlara dönüyorduk. Erken uyanma sıkıntısı olmadığından, bu hafta sonu kaçamakları hem bize moral oluyor, hem de hafta başında yeniden rutine dönme gücünü veriyordu.
Yurtların bodrum katı çamaşırlıktı. Merdaneli çamaşır makinelerinden sonra, ilk otomatik çamaşır makinesini orada gördüm. Para atılarak çalıştırılır, havalandırılmış bir salonda ise, yıkanmış çamaşırlarımız kurutulurdu. Bir Pazar günü, çamaşırımı yıkamak için aşağıya indiğimde, Hediye’de oradaydı. O zamanlar çok yeni moda olan blue jean ve T-shirt giymiş, sanki, hemen bir yere gidecekmiş gibi makyaj yapmıştı. Kıpır kıpırdı. İçi içine sığmıyordu. Çamaşırın yıkanmasını beklerken;
-Aşık oldum. Dedi biraz utanarak. Şaşırdım.
-Belli oluyor, dedim. Söylemesen de bütün varlığınla haykırıyorsun aşık olduğunu. Dur sakinleş, anlat bakalı.
Beraber gezdiği Türk gurubunun içinde tanımıştı onu. Bir otomobil fabrikasında çalışıyordu. İstanbul çocuğuydu. Az çok okumuşluğu vardı. Hediye’ye göre çok yakışıklı idi ama, ben gördüğümde hiç de yakışıklı bulmadım. ‘’Güzel sevgili değil, sevgili güzeldir’’ sözü bu tabloya çok yakışıyordu.
-Geçmişimi bilmiyor dedi, endişeli gözlerle. ‘’Sakın siz de söylemeyin’’ der gibi bakıyordu.
-İlk defa birini seviyorum, ilk defa biri ile kendi isteğimle beraber oluyorum, dedi. Evleneceğiz, ev tutup yurttan ayrılacağız, çok mutluyum, inanamıyorum, aynı zamanda korkuyorum da, sanki rüyada gibiyim.
Ben de, onun adına mutlu olmuştum. Sevgi kelimesini, ilk defa kullanmış, ilk defa sevmiş ve sevilmişti. Annesinden, babasından, kardeşlerinden alamadığı sevgiyi ondan alıyor, kimseye veremediği birikmiş sevgisini de ona veriyordu. Bu mutluluğu binlerce kez hak etmişti. Yıkanan çamaşırlarını alel acele asıp, sevgilisi ile buluşmak üzere, arkasında şaşkın bakışlarımla beni bırakarak, uçarcasına, çamaşırhaneyi terk etti
Şimdilerde nasıl bilmiyorum ama, o zaman çok sert kış olurdu Münih’te Kasımda kar yağar, mayıs başına kadar kaldırımları bir daha göremezdik. Sabahları, gün ağarmadan yollara dökülür, yedide iş başı yapardık. Yurt fabrikaya yürüme mesafesinde idi. Altı buçukta fabrika yolu, sarınmış, bürünmüş hızlı hızlı yürüyen kadınlarla dolardı. Bu görüntü, bana hep, Bulgaristan topraklarından geçerken gördüğüm işçi manzaralarını hatırlatırdı. O gün, o işçileri seyrederken, ‘’rejimin acımasızlığı’’ gibi gelmişti. Şimdi ise, biz de Almanya’da sabahın ayazında çalışmak üzere yollardaydık. Kahvaltı yapmadan işe başlar, sabah 10’da kahve molasında, yanımızda getirdiğimiz sandviçleri yer, laflardık. O sabah Hediye, yine Türk arkadaşlarının arasında, hararetli hararetli konuşuyor, elindeki bir şeyleri onlara gösteriyordu. Gidip bende aralarına katıldım. Yine kıpır kıpırdı Mutluluğu küçücük vücuduna dar gelmişti. Blue Jean üstüne işçi önlüğünü giymiş, saçlarına rengarenk tokalar takmıştı. Hafif makyaj yapmış, güzel bir koku sürmüştü. Elinde ise, bir sürü fotoğraf vardı Fotoğrafları bana uzatırken, manikürlü tırnakları gözüme çarptı. Açık renk oje ile parlatılmış tırnaklarında ‘’besleme’’ olarak yaşadığı günlerden hiç iz kalmamıştı.
