- 2185 Okunma
- 11 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ BİR SURETİN GEÇKİN GÜLÜŞÜ
ESKİ BİR SURETİN GEÇKİN GÜLÜŞÜ
Sarı renk çiçekleri ile pencereme doğru uzanan, İzmir mimozası yazın geldiğini müjdeliyor. Bir dahaki sefere sonbaharda buluşabiliriz dercesine, sarı tırnaklarıyla camın şeffaf saydamlığını öpüyor. Kokusunu evimin salonuna yığabilmek adına, yüzüme emrahvari bakıyor.
“Oh! Nasıl bu güzelliğe kıyılır.” Diyerek pencereye yöneliyorum. Beyaz fistolu gipür tülü ardına kadar çekiyorum. Nasıl olsa karşı tarafım bomboş ve yolun az ilerisi sadece masmavi deniz. Denizden utanılacak bir yanım yok diye düşünüp, mimoza çiçeklerini ılık odama buyur ediyorum. Yalnız geçen ikindi vaktime hiç yoktan arkadaş olur umuduyla, bir miktar sevinir gibiyim.
Duvarda asılı duran gonklu saatin vuruşları az sonra tik tak sesinden, tok bir yükselişe yönelirken vaktin her zamankinden daha da yavaş ilerlediğini düşünüyorum. İnsan hayatı ne gariplikler ile dolu değil mi? Hayat çizgisinde yürürken; bazen koşar adımlarla hız alırken bazı vakit bununla yetinmeyip süratle ilerleyen bir tayyarenin kanatlarına umutla sarılıyoruz. Bazen de yaşam kaplumbağa hızında seyir gösteriyor. Çocukluk günlerimde genellikle tayyarenin kanatları üzerinde yol alırken, delikanlılık vakitlerimin ne çabuk tükendiğine şahit dahi olamamıştım. Hele yaşım kırkın üstüne çıkınca her şey sütliman halde bekleşirken, ellilere vardığımda ağır aksak hallere bürünmüştüm. Şimdilerde ise uzun zamandır kağnı arabası şeklinde, vaktin çarkı dönüyor. Sevinmelimi üzülmelimi anlayamıyorum? Acaba aheste dönen bu dişli beni bir nebze dahi olsa Azrail limin gülen yüzünden ırak tutabilir mi? Kim bilir? Beni hangi müphem durakta beklerken, sabrının son sınırlarında belki de çıldırmak üzeredir. Verilecek pek çok hesabım varken, sabrının çok uzun sürebileceğini hiç sanmıyorum.
Açık pencereden içeriye akşamüstünün ılık yaz havası dolmaya başlıyor. Bahçeye diktiğim maydanoz tohumlarının akıbetleri aklıma düşüyor. Geçen sefer fazla sulamaktan çürüttüğüm tohumları, bu sefer inşallah yemyeşil yaprakları ile görmeyi umuyorum. Toprak ile haşir neşir olmayı, denizden uzak kaldığım gün itibarıyla uğraşmayı sever oldum. Epey zaman oldu. Sanırım üç yıldır. Eski bir sevgiliyi unutma çabasıyla başlayan bu uğraşı, sonraları bende bir tür hastalık halini aldı. Maydanoz, marul, nane, roka tohumlarını Buca pazarından alması için, haftada bir beni yoklayıp köyünden taze süt ürünleri getiren Halil Efendiye ısmarlıyorum. Minnacık tohumlardan bir müddet sonra çıkan o muhteşem yeşillikleri görmek, inanılmaz derecede bana coşku veriyor. Lakin alelâcayip olan, ne hikmetse onları soframa misafir edip yemeye kıyamıyorum. Yetişmiş sebzeleri toplayıp demet halinde paketleyerek Halil Efendiye emanet ediyorum. Alsancak tarafında zenginliğin arka yüzünde saklı kalmış, mahallelerde yaşayan bir somuna muhtaç olan insanlara gönderiyorum. Bazen de mümkün mertebe, gazete kâğıtlarının arasına sardığım roka yapraklarının arasına bir miktar para sıkıştırıyorum.
