- 664 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çağla zamanı şimdi… DENEME 3
Bu sayfalara bu satırları akıtan kalem sahibi şu anda hangi satırı okumakta veya yazısının hangi satırında duraklayıp geçmişini, sis perdesinin hangi an zamanında duraklattı zihninden geçen binlerce cümleyi… Veya hangi anları göz uçları ile bu satırların arasına kesmeler koyuyor, paragraflar halinde…
Veya üçüncü bir okuyucu, yazıcı gibi mırıldanıyor cümleleri… Hayatlar, düşünceler her yazılışında, her tekrar okunuşunda eksikler patır patır dökülmez mi? Ruhsal bir yaklaşım bu, hangi yazı okunsa okuyan kendi kesitlerini ilâve eder zihinsel bir yapıyla satırların arasına kendi düşlerini…
Nerelerde hata yapıyorduk yazarken kalemin atladığı yaşamlarda. Özveri eksikliği mi, yoksa kelimelerin arasında kalmasını, istediğimiz gizemler mi tamamlıyordu kendimizi? Yoksa kıskançlık mı kalemin tutukluk yaptığı yerler? Kalemin kendine hasetiydi belki de kendine saklıyordu birçoğunu satır aralarında…
Akşam…
Başı bozuk kelimeler,
darmadağın,
virane,
sarhoş cümleler,
sıkıntı,
delilik kahkahaları,
başı bozuk,
bir
ben bu akşam…
Zehir gibi bir cigara,
dilimde…
Bırakacam bu
namerdi… Meredi,
zehir zemberek bir hayatı…
Bir de seni…
Kendimden…
Bir de bu kirli paltoyu…
Sabaha kalmaz bu körlemesine bakışlar… Nefrete…
Bir de sana…
Ya güneş doğuyor galiba, amma da uzadı gece…
Yeniden yazabilmeli senin coğrafyanı bu kalem...
Yeniden ses vermeli Ud’un tok sesi...
Yeniden dökmeli bakışları karanlığa Sen’li beni...
Bir isim bir ses kıvrandırmalı yüreği..
Bir beni anlatmalı seni anlatan kalem...
Bir de seni anlatmalı beni anlatan kalem...
Sadece hiç kimse olduğunu anladı...
Geçti dediği her şey bir anda karşısındaydı...
Unutmak mefhumu yoktu hayatında...
Gelgitler bir medcezirdi sanki duvardan duvara vurulduğu...
Bu sevgiyi birbirimizde sen başlattın…
Yıllarca direndin, yıllarca bekledin…
Sindire sindire sen başlattın ilk sevgi sözcüğünü, sen söyledin…
Ben bekledim…İmkânsızlıklarla yıllarca güreştim… Evet deyinceye kadar yüreğimden, yüreği söktüm yeni sevgini koydun içime zar zor umutlarla… Olmaz olamazdı dedikçe sevginin kutsallığını sindirdim içime…
Sevmeyi, sevilmeyi tarif ederek sevmeyi öğrettin bana…
Yıllarca bu çıkmazda kaldım, korkuları korkusuzluk korkuları ile yendim…
Korkuları santim santim ezdim… Yalnızlıkları yollarda mırıldanarak, yürümeleri öğrendim… Enkaza döndürdüm yüreğimi… Sevmekle sevilmek aralarında köprüler kurdum… Çoğu zaman tam da orta göbeğinden, belimden terler akıtarak irkildim… Düştüm, ıslandım, kurudum, zor bir düşe evet dedim. Sen beni tanırken, damarlarımdan akan mor kanın hızını ölçerken, ben rüyaların korkularında uyandım… Saplandım sevgi girdabının ortasına…
Aşkı, sevmeyi tarif edenlere imrendim… Terler boşaldı alnımdan sevdim diyebilme zamanlarından…
Korkuları tanıdı, seni kaybetme korkularım ezdi geçti hayatımın korkularını… İnandım sana, seninle sevgiyi tanımaya, insan gibi sevme uğraşı verdim…
Binlerce başlıklı yazıları çok sevmeye ayırdım… Eksikli kalmak istemedim senin sevginin yanında…
Ruhumu kendime rakip seçtim… Yıllarca bir çukurda kalarak eğittim bedenimle ruhumu…
Sevmenin kutsallığını, riyasızlığını öğrettim önce ruhuma, sonra benliğime, beni sen, beni ben yaptım ikiz ruhuma.