-Bak,nişanlım çekti bu fotoğrafları dedi. Hediye’nin, siyah, beyaz çekilmiş, fotoğrafları idi bunlar. İnanılmaz güzel, hepsi poster kadar büyütülmüş sanatsal fotoğraflardı. Bir an, daha önce nişanlısını küçümsediğim için, utandım. Demek ki hobileri olan ve sanatla ilgilenen bir gençti. Resmin biri, Hediyenin gözleri, diğeri ise dudakları idi. Yüzüne öyle tek tek hiç bakmamıştım. Gözleri malum, ama dudakları da çok güzeldi Hediye’nin. Diğer fotoğraflarda ise, yüzünün tamamı vardı. Işık ve gölgeler öyle güzel kullanılmıştı ki, sisler arasından sıyrılıp, aydınlığa süzülür gibiydiler. Bu fotoğraflarla Hollywood yıldızlarının güzelliklerine taş çıkarırdı Hediye. Gururla fotoğrafları gösteriyor, güzelliği ile övünüyordu. Biz de kendisini iltifatlara boğduk. O günden sonra, uzun süre görmedim Hediye’yi. Vardiyasını değiştirmiş, başka saatlerde çalışmaya başlamıştı. Sanırım nişanlısının çalışma saatlerine uydurmuştu kendisini. Eğer bir dostunuzdan, uzun zaman haber alamıyorsanız, biliniz ki o kişi ya çok mutludur, ya da çok mutsuz. Çünkü ancak bu iki ruh hali, insanları, dostlarından uzaklaştırır. Mutlu olduğunu bildiğim için bende fazla ilgilenmedim kendisiyle
Oda arkadaşlarım, üç Alman genç kızdı. Münih yakınlarındaki köylerden gelmişlerdi. Sanırım, temel eğitim dışında, başka bir eğitimleri yoktu. Onlarla yaşadığım dönemde, hiç gazete ve kitap okuduklarını görmedim. Yalnız bir tanesi, sürekli fotoroman okuyordu. Fotoromanı bitirdiğinde ağladığına bile şahit oldum. Ana dilleri dışında, hiçbir yabancı dili konuşamıyorlardı. İlk günler beraberimde getirdiğim Türkçe-Almanca sözlük sayesinde anlaşıyorduk, sonraları, onlarında yardımıyla Almancayı anlar ve konuşur hale geldim. Bana ilk geldiğim hafta; ‘’bak bu radyo, gördün mü?’’ diye ellerindeki transistörlü radyoyu gösteriyor, benim şaşırmamı bekliyorlardı. Onlara, radyoyu, seneler evvel gördüğümü, hatta, Türkiye’deki evimizde radyomuzun olduğunu söylediysem de inandırabildiğimi sanmıyorum. Çok temiz ve bakımlıydılar. Ama bizlerden ayrı temizlik anlayışları vardı. Makarna haşladıkları tencerede, külotlarını da kaynatıyorlardı. Almanya’da kaldığım sürede, üçü ile de iyi arkadaşlığım oldu. Onlar benden, ben onlardan, çok şey öğrendik
Yurdun girişinde, ziyaretçilerimizi karşıladığımız bir salon vardı. Odalarımızda ziyaretçi kabulü ise yasaktı. Hafta sonları, o salon dolar, herkes eşiyle, dostuyla sohbet ederdi. Bir arkadaşım ile oturup sohbet ederken, yan masada Hediye ve nişanlısını gördüm. Hararetli, hararetli tartışıyorlardı. Sanki o sihirli hava dağılmış, etraflarındaki büyü bozulmuştu. İkisi de çok endişeli görünüyorlardı. Hatta Hediye’yi bir ara, gözyaşlarını silerken fark ettim. Nişanlısının gitmesini sabırsızlıkla bekledim ve hemen yanına gittim.
-Çıkalım dedi, sana anlatacaklarım var.
Hemen yanımızdaki parka gittik. Yüzü çok solgundu ve göz makyajı biraz dağılmıştı.
-Hamileyim, dedi, hem mutlu hem de buruk bir sesle.
Çok şaşırmıştım. Belli etmeden;
-Olsun, nasıl olsa evleneceksiniz, dedim.
-Hemen evlenmek istemiyor. Aldırmamı istiyor, dedi korkarak.