Bugün dünden farklı olarak kendimi biraz daha evlâdiye hissediyorum. Acaba Halil Efendinin önerdiği rezene çayının bunda bir etkisi olabilir mi diye de düşünmeden edemiyorum. Kitaplığın yanında duran fiskos masasının üzerindeki, beklemekten suyu bulanıklaşmış rezene çayına gözüm kayıyor. Keramet bunda olsa gerek. Sızlayan romatizmalı bacaklarımın ağrısı bu gün daha bir naif... Köşedeki maun masanın üzerinde duran üzerinde “medicine” yazan çantanın içerisinden bir adet boğaz pastili alıp ağzıma atıyorum. Son iki yıldır alışkanlık yaptı. Kronikleşen boğaz iltihabım azsın azmasın, günde bir tane ağzıma mutlaka atıyorum. Sanki bunu yapmazsam, günümde eksik kalan bir şeyler olacakmış gibi geliyor.
Son günlerde gramofonda taş plak dinlemeyi adet edindim. Rahmetli babamdan bana yadigâr kalan gramofon, eski günlerimizin tek şahidi gibi kitaplığın sol bölmesinde usulcacık oturuyor. Otuzlu yılların; eleği elenip duvara asılmış yaşanmışlıklarının temsilcisi gibi, başköşede kimi zaman uyukluyor kimi zaman ise bir plağın ağırlığında mahmurluğundan kurtuluyor. Genelde Hamiyet Yüceses i dinliyorum. Boğuk kıvılcımlar saçan sesi, kulaklarımın pasını söküp atıyor. Yüreğimin iç kıvrımlarına nakşeden bu ses, delikanlılık yıllarımın perde arası görüntüsünü su yüzüne çıkarıyor. Yarım kalmış aşklarımın ardından bir türlü becerip tamamına erdiremediğim izdivaçlarımın şahitliğini yapıyor.
Ne var ki bugün onu dinlemek istemiyorum. Ruhumun dinginliğine tezat, kalbimi kamçılayıp bir nebze bedenime kan gelmesini sağlayacak plağı gramofona yerleştiriyorum.
Müzeyyen Senar ın gramofondan yükselen sesiyle birlikte, gipür perdenin sallanışlarındaki artış an be an aynı anda gerçekleşir gibi oluyor. Soluk gülkurusu renge boyalı odanın kitaplık raflarından arta kalan yerlerini yalayıp, mimoza çiçeğine kelebek gibi konuyor. Oradan yükselen bir esinti ile beraber karşı denizin kararmaya yüz tutmuş sularının üzerinden, âşığı olduğum gemilere doğru yol alıyor. Şu an sadece eksik olan şey, beyaz bir eldiven ve beyaz bir kadın eli.
Aşikâr olduğum müziğin yükselip alçalan sesi, ruhumla raks ederken geçmiş hatıralar kafamın içerisine hücum etmeye başladı. Anılarımda canlanan insan siluetlerine olan özlemim yüreğimi burkunca; onların cansız hayallerini dahi görebilmek adına, ceviz kaplamalı kitaplığın alt çekmecesinde duran fotoğraf albümüne elim vardı. Siyah karton kâğıt içerisinde itinayla takılmış siyah beyaz fotoğraflar, önce avucumu sonra yaşlı kalbimi yakarcasına yüzüme gülümsüyorlar. Pencerenin dibinde duran; yeşil tekli koltuğumun üzerine oturmadan önce, gramofondaki plağı değiştirip yerine dönülmez akşamın ufkundayım isimli taş plağı koyuyorum. Harflerin her biri, merhum Zeki Müren in iki dudağının arasında feyezan bulmaya başlıyor.
Rezene çayımı elime alıyorum. Gömülürcesine koltuğa oturup, sırtımı yeşil minderin dost sıcaklığına dayıyorum. Siyah karton albümün içinden yere doğru süzülerek düşen bir fotoğraf, terliğimin üzerinde arka üstü öylece kalıyor. Resmin arkasındaki silik yazılar ile gözlerim buluşunca dudaklarım kımıldamaya başlıyor.
