- 1305 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ ADIYAMAN’DA SOSYO-KÜLTÜREL YAŞAM VE RAMAZAN
BİRİNCİ BÖLÜM
ESKİ ADIYAMAN’DA SOSYO-KÜLTÜREL YAŞAM VE RAMAZAN *
Halit Özdüzen (Araştırmacı- Yazar)
Aklım ermeye başladığından itibaren, ülkemizin birçok şehrinde Ramazanlar, dini ve milli bayramlar yaşadım. Bu bayram günlerinin pek çoğu bende önemli hatıralar bıraktı, fakat çocukluk ve gençlik yıllarımda Adıyaman’da yaşadığım Ramazan ve birkaç dini bayramın coşkusunu hiçbir zaman unutamadım.
1950’li yıllarda Adıyaman, kalenin çevresinde kümelenmiş çoğu avlulu toprak damlı evlerden oluşan, yaklaşık sekiz bin nüfuslu, Malatya’ya bağlı küçük ve şirin bir ilçeydi (1954’te il merkezi oldu). İnsanlar geçimini genellikle tarıma dayalı olarak sağladıkları için zanaatkârların çoğunluğu genel ihtiyaç maddeleri yanında, tarım ve hayvancılığa yönelik alet ve malzemeler imal ederdi. Çarşıdaki diğer esnaf ise, sanayi ürünü ve ilçede üretilmeyen ihtiyaç maddesi mal ve gereçleri dışarıdan temin ederek satardı. Şehrin merkez ve köylerinde elde edilen ürünler katır ve merkeplerle çarşıya taşınıp, bir bölümü dışarıya satılırdı. Bazı ürünlerin alıcısı da kamu kuruluşlarıydı; haşhaşı ve tütünü Tekel İdaresi, pancarı Malatya Şeker fabrikası, buğday, arpa ve mercimeğin bir kısmını T.M.O. satın alır; diğer bölümü ya dışarıya satılır ya da tüketimde kullanılırdı. Halk ürettiği ürünleri, dışarıdan gelen tüccarlar adına çalışan aracıların oluşturduğu piyasada oldukça düşük fiyattan satmaktan yakınır, ancak başka çareleri olmadığı için her yıl malını yine aracıya satmak zorunda kalırdı. Daha sonra Türkiye genel ekonomisinin bu şekilde oluştuğunu öğrenmem beni hiç de şaşırtmadı!
Gazlı ve boyalı içeceklerin olmadığı o yıllarda halkın serinlemek için içtiği genellikle, limonata, ayran, koruk ve meyan şerbetiydi. Yoğurt çorbası, su ve
*Bu yazı, yazarın yayına hazırladığı “ Adıyaman Tarihi” kitabının ek bölümünde yer alacaktır.
meşrubatların soğutulma işlemi içerisine atılan karla sağlanırdı. Meşrubatın dışında İlçenin ve yörenin yaz aylarında vazgeçilmezleri arasında, keçi sütünden yapılan dövme dondurmayı da sayabiliriz. Kar aynı zamanda dondurma imalatında da kullanıldığı için, bunaltıcı yaz aylarının hele Ramazanın en çok ara-
nan tüketim maddesiydi. Bu nedenle “karcılık” mesleği en önemli sektörlerden birini oluşturmaktaydı. Kış aylarında kar yağdığında dağdaki güneş görmeyen çukurlar ve kuytu mağaralara küreklerle basılarak sıkıştırılan karlar, yaz aylarında bloklar halinde kesilerek merkepler sırtında taşınır, çarşıda seyyar tezgâhlarda testere ile göz kararı kesilerek satılırdı. Talep çoğalınca çarşının yanında Yenipınar ve Eskisaray camilerinin önünde de tezgâhlar kurulmaya başlandı. Birçok esnaf ve sanatkarın işi unvanı lakabına yansıdığı gibi, bazıları da mesleklerini soyadı olarak almıştı. Günümüzde “karcı” yanında “ ekmekçi”, “değirmenci” , “köşker”, “dereci “ gibi pek çok meslek, tarihin arşivine kalktığı halde, o işlerle uğraşanların torunları dedelerinin mesleklerini soyad veya lakap olarak yaşatmaktadırlar.
Her ailenin bir lakabı vardı, bu lakaplardan bazıları toplumda tebessüm, hatta gülüşmelere sebep olacak kadar tuhaftı. Soya mal olmuş lakaplar, ailenin aidiyet bağını temsil ettiğinden, yöre kültüründe oldukça önemlidir.
