- 935 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MUSTAFA AKKAD VE “AHTAPOT”
“Ahtapot” benim ilk romanımdır. İngiliz ajanı Hampher’in 1710 yılında İstanbul’a gelmesiyle başlayan bir hikâyeyi anlatır.
İngilizler, “Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu”nun devamlılığını Osmanlı küçültülmesiyle orantılı görür. Onlara göre, Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklardan sökülüp atılması halinde buralara İngilizler yerleşeceklerdir.
O tarihlerde 5 bin ajanla bu işe başlarlar ve bunu kısa süre içerisinde 100 bin ajana çıkaracaklarını açıklarlar. Çalışmalar bu çerçevede yürütülür ve gerçekten bu ajanın Arap Yarımadasındaki başarısıyla bugünkü yönetim 18. Asrın ortalarında iş başına getirilir. Bu, Osmanlı için bir iç darbedir. Sonra arkası gelir ve Osmanlı İmparatorluğu bu olaydan bir buçuk asır sonra çözülmeye yüz tutar. Gerçekten de Osmanlı’nın özellikle Arap Yarımadasında terk ettiği topraklara İngilizler yerleşir.
Bu romanı, İngiliz Ajan’ın kendi hatıralarından hareket ederek yazmıştım. Romanım çıktıktan hemen sonra belki okur kesiminde arzulanan ilgiye ulaşamadı, ama önemli bir şeyi başarmıştı; İFPAŞ; bunun hemen senaryosunu hazırlattı ve büyük bir prodüksiyon olarak çekim için görüşmelere başladı. Bu görüşmelerin ilki, Mısırlı meşhur yönetmen Mustafa Akkad’la yapıldı ve anlaşma metni taraflarca imzalandı. Arkasında Kaptan Kusto’nun deniz araştırmalarında çekimini yapan ekiple irtibata geçildi. Onlarla da mutabakat sağlandı. Bu defa, bu filmin sponsorluğunu üstlenecek kurumlarla temasa geçildi. Türkiye’de iki bankaya teklif götürüldü. İkisi de senaryoyu inceleyince İngilizlere hedef olma riskini göze alamadılar ve bu işe giremeyeceklerini bildirdiler. Mısır’da bir kurumla görüşmeler yapıldı. Orası da aynı gerekçelerle, bu konuya sıcak bakmadı. Böylece bizim eserin filme alınma işi başarısızlıkla sonuçlandı.
Hollyvood’da uzun yıllar, senarist ve yönetmen olarak çalışan bu Doğulu sinema öncüsü, daha sonra kendi değerlerine döndü ve “Allah’ın Elçisi: Hz. Muhammed”, “Çağrı ”ve “Çöl Arslanı: Ömer Muhtar”, gibi tarihi filmleri çekti. Bu üç filmin ortak özelliği, tarihin destanlaştırılmış şekliyle okuyucuya sunulmasıydı. Filmler, kendi döneminin bütün özelliklerini yansıtacak şekilde çekildi.
Bunları defalarca izledim. Her izlediğimde de bizde basit, kalitesiz ve seviyesiz sineme filmleri gözlerimin önüne geldi. Belki bugün yeni bazı filmlerle bu zaafımız kırılmış oluyordu. Ancak niye 35 yıl önce “Allah’ın Elçisi: Hz. Muhammed”i çekebilen yetenek ve irade bizde oluşmamıştı? Bu meseleye yukarıya aldığım kendi kısa maceramla cevap vermiş olabildim mi bilemiyorum? Bizde bu tür hizmetlere ‘Bana ne kazandırır ya da ötekisi ne der?’ mantığıyla baktığımız sürece sonuca varmamız mümkün olmayacaktır.
Türkiye’nin artık Akkad idrakini taşıyan ve yeteneğe ulaşmış sinema ustalarını yetiştirmesi gerekiyor. Kabul edin ya da etmeyin, sinema bir ticari sektör olmaktan öte, bir yönlendirme aracıdır da. Bunun en çarpıcı örneğini, Amerika’nın bize uyguladığı kota’yı kaldırma talebimize; “Amerikan filmlerine televizyonlarınızda ağırlık verirseniz, kotadaki sınırlamayı daraltırız”, cevabında görürüm.
Akkad’a rahmet diliyorum…