“Sevgili ahretliğim. Ne kadar mesut olduğumuzu görmen dileğimle bu cansız hayalimizi sana gönderiyorum. Tez vakitte buluşmak dileğiyle... Kardeşin Safiye.”
Uzanıp resmi alıyorum. Yazılan kelimeleri sanki şu ana kadar hiç okumamışçasına, tekrardan bir daha okuyorum. Derin bir soluk alıp verişimle birlikte, resmi ön yüzüne çeviriyorum.
Gözlerimle ilk buluşan gözleri halen daha sorgularcasına bakmaktan çekinmiyorum. Beni deniz aşırı ülkelere sevk eden o bakışlar, o derece suçsuz bakıyor ki bir anda kendimden şüpheye düşüyorum.”Ah! “ Diye bir feryadın dudaklarımdan dökülmesine mâni olamadan, çayımdan bir yudum alıyorum, avunmak istercesine. Rezenenin ılık ve buruk tadı kuruyan boğazıma iyi geliyor.
Siyah beyaz fotoğrafta beyaz gelinliğinin içinde, bir peri kızı kadar mesut gülümseyen ablam Safiye üç ablamdan ortancası... Bir nevide rahmetli annemin göz bebeği... Mamafih buna tezat, tıp tahsilini yarım bırakıp evlenmeyi tercih ettiği içinde rahmetli babamın içini kan ağlatan ortanca kızı. En büyük hayali dâhiliye mütehassısı olmak iken; enişteme gönlünü kaptırıp nikâh masasına oturan ablam, yıllar içinde aldığı bu kararın arkasında durmayıp sürekli hayıflan durmuştu. Eniştemle bir hafta sonu Bolu gezisinde tanışıp, hayatının pişmanlık ile geçireceği yıllarının altına böylece imzasını da atmış oluyordu. Kim bilir belki de o yıllarda; piyasanın en görkemli şirketinin veliahdı olan eniştem, ablamın kafasına girip tahsilini yarım bırakmasına neden olmuştu. Çocuksuz geçen yılların ardından gelen ardı sıra ihanetler, ablam için tam bir yıkımdı. Evliliğinin ikinci yılından sonra kaç kez boşanmaya kalkıp, tekrardan vazgeçtiğini kendi dahi hatırlamıyordu. Ablam ile eniştem arasında tuhaf bir ilişki vardı. Her şeye rağmen birbirinden kopamayan, ancak asla ilk günkü gibi yaşadıkları o kısacık mutluluğu yakalayamayan birer öksüz çocuk gibiydiler. Rahmetli babam ablamın evliliğinin altıncı yılında gözlerini yumunca, ablam onun ölümüne dahi yetişememişti. Zira buna imkânı olsa dahi babamın onu görmek isteyeceğini de pek sanmıyorduk. Eniştem babamın vefatından tam yedi yıl sonra; hakkın rahmetine kavuşunca, ablam baba ocağına dul ve çocuksuz bir kadın olarak geri dönmek zorunda kalmıştı. İflas batağında can çekişen bir şirketin ardından, eniştemin vefatı sonrasında elinde avucunda kalan sadece yaşanmışlıklarıydı. Rahmetli annem ile yaşlanmaya başlayıp ondan evvelde hakkın rahmetine nail olmuştu. Hazin bir öyküydü bu.
Safiye ablamın yanında duran, kısa saçlı olanı ise büyük ablam Ayla. Aralarında sadece iki yaş olmasına bilâkis; ondan daha ziyade mantığıyla hayata bağlı, hayal dünyasından ziyade yaşamı gerçeğiyle algılayıp ona göre yaşamını idame ettiren biriydi. Bunun yanı sıra, rahmetli babamın göğsünü kabartacak bir evliliğe adım atınca ailenin göz bebeği haline gelmişti. Yüksek tahsili olmamasına rağmen büyükelçi Fuat Beyle evlenmesi, aile içerisinde tam bir sürpriz olmuştu. Hiç bir duygusunu ve düşüncesini ulu orta yaşamayan ablam, deyim yerindeyse tam on ikiden vurmuştu. Kocasıyla aralarındaki on bir yaş farkına rağmen, bu mesafeyi kapatabilmeyi çok güzel becermişti. Evliliği süresince yaşadığı mutlu olayların dışındaki hiçbir kötü olayı ailemize yansıtmamıştı. Ketum biriydi. Lakin sıcak ve sevecen konuşmaları; hemencecik ona ısınmanıza, anında yapmak isteyeceğiniz bir yarenliğe neden oluyordu.