Söz lakaptan açılmışken, biraz da kendi aile lakabımızdan bahsedeyim. Büyük dedem Yusuf, çulha (dokumacı) mesleğini yapmaktaymış. Genellikle de yatak şiltesi dokuyarak çarşıda satarmış. Bu nedenle “şilte” lakabıyla ünlenmiş. Onun oğlu Abdurrahman dedem, soyadı yasasından önce atadan gelen “Düzen Ali oğulları” unvanının yanında, bu lakabı da kullanırmış. Soyadı yasasında diğer amca oğullarından Şeyh (Abdurahman) Efendi nüfus memuru olma avantajını kullanarak, “Düzen” soyadını alıp bloke edince, dedem de “esas düzen benim” diyerek “Özdüzen” soyadını almış; başka bir amca oğlu da “sapına kadar düzen benim” deyip “Sapdüzen” soyadını alarak halkayı tamamlamış.
Babam Tuz Hanı önündeki dükkânlarda büyük illerden getirerek Adıyaman genelinde satışını yaptığı tuz, tenekeli gaz, benzin, demir, kalay, tarım gereçleri gibi mamul ve yarı mamul maddelerle uğraştığından, halktan nalbant, demirci, kalaycı ve şoför esnafı yanında, köylülerle de diyalogu oldukça yüksekti. Bu nedenle, şehrin yanında köylerde de tanınmaktaydı. Babamın o yıllarda birkaç kez,“keşke deden ‘şilte’ soyadını alsaydı, benim işime daha çok yarardı” diye yakındığını duyunca, bir anlam verememiştim. Daha sonraki yıllarda, ticarette “marka” olmanın ne işe yaradığı ve “marka değerinin” ne olduğunu öğrendi-ğimde, babamın bilerek ya da bilmeyerek o günlerde çok önemli bir konuya parmak bastığını anladım.
Tarımsal Üretim Alanları
Şehirdeki evlerin hemen bitiminde, yaklaşık bir- iki kilometre genişliğinde şehri çevreleyen ve sulu tarım yapılan bahçeler kuşağı bulunmaktaydı. Onların üzerinde anaç gever denilen geniş su arkları, o arkların devamında daha küçük kanallarla sular, bahçe arklarına kadar taşınırdı. Su sırası gelen bahçe sahibi ya da “cenan” denilen yarıcılar bahçelerini bu sularla sularlardı. Su kanalları işini düzenleyen koruma-kontrol görevlilerine “harıkçı” veya “sucu” denilmekteydi. O işle uğraşan şahıslar da soyadı yasasıyla, “Sucu” veya “Harıkçı” soyadını almışlardı.
Su arkları, yaz aylarında sulama işlevinin yanında çocukların yüzme ve eğlence yerleriydi. Kadınlar çamaşır ve yatak yünlerini orada yıkar, çevresinde Sahra (piknik) yaparlardı. Tokaçlarla dövülerek yıkanan çamaşır ve yatak yünleri arkların çevresindeki siyeç (çit) ve çalılıklara sererek kuruturlardı. Bizim kuşak yüzmeyi o kanallarda öğrenerek, “Pirin” ve o zamanlar “Millet Bahçesi” denen parkın havuzunda geliştirmiştir. Şimdilerde o kanallar ve havuzların yerlerinde yeller esmektedir.
Meyve bahçeleri ve derelerde erik, elma, kaysı, kiraz, ceviz, nar, dut ve incir üretimi yapılmakta, yine mevsimine göre, lahana, marul, pörçüklü (siyah havuç), soğan, samursak, maydanoz, mısır, fasulye, domates, kabak, karpuz, patlıcan, biber, bamya gibi tüketim; pamuk, tütün, pancar, haşhaş, gibi sanayi ham maddeleri, arpa, yonca gibi yem bitkileri üretilirdi. Her evin birkaç kümes hayvanı yanında süt ve gübresinden yararlandığı küçük ya da büyükbaş hayvanı olur, bahçelerde yetişen yabani ot ve zirai atıklarla beslenirlerdi. Dere işleriyle uğraşanlara “dereci” denildiği gibi, bahçe işleriyle uğraşanlara da “bahçeci” denilmekteydi.
Su kanallarının hemen üst bölümünde, bir ya da iki kilometrelik arazi kuşağında, üzüm bağları, incirlikler dutluklar ve fıstıklıklar bulunur; bunların arasındaki tarlalara da kavun, karpuz ve hıta (acur) ekilirdi. Bağ kuşağından sonra, çevredeki en yakın köylerin hududuna kadar uzanan susuz tarım arazileri yer almaktaydı. Oralarda da genellikle buğday, arpa, nohut, mercimek ekilmekteydi. Göçler sonucu, modernite ve şehirleşme ile beraber o üç kuşak tarım alanı da yok oldu. Bununla da yetinmeyen şehir, kendi kabına sığmayarak çevre köyleri de yutmaya yöneldi. Sonuçta o natürel gıdalarla beslenen insanların torunları, şimdilerde marketlerin hormonlu gıdalarına mahkûm oldular!