Almanya’da kürtaj yasaktı. Türk kızları arasında, böyle örneklere rastlamış, Türkiye’ye giderek meseleyi hallettiklerini duymuştuk. Türkiye’ye gitmesine imkan yoktu. Ne gidecek bir ailesi, ne de kalacak bir evi vardı. Ayrıca da Türkiye’ye gidecek parayı da bir araya getirememişti. Kazandığı her kuruşu, bu güne kadar giyemediği giysilere, ayakkabılara harcamıştı. Ama, henüz umudunu da kaybetmemişti. Nişanlısı;
-Merak etme, bir çare buluruz, diyerek gitmişti.
-Yine ‘’kimseye söyleme’’ bakışları ile gözlerime baktı ve
-Benim de evim, ailem, çocuğum olacak mı? Diye sordu. Bu çocuğu daha şimdiden çok sevdim.
-Olur inşallah, merak etme, diye teselli etmeye çalıştıysam da, ikimizin de içine kara bulutlar yerleşmişti
Almanya’da çok yağmur yağar. Günlerce, hiç durmamacasına. Hep gridir o günler. Şöyle yağıp, açtığı hiç görülmemiştir. Yağar, yağar, yağar. O sular nereye gider hiç bilmem. Ne kaldırımlarda, ne de caddelerde su birikintileri olur. Çamur ise asla yoktur. Almanya’da kaldığım zaman içinde, ayakkabılarımın kirlendiğini hiç görmedim. Bu yağmurlar, bir de hafta sonuna rastlarsa, iyice çekilmez olur. Yağmurdan sonra açan güneş, beni ne kadar coşturursa da, hiç dinmeyen sinsi yağmurlar da o kadar hüzünlendirir. Böyle bir yağmurlu hafta sonu, penceremden dışarısını seyrediyor, kendimi sorguluyordum. Ne işim vardı buralarda. Her şey çok güzel olmasına rağmen, hep bir eksik vardı hayatımda. Hiçbir yeri ‘’benim’’ gibi hissetmiyor, ‘’evimdeyim’’ duygusunu hiç yaşayamıyordum. Almanya’da kaldığım dönemde, bu ülkeye, hep ucundan iliştirilmiş bir şekilde yaşadım. Bu karamsar düşüncelerle boğuşurken, Hediye’yi, sağanak yağmur altında, şemsiyesiz, sırıl sıklam, benim odama doğru koşarken, hayır yuvarlanırken gördüm. Perişandı, gözyaşları yağmur suyuna karışmış, saçlarından sular damlıyordu. Islak elbiseleri üstüne yapışmış, daha da küçülmüştü. Ne yapacağını bilmez vaziyette şaşkın şaşkın bana bakıyor, gözleriyle yardım diliyordu. Hemen oracıkta bayılıverecek sandım. Kuru giysiler verdim, sıcak çayını önüne koyup,
-Ne oldu, ne bu umutsuzluk, kendine gel, dedim.
Yeniden ağlamaya başladı. Nişanlısı gitmişti. Münih’i terk etmişti. Almanya’nın neresine gittiği ise meçhuldü. Ona kimse bilgi vermiyordu. Ne bir mektup, ne de bir not bırakmış, öylece yok olmuştu. Almanya’da yabancıydık, haklarımızın ne olduğunu ise hiç bilmiyorduk. Bu, kimsesi olmayan, üstelikte hamile olan kıza, nasıl yardım edeceğimi bilememe şaşkınlığı ile sandalyeye adeta çöktüm. Halen aşıktı. Umutsuzlukla beraber, hasreti de yaşıyordu. Bu kadar sever ve sevilirken, nasıl terk edildiğine bir türlü inanamıyordu. Onsuz yaşayamazdı. Öldürürdü kendini. Tek çözüm buymuş gibi geliyordu ona. Annemin, umutsuz zamanlarda söylediği, bilge söz aklıma geldi.
-Dur dedim, dur, umutsuzluğa kapılma ‘’kanı kanla yıkamazlar, kanı suyla yıkarlar’’
Sonra odasına götürüp, yatağına oturttum. Ben ayrılırken, hafif kabarmış karnının üstünde ellerini kavuşturmuş, tavana boş boş bakıyordu.