Gemilerde geçen yıllarımın zaman dilimlerinde fırsat buldukça, demir aldığımız limanlarda mutlaka ziyaretlerine giderdim. Her seferinde kavrulmuş fıstık ezmesini yanımda götürmeyi katiyen ihmal etmezdim. Tek erkek çocuğu olmanın avanta taraflarını her daim kullanan Fikret, ablamın biricik ve yegâne oğluydu. Tüm hayallerinin onun üzerine kurulu olmasına tersine; Fikret teğmen olarak Kore ye gittiğinde, ablamın tüm arzuları allak bullak olmuştu. Ablam her seferinde, bu çocuk keçi gibi inatlığıyla sana çekmiş derdi.
Ayla ablam ve diğerleri; çocukluğumda kordon boyuna gezmeye giderken, peşlerine takıldığımda terlikle beni sofada kovalar ne kadar inat olduğumdan dem vururdu. Ablam; acaba çocukluk günlerimin yaramazlığımdan mı, yoksa üstü kapalı olarak delikanlılığımda, kapılıp gittiğim kırık bir testiyi birleştirme çabasıyla sefayla geçecek yıllarımı kâbusa çevirişimden mi bahsediyordu. Anlı yamıyordum.
Fotoğrafta bana masumca gülümseyen, eniştemin yanında poz veren en küçük ablam Nihal. Nihal i hatıra getirmek demek, benim için içi zehir dolu bir bardağı bir dikişte devirmek demekti. Aramızda beş yaş olmasına rağmen, çocukluğumun arkadaşsız geçen oyun bahçelerinde yaşından hiç sıkılmadan bana yarenlik yapan Nihal di. En sevdiğimiz körebe oyununu oynarken dahi ne kadar günahsız ve çocuktu. On altı yaşının toyluğunda çocuk kalmış ruhu, benimkiyle kanat çırparken annemin ardımızdan seslenişleri hala kulaklarımda çınlar.
Ondaki saf ve fasih bakışları ömrüm billâh, hiç kimsede bir daha görmedim. Rahmetli babam ve annem ona kıyıp ta yad ellere vermeye hiçbir zaman niyetlenmediler. Daima çocuk kalan yüreğiyle, tertemiz ve bîgünahsız bir şekilde bu dünyadan göç etti. Validem dünya gözüyle etrafını seyrederken içli içli ağlayıp, “ Ben ölünce Nihal imin hali nice olur. Onu, tek erkek evladım olan sana emanet bırakacağım. Haberin olsun Tevfik.” Derdi. Validemin ölümünden evvel, Nihal hayata gözlerini yumdu. İnce hastalıktan fani dünyaya elveda derken, ona hiç birimiz bu hastalığı yakıştıramamıştık.
