- 766 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
HAMDIM,PİŞTİM,YANDIM
Demir parmaklıkların soğukluğunu hissedince birden irkildi. Ne zamandan beri burada öylece kaldığını zihninden geçirmek istedi. Ancak bunu başaramadı. Karma karışıktı duyguları. Bu çıplak damın içerisinde üç beş gün geçmesine rağmen yıllardır bu rutubeti içine çekmişti sanki. Teli kırık kemana dönmüştü. Akordu bozulmuştu. Aniden durduğu yerin aksine yürümeye başladı. Tuhaf bakışların üzerinde olduğunun farkındaydı. Soğuk yüzlerin fersiz bakışları altında olmaktan çok sıkılmıştı. Eli yağlı saçlarında dolaşıyor, kirli sakallı yüzünü sıvazlıyordu. Lanet olsun ne yaptım ben, diyordu. Dört duvar üstüne üstüne geliyordu. Duvarların üzerine geldiğini görünce küçülüyor güçsüzlüğü karşısında hayıflanıyordu. Ağlamak istiyordu. Bugüne kadar yapamadığı eylemi gerçekleştirmek istiyordu. Nafile. Yüreğinin sıkıntısı parmak uçlarında dalgalanmaya başlıyor, saçının her telinden gökyüzüne yükseliyordu sanki. Hıçkırıkları boğazında düğümleniyordu. Yutkunamıyordu. Gözleri güneşin batımından önceki mat ve kızılımsı rengi almıştı. Bu dengesizliği günlerdir içinde kümelenen sancının hararetini arttırıyordu. Şu içindeki mengeneyi çıkarabilse rahatlayacaktı. Yüreğinin sancısı bir nebze de olsa hafifleyecekti. Muvazenesi rayına oturacaktı. Voltasını atarken sadece bunları düşünüyor düşünürken de tespihini gayri ihtiyari sallıyordu. Belli bir süre voltasını attı. Hep yere bakıyordu. Kafasını kaldırsa soru yağmuruna tutulacağını biliyordu. Geldiği günden beri kiminle konuştuysa hepsi sorduğu sorularla var olan sıkıntısını katmerleştirmişlerdi. Bunun için herkesten uzak duruyordu.
İçlerinde yaşlı, ince, uzun boylu olanı kendisine hiç yanaşmamıştı. Onun farklı olduğunu anlamıştı. Ramazan amcaya ne zaman gözleri ilişse kitap okuduğunu görüyordu. Kimseyle muhabbet etmiyordu, bu ihtiyar. Sadece sorulan sorulara cevap veriyordu. Celal, bu ihtiyar adamın yüzüne bakınca buranın zamanla kendisini bu hale getireceğini anladı ve buz kesti. Yemek vakti gelmişti. Celal, Ramazan amcayla karşılıklı oturdu. Heyecanlanmıştı. Kafasıyla afiyet olsun işareti yaptı. O da karşılığını vermede gecikmedi. Yemekler berbattı. Yerken yüzünün aldığı şekil, Ramazan amcanın dikkatinden kaçmadı. Hafifçe gülümsedi ve : “Yeğenim ne bekliyordun:’ Urfa lahmacun, kebap falan mı?’ Sofradakiler öyle kahkaha attı ki deprem oldu zannetti, Celal. Utandı birden. Sinirlenemedi. Dışarıda olsa kim böyle gülse suratına patlatırdı tokatı. Zaten başına başına ne geldiyse bu anlık siniri yüzünden gelmişti.
Öyle şeyler beklemiyoruz da amca bu yemek köpeğe bile verilmez, dedi, Celal. Ramazan amca:
Evet. Zaten bize veriyorlar. Değerin, kıymetin, dışarıdaki askıda. Bundan sonra da o askıda kalacak. İçeriye düştün ya şimdi sen, toplumun nazarında hiçbir şeysin. Tabi bu dört duvar arasında da. İnsanlıktan çıkabilirsin. Burada bu sıkıntılar seni ya adam eder ya deli. Burada her şeye katlanacaksın. Yemek ayrımı yapma aç kalırsın sonra. Sende kendimi görüyorum evlat. Ben de ilk geldiğimde senin gibiyim. Celal bu kısa sohbetten sonra istemeyerek de olsa yemeğini yedi. Ramazan amcanın söyledikleri kafasına takılmıştı. Nasıl olur da hiç kıymetleri kalmazdı. Neticede insanız. Hata da yaparız. Peygamber değiliz ki. Karmakarışık duygular içerisinde yemekten kalktı ve ranzasına uzandı. Her zaman olduğu gibi yemek yedikten sonraki rehavet çöktü. Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Uykuyla uyanıklık arasında köyünü gördü. Cemrelerin düşmeye başladığı dönemdi. Uzun bir kıştan sonra tabiat uykudan uyanıyordu. Bu şirin köy, yeşilin bin bir tonunu taşıyordu üzerinde. Havasıyla, suyuyla cennetin bir bahçesini andırıyordu. Bu mevsimde dağlara çıkıp kenger, mantar, çiğdem toplamaya bayılırdı. Hele keklik avına dayanamazdı. Köyünde her şey güzeldi. Ancak tek bir şey hariç. Gerçi onu da temizlemişti ama hayatının zehir olmasına mal olmuştu.
