Atatürk dinsiz miydi?
Atatürk saf, temiz ve sade bir din anlayışı istemekteydi. İslam dinine sonradan girmiş her türlü safsata, hurafe ve boş inançlara karşı akılcı bir din anlayışını benimsemiştir. Bunun ilk adımını da Kur’an-ı Kerim’in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis’teki bütçe müzakereleri sırasında Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkanlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.
Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan "Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi" isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.
Atatürk, Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:
"Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın." Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, nasa hitap etmek, yani söz söylemek demektir.
"Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik, doğruluk ve bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması, sanat ve ilim gerçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin, siyasi ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan dolayı, hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır" sözleri, onun bu düşüncesini yansıtmaktadır.
ATATÜRK diyor ki: "Mensubu olmaktan gönül doygunluğu duyduğumuz ve mutlu olduğumuz İSLAM DİNİNİ, asırlardan beri düşmüş olduğu POLİTİKA BATAĞINDAN ÇIKARIP TEMİZLEMEK ve yüceltmek GEREKTİĞİNİ GÖRÜYORUZ. KUTSAL VE İLAHİ olan İNANÇLARIMIZI ve vicdanımızı, NE İDÜĞÜ BELİRSİZ, ANLAŞILMAZ, VE her türlü MENFAAT VE ÇİRKEFLİĞE AÇIK POLİTİKADAN ve politikanın bütün organlarından bir an evvel ve kesin olarak çıkartıp KURTARMAK; milletimizin hem dünyadaki hem de ahiretteki mutluluğu için ŞARTTIR!.."
Bu noktada Atatürk’ün en büyük devriminin bugün bile hala tabu sayılan din konusundaki yaptığı bu açılımlardır. Kur’anın daha iyi ve doğru anlaşılmasına dönük meal-tefsir çalışması 1920 lerden bu yana bir adım bile ileriye gidememiştir. İnönü’nün devam ettirmeye çalıştığı bu devrim maalesef halktan pek de destek görmemiş ve Menderes iktidarıyla birlikte başladığı noktaya dönmüştür. Maalesef geleneksel İslam anlayışı galip gelmiştir.
Peki hal böyleyken Atatürk’ü dinin karşısında gibi göstermedeki murat nedir? Öncelikle bunu kimler yapıyor. Elbette halkın dinin ne dediğini anlamasını istemeyen din bezirganları.
Onlar ‘ne yapacaksın dinin ne dediğini, tespih çek, camiye git Arapça oku, dinin ritüellerini uygula kafidir’ demek suretiyle din üzerindeki hakimiyetlerini pekiştiriyorlar. Yani din bizim işimizdir ‘sen söylediğimi yap öteyi karıştırma’ diyerek kuranın asıl lafzını ıskalattılar halka. Mesela hutbe şükürler olsun ki Türkçedir, o da Arapça olsaydı nice olurdu halimiz! Oldu da fena mı oldu! Bence ezanın Arapça okunmasından gayri (çünkü onun anlamını herkes biliyor, bu namaza çağrıdır)her şey Türkçe olmalıdır, İslamiyeti arap-acem boyunduruğundan tedricen de olsa mutlaka kurtarmalıdır.
Böyle olunca huşu içinde Çalmaaaa, gıybet yapmaaaa, başkasının ırzına göz koymaaa, yanında çalıştırdığının hakkını koru parasını teri soğumadan veeer, aldığın borcu vadesinde ödeee, milletin parasını malını mülkünü koruuu, devlet erkini elinde bulunduruyorsan devletin varlıklarını kollaaa, hortumlamaaa, hortumlanmasına göz yummaaa, yalan söylemeee, komşularınla iyi geçiiin, insanları kolayca suçlu ilan edip cezalandırmaaa, haçlıyla birlik olup müslümanı vurmaaa, düşmanın da olsa iftira atmaaa, insana zulmetmeee, komşun açken sen tok yatmaaa, mülk allahındır deyip kıracın iki ay kira vermedi diye onu kapının önüne koymaaa, aşırı lüks haramdır lüksden kaçııın, ısraftan kaaaç, doğayı koruuu, hayvanı seeev, bilim adamını koruuu, miskin miskin oturma üreeet diyen dinin lafzını her gün tekrarlayan mümin, toplumda daha temiz yaşar, daha samimi…. daha insan herhalde.
Ve bence devlet eliyle yapılacak bir şüralar zinciri sonunda Kur’an Türkçeleştirilmeli ve şahıslar tarafından meal- tefsir yazımı yasaklanmalıdır. Mademki Kur’an tüm evren için gönderilmiştir, evrendeki her disiplin orada yer almalıdır. İlahiyatçılar, fizikçiler, biyologlar, yer bilimciler, kimyacılar, matematikçiler, sosyologlar, psikologlar, edebiyatçılar, dil bilimciler, tıpçılar, kozmologlar, astrofizikçiler ve ille de Arapçacılar, arap dilciler…
Adamın bunların hiçbirinden haberi yok meale tefsire soyunuyor. Sonra kıt bilgisiyle evrende ‘ters kare yasası var’ şeklindeki bir genellemeyi kurana dayandırmaya çalışırken bilmiyor ki dipol etkileşiminde ters kare yasası yok….
Önüne gelenin kendisinden önce yazılan meal ve tefsire dayanarak yeni bir yazım faaliyetine girişmesi sonucunda da Kur’an’ın dışında bambaşka bir şey çıkıyor ortaya. Bir mealin söylediği ötekinden çok farklı, bir tefsir diğerini yalanlıyor.
İşte Atatürk bunu yapmaya çalıştı. Yani hurafe, gelenek, safsatalardan arındırılmış, çağa uygun, insanoğlunun eriştiği medeniyet çizgisiyle uyumlu, bilimin ulaştığı bugünkü seviyede onunla çatışmayan… Kısaca akla ve mantığa dayanan gerçek din… Yani Kur’anın dini.
Rotasını Kur’andan almayan ve bilimden beslenmeyen İslamın dünyaya şamil olması mümkün değildir. Hayatına Kur’anın normlarını içtenlikle yerleştiremeyen insan da, gerçek İslamla şereflendirilmiş sayılamaz.
‘Cinayetlerin son planlamalarını o gün gittiğim Cuma namazında yaptım’ diyen ve kendisini Müslüman olarak nitelendiren canileri gördü bu memleket. Kur’andan mı almıştı öldürme emrini…… Allah’ın Kur’anından…Katiyen değil…Ama Kur’an sandığı bir yerden belli ki…
İbrahim Erol
gazete54.com
14 Mayıs 2012