Fotoğrafta benim yanımda duran, upuzun saçlarının güzelliğiyle gülümseyen Fahriye ablam. Baba tarafımızdan akrabamız olur. Rahmetli babamın kız kardeşinin torunu. Safiye ablamın ise can ciğer arkadaşı… İstanbul Kandilli Kız Lisesinde berber okudular. Okul tatillerinde İstanbul’dan İzmir’e, yaz tatillerini bizimle geçirmek için gelirdi. Aileden bir gibiydi. Her daim soframızda ona ait bir tabak, yüklükte ise hali hazırda dürülü olan mis gibi sabun kokan çarşaf takımları mevcuttu. Safiye ablamla bir araya geldiler mi ortalığı dehşet kaynatırlar, okulda yaptıkları muziplikleri bire iki katarak anlatırlardı. Geceleri okulun yatakhane penceresinden, dışarıya kaçış öykülerini defalarca bıkmadan dinlemiştim. Kapı aralığından gizlice müstehcen hikâyelerine kulak misafiri olurken, her yakalanışımda Fahriye abla kıkır kıkır gülüp bana çapkınca göz kırpardı. Ablamın evliliğinden sonra, İzmir’e çok seyrek aralıklar ile gelmeye başlamıştı. Daha ziyada bu ziyaretler, Konak ta oturan ablamın evine oluyordu. En son babamın cenazesinde karşılaştığımızda, her vakit yaptığı gibi saçlarımı karıştırıp muzipçe yüzüme gülümsememişti. Gözlerinin içinde daha evvel hiç görmediğim bir hüznü görmek beni meraklandırmıştı. Sonrasında öğrendiğimde ise, o çapkın bakışlı Fahriye abla boynunu bir urganın kavrulmuş ellerine teslim etmişti. Günlerce bu olay evimizde konuşulmuş, rahmetli validem kocası olacak o adama ve şırfıntı metresine lanetler yağdırmıştı.
Uyuşan bacaklarımı açmak adına, taş plağı değiştirmek için gramofona doğru yürüdüm. Büfenin rafından Behiye Aksoy’un plağını çıkarıp, kesintisiz dönerek garip cızırtılar çıkaran plakla yer değiştirdim. Odanın içinde yükselen müziği ardımda bırakıp, elimdeki fotoğraf ile beraber terasa açılan kapıdan kararan yaz gecesinin koynuna adım attım. Mis gibi bir yaz gecesiydi. Nadir güzellikte gökyüzünde parlayan hilâl, bu gece muhteşemdi. Belki de bu gece şahit olduğum, ömrü billâh gördüklerimin en güzeliydi. Gökyüzünde şımarıkça göz kırpan her bir yıldız, sanki yarınki günde havanın muazzam olacağını müjdelercesine yanıp sönüyorlardı. Bahçe çitinin yanındaki çiçek tarhlarından yükselen, kasımpatılarının kokusunu içime çektim.
Yumulmuş gözlerimin önünden geçen cansız hayalî dahi, yüreğimi sızlatıyordu.
Canan diye fısıldadım.
Fotoğrafta bana gülen ay yüzlü minik kadın, ben buradayım diye cevap verdi. İncecik tiz sesi, pare pare gecenin karanlığında yükselip adı belli olmayan bir çiçeğin solmuş yaprağına kondu. Ayın vurduğu yüzünün sadeliği altında yatan sahte çehresinin kor alevi, avucumun içini yaktı. Buna daha fazla tahammül edemeyeceğim korkusuyla, fotoğrafı oturduğum ıslak çimlerin üzerine bıraktım. Hafif nemli toprağın bağrından fışkıran çimler, ayın karanlık kalan yüzünde ufalmış gibiydiler. Yanı başımda duran resimdeki kadına dokunmadan, uzun bir müddet gözlerinin içine baktım.
Canan rahmetli annemin teyzesinin torunuydu. O zamanlar Aliağa’da yaşadığımız köşkün, hemen arka sırasındaki etrafı çam ağaçlarıyla çevrili köşkte kalıyorlardı. Mahmure teyzenin kızı Belkıs Hanım; elim bir kaza sonucu vefat edince, tek torunu olan Canan ı yanına alıp kendisine hem annelik hem de babalık yapmıştı. Annesinin vefatından bir süre sonra kayıplara karışan babası, bir müddet sonra ortaya çıktığında, artık evli ve bir çocuk babasıydı. Canan şen şakrak kahkahalarının ardında gizli tuttuğu babasına olan nefretini, sadece seyrek dahi olsa adı geçtiği anlarda gözlerinin içinde bir anda parlayıp sönen kin ve öfkenin kıvılcımlarında saklı tutardı. Bunun dışında bir kez olsun babasının adını ağzına aldığına müşahit olmamıştım.