Münih’te tanıdığım kadın işçilerin hemen hemen hepsi eğitimsizdi. Birkaç lise mezunu, birkaç tanede ortaokul mezunu vardı. Diğerlerinin büyük çoğunluğu, sadece okuryazardı. Çok iyi çalışıyor, Alman işçilere göre daha fazla iş çıkartıyorlardı. Çoğunluğu ise, Türkiye’de büyük şehir görmeden, kendisini Almanya’da bulmuştu. Çevre baskısından kurtulur kurtulmaz, gurbete geliş nedenini unutup, eğlenceye dalıyorlardı. Öyle dil öğreneyim, araba kullanmasını bileyim, buranın halkı ile iletişim kurayım, gibi düşünceleri hiç yoktu. Bir kısmı da içkiyle tanışmıştı. Bavulunda bir düzine dansöz elbisesi ile gelen bile vardı. Almanlar ile tanışıp, evlenme şansları çok azdı. Türk erkekleri ise, onları hafif buluyorlardı. Bunların arasında elbette ki istisnalar vardı, ama onlarda çok azınlıktaydılar.
Hediye için ne yapabileceğimi düşünürken, aklıma, fabrikadaki masa arkadaşım Selma geldi. Bizlerden iki sene evvel Münih’e gelmiş, Türkler arasında çok dost edinmişti. Orta yaşlıydı. Otomobil fabrikasında çalışan bir Türk işçi ile yaşıyordu. Becerikli ve çok güvenilir biriydi. Münih’i bir Münihli kadar tanır, her işin üstesinden gelirdi. Herkese yardım elini uzattığını da biliyordum. Konuyu öğrenir öğrenmez, çocuğu aldırabileceğimiz bir yer aramaya başladı. Buldu da. Daha evvel kürtaj yaptığı için doktorluğu elinden alınmış, sadece ufak tefek tıbbi işler yapma izni verilmiş biri idi. Kürtajı da gizli yapacaktı. Selma, fabrikayı şöyle bir dolaşmış, bu işlem için yetecek miktarda para da toplamıştı. Cumartesi akşam, yapılacak işlem için, Hediye’yi da alıp, Münih’in dışında, sözde doktorun bürosunun yolunu tuttuk
Yine öyle, yağmurlu ve kasvetli bir akşamdı. Selma önümüzde adres arıyor, Hediye ve ben arkadan onu izliyorduk. Yan gözle baktığımda Hediye’yi ağlarken gördüm. Nişanlısı gittikten sonra, hep geri geleceğini ummuş, çocuğu ile beraber bir aile olacaklarını hayal etmeye devam etmişti. Ama işte şimdi, bu pis yağmur altında, hayallerinin kazınıp, çöpe atılacağı yere gidiyorduk. Avutmak için söyleyecek bir sözüm yoktu, sadece elini tutup hafifçe sıktım.
Kapıyı, iri yarı bir Alman kadın açtı. Yüzünde hiçbir mimik olmadan, bizi içeriye aldı. Masmavi buz gibi gözleri, bana Nazilerle ilgili filmlerdeki üniformalı Alman kadınları hatırlattı. Çok ketum gözüküyordu. Bu kadını kessen, ağzından laf alamazdın. Bizi aldığı oda, muayenehaneden çok, bir büroyu andırıyordu. Şöyle baktım, kadınların muayenesinin yapıldığı, o özel masa yoktu. Sadece yanda kuytuda, sıradan bir muayene masası vardı. Odada yeterince ışıkta yoktu. Sessizce sandalyelere iliştik. Hediye utanarak oturuyor, sürekli yere bakıyordu. İşte bu da gelmişti başına. Doktor geldiğinde de başını kaldırmadı. Doktor, Almandan çok, Doğu Avrupalı biri gibi gözüküyordu. Saçları ve teni koyu renk olmasına rağmen, gözleri maviydi. Güler yüzle karşıladı bizi ve bir baskın olursa ‘’yaptıracağımız sünnet için’’ görüşmeye geldiğimizi söylememizi tembihledi. İşlem öncesi parayı verdik, çarçabuk cebine indirdi. Çeviride yardımcı olmak üzere beni içeride bırakıp, Selma’yı dışarı çıkardılar. Hediye’nin o muayene masasındaki görüntüsünü hiç unutmadım. Masaya, vücudunun yarısı dışarıda kalacak şekilde yatırıp, sıskacık bacaklarını araladılar. Bir bez arasında sakladıkları aletlerle ve hemşirenin tuttuğu ışık altında, Hediye’nin son kalan umutlarını da kovaya döktüler. Selma ile onu, odasına götürüp yatırdığımızda, bize, sevgi ve minnetle öyle sarıldı ki, üçümüz birden hıçkırıklara boğulduk.