Serin Bağ Geceleri
Yaz aylarında şehir çok sıcak olduğundan, haziran ayından itibaren halk bağ ve bahçelere göçerek oralarda konaklardı. İklimden dolayı gündüzler kırsalda da sıcak olmakla beraber, geceleri hayli serin ve sakin olurdu. Şehirde ayrı ayrı mahalle ve sokaklarda yaşayan insanların yazlık komşulukları başlardı. Buradaki komşuluklar daha bir sıkı –fıkı, daha bir candandı. Büyük küçük herkes birbirinin mal, can ve namusunu kollamaya çalışırdı. Bir tehlike anında birleşerek, o tehlikeyi uzaklaştırır, hastalık ve cenaze işlerinde yakın akraba gibi yardımla-şırlardı. Komşular kendi mahsulünden birbirine ikram ettiği gibi, ürünün hasat dönemlerinde ihtiyaç sahibine kap, kacak araç-gereç takviyesi yapılıp, imece usulü yardımlaşma sağlanırdı. Bu nedenle kırda şehirden ayrı bir kültür ve sosyal anlayış gelişmişti. O kültür belki de tarihteki göçebe yaşamın o günlere kadar taşınan bir bölümüydü!
Kırsalın yeni sakinlerinin bağ ve bahçesinde “hayma”’sını* kurduğu araziye hâkim bir yerleri olur, her yıl sürekli oraya kurardı. Ailelerin sosyo- kültürel ve ekonomik yapısına göre bazı farklılıklar görülmekle beraber, “hayma” yere çakılan dört kalın çatallı ağacın üzerine yayılan tahta döşeme ya da üstüne kurulan hurma tahttan oluşurdu. Kat yüksekliği iki buçuk, üç metre kadar, kapladığı alan yaklaşık sekiz- dokuz metre kare civarındaydı. Haymanın üç cephesi, içerisi gölgelik olsun ve rüzgârdan korunsun diye yapraklı ağaç dallarıyla kaplanırdı. Hayma yerinin yakınında (genellikle güneyinde), kuzeyi taş ve çamurla siperlenmiş ateş yakılıp, yemeğin yapılacağı taştan yapılma bir ocak, onun ilerisindeki sapa bir yerde, çevresi ağaç dallarıyla çevrili, kapısı bezden yapılma, taş yükseltili bir tuvaleti olurdu.
Su, komşuların müşterek kullandığı kuyulardan, genelde kadınlar ve çocuklar tarafından kovalarla çekilerek taşınırdı. Bazen de erkekler tarafından teneke *Hayma, eski Türklerde çadır demektir.
veya tuluklarla merkep sırtında taşınarak, büyük bakır bir kazanda depolanır, içme ve yemek dışındaki ihtiyaçta kullanılırdı. Akşamları yemekler yendikten sonra, tahtın üstüne “süllüm” denilen ağaç seyyar merdivenden çıkılır; orada
sohbet edilir ve uyku zamanı yatılırdı. Geceleri -yatıncaya kadar- aydınlatma ekonomik konumu zengin ailelerde lüks lambası diğerlerinde gemici feneri ile yapılmaktaydı. Sabahleyin yaşam aktivitesi haymanın gölgeliğinde devam ederdi. Bu yarı göçebe yaşam, bağlarda “kergah” denilen bağbozumu, bahçelerde hasat sonuna kadar sürmekteydi.
Babam şehirdeki ticarethane yanında, bağ ve bahçe işleriyle de uğraşmayı severdi. Bağın yakınındaki bahçe ve tarlalarını pamuk ve tütün ekimi için yarıcıya verir, her gün sabah namazından sonra giderek oraları kontrol eder, bizler uyanmadan dönerdi. Ticaret yanında yazı-yaban işlerini de başarıyla yürütmesi, çevrede takdirle karşılandığını gözlemiş, pek çok kişinin o konuda kendisine danıştığına şahit olmuştum. Yönelen yardım taleplerinden kıvanç duyar, fiilen yardımcı olmaktan büyük zevk alırdı. Babam gibi pek çok aile reisi de sanat ve ticaret yanında bağ ve bahçe işlerinden anlardı. Günümüz insanlarının bitkinlik ve yılgınlığına baktığımda, o insanların bitmez tükenmez enerjiyi nereden ve nasıl elde ettiğini anlamakta zorlandığımı belirtmek isterim. İşin sırrı, belki de temiz hava, su ve doğal gıda da saklıydı. Onlar ekonomik yönden çok fazla zengin değillerdi, ancak oldukça mutluydular. Bizlere gelince, zenginimiz –fakirimiz mutsuz ve karamsar yaşamaktayız.