Canan, Nihal in münferit ve biricik sırdaşıydı. Saf ve durağan hislerinin gizli dünyasının kapılarını sadece Canan a açan Nihal, onu kendi gibi görüyor ve samimiyetine inanıyordu. Bana göre, bu küstah bir aldatmacadan ibaretti. Canan cıvıl cıvıl bir genç kızdı. Onun yüzüne baktığınızda, sanırsınınki onca yaşanmış talihsiz olaylar onun başından geçmemişti. Bu takındığı bu yüz ifadelerine nasıl sahip olabiliyordu bilmiyorum lâkin ona ne zaman âşık olduğumu her hatırladığımda pişmanlıklarım kırbaç olup sırtımı döverdi. Bu bir aşk değildi de sanki denizin kör diplerinde, kahpece vurgun yemekti.
Sonraları düşünecek çok vaktim olmuştu. Hatırladığım kadarıyla, o ilkbahar günü Canan ın on altıncı yaş günü kutlanıyordu. Doğum günü masasının etrafında toplanmış kalabalık arkadaş gurubun içerisinden fırlayıp, ona doğru uzattığım bir demet papatya buketini elimden coşkuyla kapmıştı. Ardından; alelâde bir şekilde hemen dudağımın az üzerine kondurduğu ıslak bir buse, benim sonraki günler faciam olmuştu. Günlerce elim dudağımın üzerinde, deli divane bir halde gezerken, bu hissin adının aşk olduğundan o günler haberim dahi yoktu. Bu yaşanılan hissiyat; henüz üç ay öncesinde ihtilam olmuş bir delikanlının, hayal dünyasında boş boş gezinmesiyle mi kalacaktı.
İlerleyen yıllarda yaşadığım o ilk heyecan, bende tutku halini almaya başladı. Bu gizli saplantının her geçen gün büyüyen değişkenliğinin farkına varamadan, bir dönem sonra kendimi koca bir keşmekeşin içinde buluverdim. Bir süre sonra aramızda yaşanılanlar; Canan ın görmezden gelme oyunu ile birlikte, sonbahar gecesinin serin bir gün batımında bahçe çitinin dibinde ona sahip olmamla tam bir yangına dönüştü. Bu öyle bir yangın diki benim için ateşinde kavrulmak iken, Canan içinse son derece olağan tabiatına ters düşmeyen bir birleşmeden ibaretti. Ve öylece de kaldı. Bir zaman sonra Canan; vur kaç oyunundan bıktığı bir anında, şehrin en zengin ailelerinden olan Eşref Beyin züppe oğlu Kenan ile nikâh masasına oturdu.
İşte benim deniz aşırı ülkelere olan yolculuğum tam da bu sıralara rastlar. Rahmeti Ayla ablamın tüm ısrarlarına rağmen deniz harp okulundan gencecik bir subay olarak mezun olduktan sonra, uzun bir süre İzmir’den uzak kalmıştım. Belki de; evet evet bu, tam bir Canan dan kaçıştı. Ama nereye kadar kaçabilirdim. Canan ın silueti her yerde peşimi kovalıyordu. Galiba dünya üzerinde bir daha bana, rahat bir gün yüzü yoktu. Öylede oldu.
Atilla Hareketi için Kıbrıs’a yönelen donanmada görev aldığım senesi, Canan ikinci çocuğunu dünyaya getirmişti. Adını Tevfik koyduğunu duyduğumda bu benim için tam bir yıkım olmuştu. İçime çöreklenen acı o derece büyüktü ki çatışmalar esnasında sol göğsümden aldığım ağır yaralanma dahi, kalp acımı hafifletememişti. Sonrasında ise hüzünle karşılanan inzivaya çekildiğim yıllarım gelir. Denizden kopuş en az Cananı görememek kadar acı veriyordu bana. Bu hâl ise, nice sağlıksız hislerle açtığım kapıların teker teker yüzüme kapanmasına sebep oluyordu.
Hangi sevgilinin serin kolları, benim aşk acıma ilaç olabilirdi ki? Denemedim mi sanıyorsunuz! Evet denedim.
Heyhat!