Ve sen kazandın…
Sevmenin yorganıyla örttün titreyen bedenimi…
Sevdim seni diyebildim seni sevdim sözüne karşıt…
Hayatımı sana zımbaladım…
Hayatımı yaşamına eş koydum…
Sen başlattın ben tamladım…
Ve...
Merhaba sevgi dedik…
Merhaba ben geldim…
Merhaba bize dedik…
Merhaba sana sevgim dedim… Ve…
Yürüdük karda buzda… Kışta… Lâv sıcaklığı yazda…
Seneleri yaşamımıza perçinledik… Zaman yol arkadaşımız, zaman sevgi arkadaşımız oldu…
Zamanda tanıyamadık birbirimizi… Gün geldi kelimeler yetmedi, bizi bize tarif ederken… Sen ben bitmişti biz olmuştu baktığımız her dal çiçekler serpmişti hayatımıza bahar dalları ile…
Ve
sen bitirdin ben bittiğini anlamadan…
Çukur bir anda derinleşti, bir anda batak oldu hayatımız… Sen beni rüzgar gözlüm yazdın, ben koca adamın gözlerini yazdım sana bakarken…
Ne kaldı geriye…
Senin bitirdiğin ben, benim bitiremediğim sen…
Bir yılanlı çukur bu kalan yaşam…
Senin kazdığın ve binlerce zehirli yılanı barındıran bir çukur…
Sen başlattın ben bitiremedim… Ne kaldı şimdi gölgemizle birlik… Binlerce başlıklı ayrılık sevda yazıları…
Zorluyoruz kendimizi aynı havayı solumamızın imkânsız olduğu bir evrende yaşayarak…
Bu mu sevmek?
Bu mu bir kaptan aş yemek?
Bu mu bir bardaktan su içmek?
Bu mu nefes almak?
Bir kez olsun bitti de… Vedasız gitmek ne demek bir kez olsun tarif et… Bir kez olsun git de… Veya gittim ardımı görmüyorum de…
Ben de bitiremedim de… Boş ver adressiz mektuplar yazmayı…
Geldi geçiyor bu yaşam… Unutulamaz sevgileri bir de biz yaşamış olalım… Kim yaşamamış ki ha kim? Kaç kişi ben yaşamadım diyebiliyor?
Kaç kişi gözyaşlarını bir çıkında toplayabildi?
Hani uzak ülkelere gidecektik? Hani hep doğuya gide gide duracaktık bitmeyesiye yollara…
Hani zorlayacaktık mevsimleri, asi nehirleri, çığ düşen tepeleri, hani güneşin ışığını her gün bedenimizle yollarda kaybedecektik…
Hâyâller… Tutulamaz derler… Hâyâller sonsuz uçlarda olur derler… Hani piramitlerden taşlar getirecektik, çocuklarımız oynasınlar diye…
Hani dünyanın en büyük elmasının parlaklığına bakacaktık… Sen ve ben birbirimizde kaybedecektik gözlerimizi…
Güneşi yüzümüzde ısıtacaktık…
Sen kaybolan düşlerimin bekçisi…
Şimdi rüyalarımın korkusu…
Unut beni diyorsun ben seni unutamasam da…
Unut beni,
bir boşluk zinciri bu, ortasındayız sadece…
Ne senin bu hayat,
ne de bende kalan kısmıyla benim…
Boş ver hâlâ beni sevdiğini söylemeyi,
sadece bitti gittim de…
Bukadarcık yüreği içinde sakla…
Bu son raund…
Yeteri kadar kaybetmiş bir ben… Kaybedecek bir şeyi kalmayan bir ben… Kaybetmeye alışmış bir ben ruhu geriye kalan… Ve unutulması gereken ne kadar düş varsa hepsini sırası ile gören bir ben göze sahip geçmişi kör bir ben…
Sadece ayakta kalmaya uğraşan bir aksak beden ben… Ve geriye bir enkaz taşıyan ruha sahip körkütük bir yığın bir ben…
Sense… Daha kaybetmeye alışmamış bir rüzgâr kaçkını… Sen…
Raund bitti… Sararmış yaprakların peşisıra yürüyen bir biz ki artık biz demek bile hâyâl olan karma karışık geçmiş ardımızda kalan… Kaybetmeye alışık iki sahipsizlik bedenle ben ruhu…