On beş, yirmi bağ grubunu bekleyip koruyan bir bağ bekçisi olur, bekçiler gözleme haymasının yanına yaptıkları küçük oval haymalarda yaşarlardı. Bağ bekçisinin bekçi hayması, kule şeklinde ve diğer haymalardan oldukça yüksek olur, oradan bağları gözetlerdi. Bağımız şehrin kuzey batısında, şimdiki I. çevre yolunun iki yüz metre kadar kuzeyindeydi; çevresinde yaklaşık on, on beş aileyle yakın komşuluk ilişkilerimiz vardı. Bunlardan hatırlayabildiğim kadarıyla, Fehmi Bilgin (Fehmi Hoca) Arnavut Ali lakaplı “Ali Tankut”, Kunduracı Hacı Şükrü, ”Leblebici Osmanlar”dan Osman Yarman, ”Kurt Beko gil” , “Kör Sılo gil” , “Kel Ağa gil”, “Postacı Hamza” ve “Kara Sultan gil”i sayabilirim. Birkaç bağ ilerde de dayımlar Ali ve Mustafa Adıyaman’ın bağları bulunmaktaydı.
Hacı Fehmi Efendi, bağdaki haymasının birkaç metre ilerisindeki boş alana, yerden yirmi, yirmi beş santimetre yükseklikte yaklaşık on, on beş kişinin namaz kılacağı ebatta bir seki yapar, sekinin üzerini de balçıkla sıvatırdı. Akşam yemekleri hava kararmadan yenilmekteydi. Komşu aile reislerinin bazıları yemekten sonra Hacı Fehmi Efendinin bağında toplanarak, akşam namazını cemaatle kılar yatsıya kadar sohbet ederek namazı kılarak dağılır, bazen yatsıdan sonra da bir müddet sohbet ederlerdi. Babamın sesi güzel olduğundan, bazen Eskisaray Camii minaresinden ezan okurdu. Hacı Fehmi Efendi bağda da okumasını istediğinde sabah ezanını bizim bağda, akşam ve yatsı ezanını namaz yerinde okurdu. Bağ yaşamı boyunca Hacı Fehmi Efendi fahri imam, babam da müezzindi. Ailelerin gençleri akşamları Kunduracı Hacı Şükrü’nün bağında toplanırken, hanımlar kız çocukları ile beraber sırasıyla her gece komşu haymalardan birinde toplanarak çay, kahve içerek fal bakar, aralarında hikâyeler anlatıp, sohbet ederlerdi. Erkek çocuklar da bizim bağın takımında(kenar)ki dut ağacının altında toplanarak oyunlar oynardık.
Hacı Fehmi Efendi, âlim ve şair olarak Adıyaman’da iz bırakanlar kervanına katılan ender şahsiyetlerden biridir. Babam kendisinden oldukça istifade ettiğini söylerdi. Hacı Fehmi Efendi Hocaömer Camii’nin kadrolu imamıydı; şehirdeki evi de caminin bitişiğindeydi. Bizim evimiz Eskisaray Mahallesinde fakat Hoca’nın görevli olduğu camiye yakındı, bu nedenle babam şehirdeki sabah ve yatsı namazlarının çoğunu da onunla beraber kılardı. Çocuklukta bağda ve aydınlanma dönemimden sonra, birkaç Cuma’yı hocayla beraber kılmam nasip oldu; fakat o dönemler bağ yaşamı bittiğinden onunla sohbet etme şansım olmadı.
Bir seferinde Hama(Suriye)’lı Kadiri postnişini Peygamber Efendimizin torunlarından Nakübü’l Eşraf, âlim Seyyid Muhammed Murtaz-i Geylani Hazretlerini misafir ettiğimiz Kayalık’taki fıstıklıkta karşılaştık. Babamla beraber gelmişlerdi; daha doğrusu babam, Seyyid Hazretlerinin ilmi ve tasavvufi derinliğini ölçmesi için hocayı beraberinde getirmişti. Hacı Fehmi Efendi ve babamı o zata takdim edildiğinde, hal ve hatırlarını sorarak iltifat etti. Toplantı oldukça kalabalıktı; sohbet sırasında bazıları soru da sormaktaydı. Doğrusu Hacı Fehmi Efendinin de sohbete katılmasını beklemiştim, fakat edeple dinledikten sonra verilen arada oradan ayrıldılar. Babam dışarıda Hacı Fehmi Efendiye Seyyid Hazretlerini nasıl bulduğunu sorduğunda, İlmi ve Tasavvufi derinliğinin çok yüksek bir zat olduğunu söylemiş.
Kendi gözlemlerim ve Adıyaman’da bazı mürekkep yalamış şahıslardan dinlediğim kadarıyla Hacı Fehmi Efendi de âlim sayılabilecek kadar nadir insanlardan biriydi. Nitekim “Ağaç meyvesinden belli olur.” Şemseddin Bilgin gibi bir evlat yetiştirmiş olması da bunun göstergesidir. Ne mutlu Fehmi Hoca’ya ki takvası, ilmi kişiliği ve bıraktığı şiirleriyle adını ölümsüzler listesine yazdırmayı başarmıştır.