Defalarca tecrübe edinmek, boş bir avuntunun çevresinde dolanıp durmaktan başka bir işe yaramadı. Geriye kalan sadece içi boşaltılmış bir kumbaraydı.
Geçen ay Canan ın ölüm yıldönümüydü. Bülbülderesi mezarlığındaki kabristanını ziyarete gittim. Elimde bir demet papatyayla… Akşam vaktini tercih ettim, olabilecek misafirlerine denk düşmemek için. Yatsı ezanına kadar sohbet ettik. Eski günleri yâd ettik. O yine her zaman olduğu gibi şen ve şakraktı. Yıllarca yaşadığı İstanbul un güzelliğinden dem vurdu bana. Bense denizleri anlattım ona. Onsuz geçen upuzun yıllarımın ardından elimde kalanları, avucumla toprağının üzerine serpiştirdim. Sonra uykusunun geldiğini söyledi. Bir dahaki sefere tekrar görüşürüz deyip, soğuk yorganını başına kadar çekti.
Ağır aksak adımlarımla karanlık mezarlıkta yürürken ona iyi uykular diledim. Bu sefer öfkem sanki biraz daha hafiflemiş gibiydi.
Kim bilir zamanla içimde kalan son öfke kırıntılarını da kuşlar süpürüp çok uzağa götüreceklerdi. Değil mi?
Gökyüzündeki hilâl buna şahitmiş gibi dostça gülümsedi. Artık içeriye girmeliydim. Varlığını çoktan unuttuğum siyah beyaz bir suretin geçkin gülüşünü oracıkta unutup, ayaklarımı sürüyerek teras kapısına doğru yöneldim.
DİPNOT: Öyküde ekli olan fotoğraf alıntıdır.
SEVİLAY DİLBER
YORUMLAR
Uzun bir yazıydı fakat su gibi aktı gitti. İlgiyle okudum.
İçtenlikle tebrike derim.
SEVİLAY DİLBER
sevgiyle kalın..
Değerli arkadaşım.
Oldukça uzun bir yazı olmasına rağmen sıkılmadan okudum yazınızı. Hatta yapılan yorumları da okudum. Bana göre bu yazıdaki karakterler ve yazının işlenişi mükemmeldi. Ama en ilginç gelen bir bayanın bir erkeği anlatması oldu. Bu herkesin öyle kolayca yapabileceiği bir iş değildir.
Seçil Nimet'in de belirttiği gibi benim açımdan da günün yazısı buydu. Kutlarım
Selam ve saygılarımla.
SEVİLAY DİLBER
sizin seçmeniz yeterli..
gönül başka ne ister..
selam ve hürmetleirmle..
Kutluyorum Sevilay hanım. Benim günümün seçkisi olduğunu söylemek isterim izin verirseniz.
Öyle duru ve anlaşılır bir anlatımınız vardı ki sanki her karakterinizi kafamı çevirdiğimde oturduğum kanepenin yan tarafında bana eşlik eder gibi gördüm bir kez daha tebrikler.
Uzun bir öykü olmasına rağmen kurgudaki bütünlük taktire şayandı. Emeğinize, yüreğinize sağlık.
Sevgiler... Kalben...
Dipnot: Böylesi uzun ve akıcı bir öyküde aklıma takılan ne oldu biliyor musunuz? Öykünün kahramanının Taşplakta dinlediği Müzeyyen Senar ve Behiye Aksoy hangi şarkıları söylüyordu acaba :))
SEVİLAY DİLBER
mümkün mertebe yazarken sade bir dil kullanmaya çalışıyorum..imgeleme yapmaktan pek haz almıyorum..
taş plakta çalınan şarkıları okuyuculara bıraktmı..neyi dinlemek istiyorlarsa onu seçsinler..
sevgi ve selamlarımla..
her şey gönlünüzce olsun..
sami biberoğulları
Hamuş-71
Çok yaşayın Sami Hocam :)
Müzeyyen Senar tam isabet lakin ben Behiye Aksoy deyince aklına Agora meyhanesi gelenlerdenim ama Ömrümce hep adım adım da yaman bir şarkıdır çok severim
Teşekkürler hocam.