Odama döndüğümde, gece yarısı olmuştu. Yağmur halen yağıyordu. Bütün günün baskısı beni öyle yormuştu ki, duşumu alır almaz yatağa attım kendimi. Uyumuşum. Rüyamda; kendimi, karanlık suların içinde buldum. Üstü duru olan suyun dibi, çamurdu. Başımı yukarıda tutmaya çalışmama rağmen, ayaklarımdan dibe çekiliyordum. Her başımı dışarıya çıkardığımda, batıp, çıkan bir bebek görüyor, tam bebeği tutup kurtaracağım sırada, yeniden dibe batıyordum. Bebek gittikçe uzaklaşıyor, ben ise ona bir türlü ulaşamıyordum. İyice çamurlara batıp nefes alamaz hale geldiğimde, kan ter içinde boğulur gibi uyandım. Saat sabahın beşi idi. İşte tam da o saatte kafama dank etti. Ben ne yapmıştım? Tanımadığım, çocuk aldırmanın büyük suç olduğu bir ülkede, suçun işlenmesine yardım etmiştim. Bu defa, uyanık iken nefessiz kaldım. Ya Hediye’nin kanaması olursa, ya Hediye ölürse. Odasına bıraktığımda zaten limon gibi sapsarıydı. Yatağımdan fırlayıp giyindim. Pantolonumu giyerken bacaklarım titriyordu. Saat altıyı nasıl yaptım bilmiyorum. Bana asırlar gibi geldi. Alaca karanlıkta, yağmur altında, Hediye’nin kaldığı yurda adeta uçtum. Oda uyanmış, yatağında çay içiyordu. Yüzünde, kaderi ile mücadeleden vazgeçmiş bir ifade vardı. Aşık olduğu dönemlerdeki bedenini çevreleyen büyülü ışık kaybolmuştu. O ışığı bir daha yakalayabileceğini hiç zannetmiyordum. Birden bire trendeki, güvensiz, kavruk kız oluvermişti yeniden. Beni koruduğu için tanrıya şükrederek odama döndüm. Pazar sabahının erken saatinde, ıslanmış bir vaziyette, nereden geldiğimi merak eden Alman arkadaşlarımın şaşkın bakışları altında, soyunarak yatağıma girdim. Bir daha böyle şeylere asla karışmayacağıma dair kendime söz vererek bu defa rüyasız bir uykuya daldım.
Hediye bir müddet içine kapandı. Vardiyasını değiştirmiş, tekrar bizimle aynı saatleri ve atölyeyi kullanmaya başlamıştı. Kahve molalarında ve öğlen yemeği sırasında uzaklardaki masaları seçiyor, kendi başına yiyordu. Pek makyaj yapmıyor, birazda bakımsız giyiniyordu. Aşkını unutamıyor, yapılan haksızlığa dayanamıyordu. Kaybettiği çocuğu ise, beyninin bir köşesinden, suçluluk duygusu olarak ona geri dönüyordu. Tanrı dahil her şeye isyan halindeydi. Tuvalette onu sık sık ağlarken görüyordum. Artık anlatmıyor, derdini içinde yaşıyordu. Akşamları ise hemen yurda dönüyor, kendini yatağa atıyor, uyuyor, uyuyordu. İştahı da yok olduğundan iyice zayıflamıştı. O zamanlar ‘’depresyon’’ nedir bilmediğimizden, kendisine yardımcı olamıyorduk. Bizlerden de uzaklaşmıştı. Onun her şeyini bildiğimiz için, sanırım artık bizden kaçıyordu. Zamanın ‘’sihirli ilacına’’ bel bağlayarak, biz de onu bir müddet yalnız bırakmaya karar verdik.
Almanların, ekim ayında ‘’hasat’’ bayramı vardır. Yerel giysilerini giyer, büyük birahanelerde, koca koca bira bardakları ellerinde, yörenin müziği eşliğinde sallana sallana şarkı söylerler, bir hafta sarhoş olup bol, bol eğlenirler. Aslında neşeli insanlardır. Eğer içlerine girer, onlarla dost olursan, çok da esprili ve dost canlısı olduklarını görürsün. Halen unutmadığım, çok sevdiğim dostlarım vardır Almanlar arasında.