Yaz Sıcağında Ramazan
Yanılmıyorsam 1951 yazıydı, Ramazan ayı temmuza denk gelmişti, sıcaklar ortalığı kasıp kavurmaktaydı, buna rağmen fırın veya demirci ocağının karşısında çalışan esnaf ve sanatkârlar, tarla ve bahçedeki işçi ve reçberler, inşaatta amele, hatta güneşin çatında çalışan buğday, arpa ve diğer ekinleri biçen orakçılar, o uzun günlerde severek ve isteyerek oruç tutmaktaydı. Tarlalardaki buğdayların oraklarla biçilmesi hayli zaman alır, toplanan saplar harman yerine yığılır, üzerinden öküzlerin çektiği düven gezdirilerek, kesilmesi sağlanır, daha sonra da sap, saman ve buğdayın birbirinden ayrılması için elle çevrilen harman makinesinden geçirilirdi. Bu işlemlerin tamamına yakını insan gücü ve emeğiyle yapılmaktaydı. Oruç, insanların günlük işleri aksatmadığı gibi, onlara daha da bir şevk ve çalışma arzusu verirdi.
Çocukluk yıllarımızda harmanın en zevkli bölümü, düvenin üzerinde oturarak düvencinin öküzleri sürerken söylediği türküye iştirak etmekti.köylerden gelerek mevsimlik olarak tarla ve bahçede çalışan işçiler çoğu zaman ortamı zevkli hale dönüştürmek için, ya uzun hava ya da koro halinde Türkçe veya Kürtçe neşeli türküler söylerlerdi; bazılarının sesi oldukça yanık olduğundan çevredekileri de etkilerdi. Bazen de bir bahçede söylenen “ Uzun Hava”ya bir başka bahçeden yüksek perdeden karşılık veren işçi, kendi sesinin daha güzel olduğunu kanıtlamaya çalışırdı. O türkü ve uzun havalar Yukarı Mezopotamya folklorunun tarihi birikimini yansıtmaktaydı. Bir kısmı derlenmiş olsa da, pek çoğu derlenerek kayda alınmadığı için diğer kaybolan folklorik öğelerde olduğu gibi, sözlü kültürle beraber yok olup gittiler.
Ramazan öncesi evlerde hummalı temizlik ve çamaşır işleri başlar, sonra büyük “teşt”lerde* hamurlar yoğrularak hanımlar şehriye yapar, arkasından ekmek
*Teşt, çiğ köfte ve çamaşır leğeninden büyük ve derin bakır kap.
tahtalarında yufka ekmekler açılarak, bir iki ocağa kurulan saçta pişirilerek “ekmek sele”sine* üst üste yığılırdı. Takip eden bir başka gün, içerisine katılan yumurta, süt, şeker ve yağla hamur yoğrularak peksimet yapılır, üzerine çörekotu serpilerek, pişmesi için tepsiler halinde çarşıdaki ekmek fırınlarına gönderilirdi. Sahurda zevkle yenen bir başka hamur yemeği de “tava kıllor”u ve “semsek”ti. Semsek mayalı hamurdan el büyüklüğünde açılarak, içerisine ezilmiş taze peynir ve maydanoz karışımı harç konularak ağzı kapatılır, kızgın tavada zeytinyağında pişirilirdi. Kıllora gelince bu yiyecek Eskişehir yöresinin çiğ böreğine benzemektedir. Yoğrulan mayalı hamur bir veya iki el büyüklüğünde açılarak yine tavada yağda pişirilir; piştikten sonra sıcak haldeyken üzerine toz şeker veya pekmez dökülerek biraz soğuyunca yenilirdi. Köylerde yapılanlar genellikle pekmezli olurdu; fakat her nedense biz çocuklar kıllorun şekerlisini daha çok severdik. Kıllor, aynı zamanda köylülerin vazgeçilmez bayram tatlısıydı; o günlerde köylülerin söylediği özdeyiş hala kulaklarımda: ”Kıllor yapılmazsa, bayramın geldiği anlaşılmaz.” Şimdilerde köylerde hala yapılmaya devam ediliyor mu bilmiyorum. Korkarım onlar da şehirliler gibi şekeri G.D.O.’lu mısır nişastasından yapılan hazır tatlılara yönelmişlerdir.
Ramazan’ın yirmisinden sonra, şehirde bayram hazırlıkları başlar, bayramlık kumaşlar terziye verilir, ayakkabılar kunduracı veya köşkerlere sipariş edilirdi. Alınan bayram şekeri, kolonya yanında kavrulan çiğ kahve kokuları sokakları sarardı. O dönemde, kahve henüz markette satılmadığından, çiğ olarak alınıp, özel demir tavalarda kavrularak, dibeklerde dövülürdü.