Bir körebe ruhu bu kaçışlar sadece yılanlı kuyu yaşamı bu…
Sadece gitmeler hediye edilmiş, bir vedasız yaşamın sersemlettiği bir baş, bir kalem ben… Körebe oyununda…
Düşüyoruz düşebildiğimizce uzaklara… Belki de kendimizden yalnızlığa…
Bütün geçmişimizin korkuları omuzlarımıza sinmiş, bazen nefret, bazen özlem düşündüren…
Bazen bir garda, bazen bir otobüste, bazen kahvede bir fincan kahvenin sapını tutuşta, bazen dumanı çıkan bir çaybardağının gölgesinde, bazen çakan bir şimşek gürültüsünde, bazen duvardaki bir çerçevede, bazen okula giden bir çocuğun sırtındaki çantasında yapışık resminde, bazen duvardaki bir çerçevede, bazen aynı saatte vuran bir saatin gonk gerçeğinde, bazen camdan süzülen bir damla yağmur suyu parıltısında, bazen de bir ambulans siren sesinde bulacağız bu kokularla bir birimizin anılarını…
Sadece kaybedilen kayıp yıllar bir çuvaldız gibi batacak gözlerimizin yaşları ile içimizden akarak…
Ağlamalar son çarelerimiz bile olamayacak… Ve
her çağla zamanında badem çiçekleri gözlerimize baharın renklerini yapıştıracak her çiçeğin ortasındaki kadifemsi renklerle…
Ne ben seni unutma isteğimden vazgeçeceğim, ne de sen beni unutamamazlıkla suçlayacaksın ki, kendi unutamamazlığın düşecek gözlerinden yaşlarla beyninden…
İşte senin ve benim yazamadıklarımızdan bir kısmı…
Sadece binlerce kilometrelerle yaptığımız yolculuklar vagon vagon geçecek gözlerimizin önünden, kesik kesik kesişmeyen paralel yol çizgileriyle…
Zorlanacağız daha nice geleceğimizde kahredici geçmişimizle…
Belki birkaç badem zamanı daha girecek yaşamımıza… Belki de sonsuz isteğimiz olacak bunlar ötesizliğe sarkan… Ama ne ben seni hoş göreceğim, ne de senden geçmişe dahil özür dileyeceğim….
Sadece bende affedilmeyenlerin tarifi ile kalacaksın…
Tekrar düşsel yapıya büründü… Neler yazılamazdı veya neler yazılamıyordu… Önce kendine sordu cevap yoktu. Bir de sevdiğine sordu, daha doğrusu yetemediğine sordu…
Hayatının her şeyine ortak ettiği ve içini döktüğü, yarınlarını dünler gibi, anlattığına sordu…
Sen beni tam yazdın mı diye… Kusurlarımla, sevme eksiklerimle, değer ölçülerindeki yanlışlarımla, özverilerimle, sen benim her şeyimle tam anlatabildin mi beni… İşte sorun buradaydı… Tam anlatsaydı ona uymayacaktı… Eksik anlatsa bana uymayacaktı… Aradaki dürüstlük farkı buydu…
Ya gördüğünü hissettiğin gibi ve olduğu gibi riyasız yazacaksın, ya da yalana dolana bulanacaksın…
İşte sevgide de bu riya olmazdı…
Olduğun gibi yaşayacaksın…
Yaşadığın gibi hissedeceksin…
Ve
yaşadığına sadık kalarak dostdoğru yazacaksın geçmişinde gördüğün rüyayı…
Korkmayacaksın kendinden, korkmayacaksın yaptıklarından ki, doğrulardır onlar, riyasız, yalansız, kurgusuz…
Kimi çelme atıp kandıracaksın ki kendini mi yanıltıp düşüreceksin?
Yetmedi mi düşe kalka bu güne kadar geldiğin zamana…
Hayatın zor bakılan penceresi bu, doğruları yazmak ve söylemek yürek işi…
Böylesine hayat
küsmüş bana.
Böylesine
dudaklar suskun…
Böylesine zamanlar,
kaçmış benden…
Öylesine bir yaşam işte bu… Bu işte yaşam dediğimiz…
Mustafa Yılmaz