Bir cumartesi akşamı, arkadaşlarla bu bayramı kutlamaya gittik. Karıştık Almanların arasına, sallana sallana Münih yöresine özgü şarkıları söyleyerek dans etmeye başladık. Dans sonrası, yorgunluk çıkarmak üzere oturup biramı yudumlarken, karşı masada sigara bulutunun arkasında Hediye’yi gördüm. Yanında bir gurup insan vardı. O kadar aşırı makyaj yapmıştı ki, hem yaşlı hem de çirkin gözüküyordu. Bol bol bira içiyor, sigaranın birini söndürüp, diğerini yakıyordu. Onu ilk tanıdığım zamandaki saflığından eser yoktu. Her şeye boş vermiş gibi gözüküyordu. Bize şöyle bir bakıp, gözlerinde umursamaz bir ifade ile belli belirsiz selam verdi.
Onu artık atölyede, o, yüzüne bol gelen makyajı ile görüyorduk. Hep yorgun bir görünümü vardı. Saçları eski parlaklığını kaybetmiş, gözlerindeki fer sönmüştü. İçtiği sigaradan olmalı, dudağının üstü ve parmakları sapsarıydı. Daha önce gördüğüm, manikürlü, düzgün ellerini hatırladım. İçim cız etti. Dişleri ise içler acısı idi. Sigaradan sararmış, Mide bulandırıcı gözüküyorlardı. ‘’Geceleri eğleniyor, uyumadan çalışmaya geliyor’’ diye konuşuluyordu hakkında. Üstü, başı sigara ve içki kokuyordu. Bir defasında şefi bana;
-Hediye’ye söyleyin, yıkansın, çok kokuyor dediği zaman, bu çeviriyi yapmayı reddettim.
Artık biz de ondan uzaklaşmıştık. Yardım edilebilecek noktayı çoktan geçmişti. Yardım istiyor gibi bir hali de hiç yoktu. Bir sabah yine alaca karanlıkta fabrikaya giderken, az ilerimde bir araba durdu. İçinde üç tane erkek vardı. Bir tanesi Hediye’yi sürükler gibi arabadan indirdi ve hemen yok oldular. Saçı, başı darmadağın, üstü başı perişandı. Yüzündeki makyaj dağılmış, çorapları yol yol kaçmıştı. İçkili olduğu her halinden belli idi. Fabrikaya doğru yalpalayarak yürürken, görmemezlikten gelip, hızla içeri girdim. Seneler önce, mart ayında, günlerce ortadan yok olup, sonra yara bere içinde evimize dönen kedimizle, Hediye’nin bu resmi beynimdeki aynı kareye nasıl oturdu hiç anlayamadım
Almanya’da bulunuş nedenimi daha çok sorgular hale gelmiştim. Kendimi evimde hissetmiyor, güzelliklerin tadını çıkaramıyordum. Türkiye’de daha önce iyi bir iş yerinde çalışıyor, ailemle güzel bir evde oturuyordum. Yaz ayları arkadaşlarımla Akdeniz’e gider, o güzelim yerlerde tatil yapardık. Eski okul arkadaşlarımın verdiği huzuru, buradaki arkadaşlıklarda ise bulamıyordum. Yaşamımda hep bir eksik varmış gibi hissediyordum. Daha çok geçtim ve bundan sonra nasıl ve nerede yaşayacağım konusunda karar verip, planlar yapmalıydım. İlk olarak kendime altı ay süre tanıdım, bu zaman içinde kararımı verip, yeni bir yol çizecektim.
Mayıs gelmiş, kar kalkmıştı artık. Güneşli günlere kavuşmuştuk. Çevre yemyeşildi ve rengarenk çiçeklerle süslenmişti. O hafta sonu, hem biraz hava almak, hem de kendimle baş başa kalmak için parka gittim. Bu park ‘’gül bahçesi’’ olarak düzenlenmişti ve güllerin güzelliği gözlerimi kamaştırıyordu. Her renkten, her cinsten gül doluydu. Kokladığımda ise, hiç kokmadıklarını düş kırıklığı içinde hissettim. Yaşadığım eksiklik duygusunun birinin ise, alıştığım kokulardan uzak ta olduğumu anlamam oldu. Bir banka oturup çevreyi seyrettiğim sırada, Hediye’nin karşıdan gelmekte olduğunu gördüm. Gözlerim yerinden fırlamış, şaşkın şaşkın bakarken tam bir şok yaşıyordum. Hediye yeniden hamile idi. Hem de görünür şekilde, Elleri, kolları incecik, bacakları çöp gibiydi. Eskiden kocaman olan gözleri içine kaçmış, küçülmüşlerdi. Saçları kısa kesilmiş, gelişi güzel taranmıştı. Hamile pantolonu içinde Hediye’ye arkadan bakarsanız oğlan çocuğu zannedebilirdiniz. Önden ise karnına bir top sokmuş gibi görünüyordu. O da beni gördü ve yanıma gelip, oturduğum banka yavaşça ilişti. Bu defa gözlerinde, ne utanç, ne sevgi, ne mutluluk, ne de umut vardı. Hiç bir duygu yoktu. Bomboş, kapkaranlık kuyular gibi gözüküyorlardı.