Bahar ve yaz aylarına gelen bayramlarının vazgeçilmez tatlısı peynir helvasıydı. Kaba pirinç unu, taze peynir ve şekerle yapılarak, üzeri ceviz veya fıstıkla süslenirdi. Domates mevsimi geldiğinde, ailelerin nüfusuna göre büyük veya orta kalaylı bakır tavanın altına kuzu eti, onun üzerine patlıcan ve biber, aralara katılan sarımsak, onun üzerine de bolca domates doğranarak “Adıyaman Tavası” yapılırdı. “Tava” akşama doğru ekmek fırınlarında pişmeye verilir, iftarda karlı ayranla afiyetle yenirdi. Çiğ köfteye gelince, Urfa’da icat edilip, Adıyaman’da geliştirilerek, gurbetçi iş adamlarımızın çabalarıyla markalaşarak, Türkiye çapında “Adıyaman Çiğköftesi” olarak ünlenmiştir. Çiğ köfte de tava gibi, ramazanda iftar sofralarının vazgeçilmez yemeklerindendi.
* Sele, genellikle yaş söğüt dallarından Karaçi (göçebe Çingene)’lerin yaptığı içine ekmek konan kap. Aynı şekilde küçük sepet, üzüm küfesi ve kapaklı kavurma sepeti de yaparlardı.
Her evin ekonomik konumuna göre bayram sabahları yaptığı bayram yemekleri geleneği de vardı. Ekonomik durumu iyi ve cömert bazı aileler bayram sabahı yemek ve tatlıyı bolca hazırlayarak, akraba ve komşuları davet ederlerdi. Hatta bazı aile reislerinin, bayram namazından çıktıktan sonra, namaza gelen yabancıları dahi yemeğe davet ettiği olurdu. Sanırım o gelenekler günümüzde pek yaşatılmamaktadır. Bayram sabahı çekirdek aileler kendi aralarında diğer günlerde olduğu gibi kahvaltı yaparak, bayramı geçiştir-mektedirler.
Sakal-ı Şerif ve Leyle-i Kadir
Ramazanın 26. günü öğle namazından sonra tellal çarşıda ikindi namazından sonra Ulu Cami’de Peygamber Efendimizin “Sakal-ı Şerifi”nin ziyarete açılacağını ilan etti. Babam abdest alarak kendisiyle beraber Ulu camiye gelmemi istedi. Ezan okununca hazırlanıp, dükkânı kapatarak camiye doğru yöneldik. Dükkânlarını kapatmış birçok esnafın da bizim gibi, o tarafa akın ettiğini gördük. Ulu Cami Adıyaman’ın en eski yapılarından biri olup, Osmanlı dönemi öncesi Dulkadiroğulları Beyliği zamanında, Adıyaman Beyi “Eslemez” tarafından yaptırılmış, daha sonra birkaç defa onarım görmüştür. Çocukluk yıllarımda camide dış avlu ve avlu içerisinde iki katlı hücreler bulunmaktaydı. Daha sonra önündeki yolun genişletme çalışmalarıyla avlu ve hücreler ortadan kaldırıldı.
İkindi namazı oldukça kalabalık olduğundan, halk avluya kadar taşmıştı. Biz de avluda bir yer bularak, serilen hasırların üzerinde namazı kıldık. Tespih ve dua sonrası bir hafız oldukça güzel sesiyle “aşır” okudu, arkasından tekbir ve Hz. Peygambere salâtı-selam getirmeye başlayınca, cemaatte tekbirlere coşkuyla iştirak etti. İnsanlar hürmet ve tazim içerisinde tek sıra halinde caminin kuzey kapısından içeriye girmeye başladılar. Ziyaret görevini tamamlayanlar doğu kapısından çıkarak ayrılmaktaydı. Uzun bir bekleyişten sonra, camiinin kuzey kapısından girebildik. İçeri oldukça kalabalık ve sıcaktı, buram buram terlemeye başladık. Uzun bir bekleyişten sonra sıra bize gelebildi. “Zombaba”lardan manifaturacı Hacı Efendi elindeki şişenin içerisinde bulunan Sakal-ı Şerifi gelenlere ziyaret için uzatıyordu. Babamdan sonra sıra bana geldiğinde öperek başıma koydum, o an yaşadığım duyguları burada kâğıda dökmem imkânsız; ancak yaşandığında anlaşılacak duygular olduğunu belirtmekle yetineceğim.
Burada şu noktaya da değinmekte yarar var, pek çok toplantıda, yeryüzünde bulunan Sakal-ı Şerif, Hırkayı Şerif ve Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden hangisi gerçek, hangisi gerçek değil, şeklindeki sorularla çok muhatap oldum! Bana göre o objelerin bir kısmı veya hiçbiri Hz. Resulullah’a ve İslam büyüklerine ait olmayabilir. Fakat ben onları “gerçek olabilir” düşüncesiyle ziyaret etmekteyim.
Ramazanın son haftası zekât ve fitreler verilmeye başlayınca, fakirlerin yüzü biraz da olsa gülmeye başlamıştı. Bayramların sosyal yardımlaşma konseptiyle toplum katmanlarını yılda birkaç kez de olsa, birbirine hatırlatarak, yaklaşmalarını sağlamaktadır. Bu özellik, İslam’ın diğer din ve kültürlerde bulunmayan- ya da unutulan- en önemli özelliğidir. Bunca saldırı ve misyoner faaliyetlerine rağmen, İslam toplumu yine de ayakta kalabilmişse, bunu Rama-zan ve bayramlarda yaşanan sosyal ve ekonomik dayanışmaya borçluyuz.