İster istemez o güne gidiyordu düşünceleri. Karısının çığlıkları kulaklarında yankılanıyordu. Celal, boncuk boncuk terlemeye başlamıştı. Bu durum hemen Ramazan amcanın dikkatini çekti. Ranzanın yanına geldi. Celal, diye seslendi. Celal çoktan uyumuştu. Üstünü yavaşça örttü. Celal sağ tarafına doğru döndü. Karısını o ahlaksızın, ırz düşmanının elinden aldıktan sonra bir hamlede boynunu kavradı. Celal sinirlerine hâkim olamıyordu. Ayşe’nin sesini duymuyor, çırpınışlarını fark etmiyordu. Ne zaman ki altındaki mendebur son kez titredi , o zaman kendine gelmişti. Ayşe: öldürdün onu öldürdün, diye bağırıyordu. Celal bu bağrışmadan sonra Kasım’ın üzerinden kalktı. Cansız bir şekilde duran çocukluk arkadaşına baktı. Kasım’ın neden böyle yaptığını anlayamamıştı. Ancak cezasını çekmeliydi. Töre de bunu isterdi. Karısına göz diken bu terbiyesize cezasını verdiği için hiç üzülmemişti. Ama kendi yaptığının da cezasız kalmayacağını aklına getirince birden hayat durmuştu. Bildiği her şey anlamını yitiriyordu. Onun için hayatının son günüydü bugün. Ayşe, Celal’in paniklediğini görünce bu durumdan kurtulması için sıkı bir tokat atmıştı.
Celal birden yatağından fırladı. Sırılsıklam olmuştu. Gün yeni doğuyordu. Üzerini değiştirdi. Ramazan amca seccadesinin üzerinde tespih çekiyordu.
Celal’e doğru döndü:
-Gecen iyi geçmedi evlat. Sayıkladın durdun. Ayşe kim? En çok onun ismini sayıkladın. Ne oldu anlatacak mısın?
Celal başından geçenleri tek tek anlattı. Köyünden, Ayşe’den ve çocuklarından bahsetti. O anlattıkça Ramazan amca dinledi. Bazen kafasını sallıyor bazen dalıp gidiyordu. Sohbetin sonlarına doğru Celal, Ramazan amcanın ranzasının yanı başında bulunan kitaplara gözü takıldı. Ne kadar çoktu.
İhtiyar, Celal’i dinledikten sonra ona, bugüne kadar biriktirdiği birikimlerden nasihatler sunmaya başladı. Bahtsız, belki hayatında ilk kez bu kadar güzel cümleler duyuyordu. Dinledikçe bu zayıf, omuzları hafifçe çökmüş, alnı kırış kırış olan ihtiyarı babası yerine koyuyordu. Ramazan amca Mevlana’dan kıssalar anlatıyor, Fuzuli ve Şeyh Galip’ten de beyitler okuyordu.
Etkileyici olsun diye asrı saadetten hikayeler anlatıyordu. Celal pür dikkat dinliyordu. Dinledikçe içindeki tarifsiz sancıların, sızıların dindiğini hissediyordu. Bülbül gibi şakıyordu bu nur yüzlü adam. Yaptığının görünürde doğru ancak gereksiz olduğunu anlatıyordu Ramazan amca. Zaten yüce yaratıcı, o mendeburun cezasını ahirette misliyle ödettireceğini söylediğinde Celal iki elini kafasının arasına aldı. Yaptığından pişman olmuştu.
İçinden: Neden seninle daha önce karşılaşmadık ki, dedi. Benim önümde böyle umman bir bilge olsaydı. Ben bu hataları yapmazdım, diye düşündü.
Ramazan amca, Celal’e tecrübesiz olduğunu ama olgunlaşacağını söyledi. Yaşamın her bölümünün insana bir şeyler öğrettiğine de değindi. Celal bu bilgi birikiminin ve olgunluğun ranzanın yanı başında duran bu kitaplardan kaynaklandığını bir çırpıda anladı. Bu melun yerde uzun süre kalacağına göre kendiside bu kitapları mutlaka okumalıydı. Okuyup bilmediğini öğrenmek, öğrendiklerini de Ramazan amca gibi yeni geleneklere aktarmak istiyordu. Kafasına koymuştu. Artık okumalıydı. Bu konuda ihtiyarın yardımına ihtiyacı olduğunu anladı.
Ramazan amca bende kitap okumak istiyorum. Bende sizin gibi bilge bir insan olmak istiyorum. Lütfen bana yardımcı olur musun?
İhtiyar hafifçe gülümseyerek:
“Neden olmasın paşam.” dedi. Kısa sürede bu kadar etkileyici olacağını hiç tahmin etmemişti. Yıllardır burada olmasına rağmen anlattıklarıyla çok az kişinin dikkatini çekmişti. Bu durum ihtiyarı sevindirdi. Gözlerinin ışıltısı bunun deliliydi. Bir hamlede Celal’in anlayabileceği, okurken sıkılmayacağı kitapları seçti.
Bunları oku. Daha sonra yenilerini vereyim, dedi.
Celal’de bu ilgiden çok memnun kalmıştı. Verilen kitapları hemen aldı ve ranzasına yöneldi.
Yatağına uzandı. Çok heyecanlıydı. İlk kitabını açtı. Kitabın ilk sayfasında bir söz okudu. Yerinden doğruldu. Buz kesmişti. Tüyleri diken diken oldu. Okumaya bu sözle başlamak bir işaret olmalıydı. Gözleri dolmuştu. Yerine uzandı ve cümleyi bir kez daha okudu.
“ Hamdım, Piştim, Yandım.”
Celal gözlerini kapadı ve düşüncelere daldı.