-Nedir bu hal Hediye? Diye biraz şaşkınlık birazda kızgınlıkla sordum.
-Hamileyim ve babasının kim olduğunu bile bilmiyorum, dedi.
-Ne yapacaksın, bu kadar büyümüş çocuğu Türkiye’de bile aldıramazsın.
-Türkiye’de kimim var ki gideyim, olsa bile bu halde kim kapısını açar bana, artık ben buralarda yaşamaya mahkumum, dedi.
Sonradan öğrendim ki çocuğa bir Amerikalı aile talip olmuş, o da onlara vermek üzere anlaşmıştı.
Almanlar ‘’Üs’mü? Yoksa Tesis’mi?’’ derlerdi hatırlamıyorum ama, o günlerde Münih’in koca bir semti Amerikan asker ve ailelerine tahsis edilmişti. Bizim Türk işçilerinden hiç farkları yoktu. Hatta daha da tutucu idiler. Mahalle dışına pek çıkmaz, sadece birbirleri ile görüşürlerdi. Kendi hastaneleri, lokantaları, sinemaları, spor salonları ve marketleri vardı. İngilizceden başka dil bilmez, öğrenmeye de çalışmazlardı. Suç işledikleri zaman ise, Alman polisi hiçbir şey yapamaz, Amerikan polisi gelinceye kadar suçluya elini bile süremezdi. Tanıdığım Almanlar bu durumdan hoşlanmıyor, Amerikalıları pek sevmiyorlardı. Amerikalılar ise, onları Nazilerden kurtardığı, savaşa son verip dünyaya barış getirdikleri halde nankörlük yaptıklarını düşünüyor, onlarda Almanları pek sevmiyorlardı. Türkler hakkında bildikleri ise ‘’Kore’’ savaşından öteye gitmiyordu.
Fabrikada Hediye’yi göremez olmuştuk. Hamile iken de özensiz yaşamına devam ediyor, işlerini aksatıyordu. İçkiyi ve sigarayı bırakmamıştı. Kendini, hayatın akışına bırakmış, kurtulmak için ise, hiç çaba harcamıyordu. Bu durum, uzun zaman devam edince, işten çıkartıldı. Fabrikadan ayrılan, artık yurtta da kalamazdı. Derhal orayla da ilişkisini kestiler. Oda arkadaşlarının, bir müddet onu gizlice barındırdığını duyduk. Sonradan Amerikalı aile, doğuma kadar, onu himayelerine aldı
Doğumunu, Amerikan hastanesinde yapayalnız yaptı. Her türlü masrafı Amerikalı aile karşılamış, yasal işlemleri tamamladıktan sonra, çocuğu da alarak, hemen, Amerika’ya uçmuşlardı. Çocuğun ne yüzünü görmüş, ne de cinsiyetini öğrenebilmişti. Doğum masasında, tükenmiş bir şekilde, döleşi ile baş başa, öyle kalakalmıştı. Bizler, geçmiş olsun bile diyemedik.
Kararımı vermiştim. Memleketime geri dönecektim. Dönüş hazırlıkları yaparken Hediye aklımdan tamamen çıktı. Ancak duyduklarımdan, pekte kendinde olmadığını anlıyordum. İş hayatı hiç iyi değildi. Amerikan Subay kulübünün mutfağında işe alınmıştı. Randımanlı çalışmıyor diye sürekli uyarı alıyordu. Gündüzleri de içmeye başlamıştı. Elbiselerini değiştirmiyor, hatta onlarla yatıyordu. Çok az yemek yiyor, sürekli sigara içiyor dediler. Sanki akıl sağlığı bozulmuş gibiydi. Hem o insanlardan hem de insanlar ondan kaçıyordu. Bu duyduklarım beni üzmüştü ama, Hediye, dönüş telaşımın arasında kaybolup gitmişti. .