Henüz Adıyaman’ın elektrik ve elektrikli gereçlerle tanışmadığı yıllarda mübarek gecelerde yakılan gazyağı kandilleri ve lüks lambaları camileri, adak mumlarıyla da, türbeler ışıl ışıl olurdu. Yatsı namazı öncesi mahalle çocukları müezzinle beraber minareye çıkar; Ramazanın ilk on beş günü “ Merhaba ya şehri Ramazan”, son on beş günü de, “ elveda ya şehri Ramazan” karşılama ve uğurlama ilahisinin nakaratını söylerdik. Fakat o yaz bağda olduğumuz için, bu koroya katılamamıştım. Ama Ramazanın ilk gecesinde olduğu gibi, Kadir ve Bayram gecesi de lastik meşaleler yakarak, ortalığı aydınlattık.
Bağda Kelle Vurmak(pişirmek)
Bağ yaşamının en keyifli yanlarından biri geceleri lastik meşaleler yakmak, bir diğeri de gençlerin kelle-paça pişerken aralarında oyunlar oynayarak eğlen-meleriydi.Genellikle kelle vurulurken de lastik meşale yakılırdı. Eski Adıyaman toplumunda yaşamış her gencin kelle vurma (pişirme) ile ilgili mutlaka komik hatta trajikomik bir anısı olmuştur. Kelle ve dolma şehrin yemek kültüründe önemli yer etmiş olmalı ki, “Dolma” gibi “Kelleci” lakapları da bir kaç ailede soyadı olarak yaşatılmaktadır.
Kelle vurmak genellikle genç ve orta yaş erkelerde oldukça yaygındı. Fakat, çok eski bir gelenek olarak erkekliğe yeni adım atan gençlerde - birazda cesaret ve erkekliklerini ispat için- yaz aylarında bağda kelle pişirerek eğlenirlerdi. Kelle genellikle hafta sonu geceleri -ocağa-vurulurdu. Gençler geceyi belirledikten sonra yer olarak aralarındaki arkadaşlardan birinin bağında toplanırlardı. Gruplar genellikle yedi,sekiz kişiden az olmamak üzere on beş,yirmi kişiye kadar olabilirdi. Kelle gece pişirilip, sabaha karşı ya da güneş doğarken yenilirdi. Toplanılan akşamın yemeği, genellikle tava ya da çiğ köfte olurdu. Hazırlıklar sabahtan itibaren başlar, aralarında topladıkları paralarla kendi sayılarına göre birkaç kuzu başı, akşam yemeği veya malzemesi ile bol miktarda ekmek, gece yiyecekleri meyve ve kuruyemişleri yanlarına alarak ,akşama doğru bağ yolunu tutarlardı.
Bağda akşam yemeğini yedikten sonra içlerinde tecrübeli olanlar ve elinden iş gelenler kelleyi yıkayarak, içi kalaylı özel bakır kelle kazanına doldurup, üzerine yeterli miktarda su ve tuz ilave ederek, pişmesi için ocağa koyarlardı. Kelle çok geç pişen bir et olduğundan orta ateşte pişmesi dört,beş saat alırdı. Pişmesi beklenirken, darbuka ve saz eşliğinde şarkılar söylenerek oyunlar oynanırdı.Bu nedenle gençlerin kelle pişirdiği bağ ve çevresi cümbüş yerine dönerdi. Daha sonra aralarında bilmece ve hikâyeler anlatarak, güç ve kurnazlığa dayalı mahalli şakalar yaparlardı.
Gece ilerleyince çoğu yorgunluktan mest düşenler bir bağ tiyeğinin (tevek) altında yatarak uykuya çekilir, uyanık kalanlar kendi aralarında eğlenmeye devam ederdi. Derken onları da uyku bastırınca, aralarından bir “açıkgözü” nöbetçi bırakarak kazana yakın bir çevrede diğerleri gibi onlarda uyurlardı. Aralıklarla kellenin pişip-pişmediğini kontrol eden nöbetçi, piştiğinden emin olunca kazanın altındaki ateşi ocağın önüne çeker,pişmiş kelleyi dinlenmeye bırakırdı. Bundan sonra nöbetçinin görevi kazandaki kelleyi beklemek ve güneşin ilk ışıklarıyla arkadaşlarını uyandırmaktı. Fakat gecenin sessizliliğinde onca insanın horul ,horul uyuduğu ortamda, sabaha kadar uyanık kalmak, ana kuzusu yeni yetme bir genç için oldukça zordu.