Ben isimlere ne çok takılıyorum ya huuu!
Her kurgundaki isimlerden hayatımda bulunuyor mutlaka...
Öperim ışık gözlerinden...
Bir kuguda da benim adımı kullanır mısın sevgili yazarım... :)
Ama en yaramaz ve şen kahramanına ver adımı...
Sevgimle...
SEVİLAY DİLBER
öyküyü okuyunca orada kendini bulacaksın..
bana mesleğinle ilgili ufak bir bilgi aktarırmısın..
mesajını bekliyorum..
gülen gözlüm..
aklıma gelmişken forum sayfasındaki aktif duruşunu hep gözlemliyorum..
sen kıcaman ama minicik bir çocuksun..
ben biliyorum..
Anklatıomınız mükemmeldi. Bana kırılmayın lütfen itiraf ediyorum ilk kez yazınızı okuyorum. Öykü diliniz, imla kurallarına uyumunuz ve konuya hakimiuyetiniz mükemmeldi. Tebrik ediyorum. Sevgiyle...
SEVİLAY DİLBER
kırılmadım tabiki..
sevgili nermin hanım öyküme hoşgeldiniz sefa getirdiniz..
sevgilerimle..
çok hazin bir yazı eski fotoraflara bakmayı hiç sevmiyorum geçen gün bende düğün fotoraflarıma bakıyordum ne kadar çok ölen var dedim ve sadece resimlerde kaldı sanki resimden çıkıp yüreyecekmiş gibi bir gün biz ölünce geride kalanlarda bizim için diyeceler yine çok güzeldi tebrikler
sevgiler selamlar
SEVİLAY DİLBER
dünya hazin bir yer..
sevgilerimle..
SEVİLAY DİLBER
sevgilerimle..
SEVİLAY DİLBER
sevgilerimle güzel arkadaşım..
efendim çok güzel anlatımdı harikaydınızusta kalem olduğu her halinden belli sonu biraz hüzünlü bitmiş haz alarak okudum emeğinize sağlık saygılarımla selamlar
SEVİLAY DİLBER
okuyan gözlere saygılar..
SEVİLAY DİLBER
sevgilerimle..
İzmir mimozasından bahsettiniz, kanıma girdiniz. Ağaç sevmeyen, hele de çiçek veren ağaçları sevmeyen komşularınız yoksa, çok şanslısınızdır. Sizin mimoza İzmir mimozası olmayabilir, çünkü baharda değil, yazın açar İzmir mimozası; baharda açanlar "yalancı mimoza"... Yalancı tabii itici gelmesin, o da çok harika, hatta İzmir mimozasından daha güzel çiçekler açar ve koku salar...İzmir mimozasının ona üstün olan tarafı yaz boyunca çiçeklerinin eksilmemesidir... Bahçemizdeki mimozayı İstanbul'da olmamızı fırsat bilen komşularımız, "yolu görmemizi engelliyordu" gibi bir gerekçeyle kesmişlerdi. Siz, bir ağaç için insan öldürebilir misiniz? Yemin ediyorum ki, bir silahım olsa idi ben öldürecektim; hem de o ağacın kesilmesinde rol oynayan üç kişiyi birden...BU YORUMUM MİMOZADA KALDI, AMA YAZININ GENELİ DE ÇOK ETKİLEYİCİYDİ, UZUN OLMASINA RAGMEN.GOZUMU KIRPMADAN ÇOK BEĞENEREK OKUDUM.SAYGIYLA
.
kemnur tarafından 3/14/2012 10:12:47 PM zamanında düzenlenmiştir.
SEVİLAY DİLBER
efendim mimozayı baharda açtırdık..
ARAŞTIRMALARIMA GÖRE YAZ MEVSİMİNDEN SONRA BİRDE SONBAHARDA AÇARMIŞ:)
yoksa sizin mimoza sadece yazınmı açıyırmuş:)
üstadım elinizi kana bulamaya gerek yok evire çevire bi güzel dövseydiniz adamları.benim içinde..
doğayı katledenden ne beklenir ki?
selamve saygılarımla..