Her şeyim hazırdı, işte memleketime dönüyordum. İçimdeki sevince, hüzün de eşlik ediyordu. Ne kadar plan yaparsam yapayım, kararımın doğru veya yanlış olduğunu, ancak zaman gösterecekti. Kader var mı idi? Yoksa olanlardan biz mi sorumluyduk? Bütün bu iyi, kötü deneyimler bizler için kurgulanmış, oynamamız gereken roller mi idi? Bilemiyordum.
Vedalaşmak üzere son defa fabrikanın kantinine gittim. Alman ve Türk arkadaşlarım bana, üzerinde Münih’in arması olan kocaman seramik bira bardakları almış, pastalı bir veda töreni hazırlamışlardı. İşte orada son defa Hediye’yi gördüm. Hali içler acısıydı. İnsanlıktan tamamen çıkmıştı. Üstünde sigara delikleri olan bir ceket, yer yer sökülmüş lekeli bir etek vardı. Çorapları ise dizinden aşağıya sarkıyordu. Eski ayakkabılarını nasıl bu kadar kirletebildiğini anlayamadım. Saçları kıtıklaşmış, gözlerine ise deli bakışları yerleşmişti. Elinde, sevdiği ve sevildiğini zannettiği adamın çektiği o güzelim fotoğraflar vardı. Bir taraftan ağzının kenarına iliştirdiği sigarayı nefesliyor, bir taraftan da masaların arasında dolaşarak;
-Bakın, bakın ben eskiden ne kadar güzel bir kadındım, diyerek insanlara fotoğraflarını gösteriyordu.
Bu tablo beni kahretti. Veda törenim iyice acıklı bir hal aldı. Yanına yaklaşarak;
-Hediye, ben Türkiye’ye dönüyorum, seninle vedalaşmak istiyorum, deyip kucaklaşmak isterken, beni omzuyla iteledi.
Yüzüme tanımıyormuş gibimi, yoksa aldırmıyormuş gibi mi baktı anlayamadım. Gözleri öyle ışıksızdı ki, hiç bir duyguyu yansıtmıyordu. . Titreyen parmakları arasındaki fotoğrafları gözlerimin içine sokup, kurumuş dudaklarından çıkan feryat gibi bir sesle;
-Bak, bak dedi, ben eskiden ne kadar güzel bir kadındım
Aradan çok uzun yıllar geçti. Memleketimde yaşadım, çalıştım ve emekli oldum. Aldığım karardan ise hiç pişman olmadım. Zaman zaman arkadaşlarımla toplanıp, pastalar eşliğinde uzun sohbetler yapar, ülkemiz hakkında olumlu olumsuz eleştirilerle, kendimizce memleketimizi kurtarırız. Bu sohbetlerin birinde Arkadaşım, televizyonlarda ki ‘’KADIN’’ programlarını eleştirirken;
-Bu kadar da olmaz, gösterdikleri bütün hikayeler ve kahramanları düzmece. Bir kadının başına, arka arkaya bu kadar da çok felaket nasıl gelir Allah aşkına? Dedi.
Aklıma Hediye geldi Gözlerim nemlendi. Yüreğim mengene ile sıkıştırılmış gibi acıdı. Şimdi nerelerde idi, ne yapıyordu. Acaba daha başka hangi felaketlerle mücadele etmişti, hiç bilmiyordum.
Ama yaşanılanlardan sonra biliyordum ki, bir kadının başına arka arkaya bu kadar çok felaket gelebiliyordu.
AYTEN TEKİN
YORUMLAR
Ayten hanım,
Yine harika bir öykü ve harika bir anlatım. Büyük bir keyifle okudum. Beklentimi boşa çıkarmadınız. Öyküyü okurken kendimi de trende, kompartımanda, işçi yurdunda hissettim. Hediye'nin dramını çok derinlerde hissettim.Zaten iyi bir yazarın en büyük özelliği de bu değil midir? Okuyucuyu hikayenin içine sokmak. İyiki varsınız ve iyi ki buradasınız. Gerek öykünüz, gerekse satır aralarında belirttiğiniz dünya görüşünüzü ortaya koyan bilgiler tek kelime ile harika...
Sizi izlemeye devam edeceğim...
Ayten Tekin
VarolT
Saygılarımla,