Eğer nöbetçi deneyimli biri değilse, bir müddet sonra o da oturduğu ocağın başında uykuya dalar, işte o zaman birilerine gün doğardı. Onca kişinin arasından gecenin bir saatinde kellenin - hatta kazanıyla- çalınması kültürümüzde hırsızlık değil, tam tersi yiğitlik olarak algılanmaktaydı. Bu nedenle kelle pişirmeye giden topluluğu avlamak isteyen pek çok yakın- ya da uzak - sözde arkadaşları olurdu. Onlar “maharetle” çaldıkları kelleyi bir başka bağda midelerine indirirken, onca uğraşı ve gayretle rağmen kelleyi kaptıranlar o sabah aç kalmakla yetinmez, üstüne üstlük yıllarca “yiğitlik”(!)leriyle alay edilirdi
Aslında bağda gençlerin kelle pişirmesi, o yıllarda yaşayan folklorumuzun bir parçası olmuştu. Kelleyi çalmaya gelenler birkaç kişiden oluşur, bazıları gözcülük yaparken, diğerleri kazanı bekleyen bekçi ve uyuyanların yüzlerini ocak karasıyla boyar, birisi de pişmiş kelleyi ocaktan alarak hızla kaçırdı. Bazen de kazanı oradaki bir leğene boşaltıp götürürken ,boş kelle kazanının içerisine bir kaplumbağa ya da irice bir taş koyarlardı. Bağlarda yaşayan hayvanlardan en bol olanı, üzümü çok seven kaplumbağaydı. Zavallı hayvan kelleciler uyanana kadar kazandan çıkmaya çabalardı. Sabahleyin uyananlar uyku mahmurluğu ile birbirlerinin yüzüne bakarak önce gülümser, sonra kelle kazanına yönel-diklerinde başlarına gelen felaketi anlar,sağa sola saldırır, birbirlerine çatar, yerleri yumruklarlardı; ama nafile olan olmuştu.
Bir iki gün sonra, yaşanan onca rezilliği öğrenerek araya giren yaşlılar , olayın daha fazla büyümesini önlemek için tarafların liderlerini toplayarak, bir ziyafetle vererek işi tatlıya bağlarlar; kelle bedelini karşı taraftan alıp kelecilere vererek zararlarını telafi ederlerdi. Fakat kelleyi kaptıranların beceriksizliği aylar hatta yıllarca konuşulurdu.
Fakat bazen de tam tersi olurdu, oturduğu yerde uyuklayan nöbetçi kelle hırsızlarının ocak başına yaklaştığını anlayarak, arkadaşlarını sessizce uyan-dırır,el işareti ve dudak hareketi veya fısıltıyla kendilerini gözleyenleri haber verirdi. Uyananlar uyku taklidi yaparak, önceden hazırladıkları ip ve sopalarla hırsız(lar)ı beklerlerdi. Kelleciler uyuyor görüntüsünde beklerken,iki ya da üç kişiden oluşan “kelle hırsızları” ocak alanına yaklaştıklarında üzerlerine çullanarak onları yakalayıp, el ve ayaklarını bağlarlardı. Hırsızları iyice bir sopadan geçirdikten sonra, elbiselerini üzerlerinden alarak yüzlerini karalayıp, don gömlek yola salıverirlerdi. Bu seferde kelle vuranların cesaret ve maharetleri konuşulup, taktir toplarken, hırsızların yaşadığı rezalete gülünür ve toplumda uzun süre horlanırlardı.
Bu yarenliğin tarihteki hangi kültürün kalıntısı olarak çağımıza taşındığını belirlemek oldukça zor. Ancak kültürümüzde kelle ile ilgili bilinen önemli ritüeller bulunmaktadır. İslam öncesi eski Türklerde tören ve şölen yemek-lerinde kesilen hayvanın postu yüzülerek içerisi temizlenip özel baharatlar sürülerek gövde halinde pişirilir ilk ikram olarak, kellesi ve özel olarak beyninin beylere sunulduğu bilinmektedir. Hatta bu gelenek Alevi Türkmenlerde günümüze kadar taşınmıştır; Kurban veya adağın pişirilen başı, özel törensel bir sunumla “Cem Dedesi”ne ikram edilmektedir.
Bağlar binalara kurban verilince, gençlerin kelle pişirme gelenekleri de yok olup gitti, bu nedenle insanlar artık “erkeklik sınavını” vermeden de erkek o-labiliyorlar (!) Şimdilerde o Bağlarda pişen kelleler kadar lezzetli olmasa da, şehrin bazı lokantaları o güzel anıları yaşatarak, akşamdan hazırlayarak fırında pişirdikleri kelle-paçaları sabahın serinliğinde, güneşin ilk ışıklarıyla o gençlerin torunlarına sunmaya devam ediyorlar…
Birinci Bölümün sonu
Not. Yazı, ikinci bölümüyle: “ Eski Adıyaman Kültüründe Bayram” başlığıyla devam edecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.