- 2280 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Morgta Sevişen Ölüler (Şizofren bir hastanın hikayesi)
MORGTA SEVİŞEN ÖLÜLER
1...
Tramvay hareket eder ve bir sonraki durağa yaklaşırken heyecanım normalden fazla artmaya başlar. Bilmem nedendir, hep orta kapıdan tramvaya binen, benim ilgimi bir bakışta kendi üstüne çeken kızıla, şaşırmaksızın, yedi buçuk tramvayında karşılaşırız. Ve on beş dakikalık yol boyunca gözaltında onu seyrederim, hani, belki onunla göz göze geliriz, hani, onunla göz göze geldiğimde onun da tepkisinin ne olabileceğini anlayabilmek için. Ve bu heyecanı her gün yaşıyorum, o kızı gördükçe… Fakat son zamanlarda, alışmışlığın verdiği duygudan olsa gerek, kızı gördükçe heyecanım beni güdükleyemiyor.
Hastane durağına geldiğimde tramvaydan iniyorum, fakat o inmiyordu. Tramvaydan inerken biraz hüzünleniyorum, ama inmek zorunda da kalıyorum. Bazen içimden esiyor, onu takip et, ineceği yere kadar ama o da olur mu? Olsa bile benim iş saatim onu gideceği yere kadar dikizlememe eşleşmiyordu.
Karın yağışı olgun bir erkek gibiydi, ağır ve yavaş. Her bir kar tanesinin dokunuşları maddeyi incitmeden, havada asılarak, sallana sallana yere iniyordu. Rüzgâr sessiz kalmış, karı yalnız bırakmıştı. Kar, yeri bir kefen gibi örtmüştü. Üstü olan neresi varsa karla dolmuştu. Yağan kar kaldırımda insanların basmasıyla sertleşmiş ve kaldırım kaygan hale getirmişti. Ben yürürken arada bir kayıyordum. Kaydığımda sekiyordum gayriihtiyarî.
Çalıştığım iş binası hastanenin arka tarafında olması sebebiyle, hastanenin bodrum katındaki dehlizi kullanıyordum, daha kısa oluyordu, dolamak yerine… Hastanenin kapısından girer ve uzunca bodrumun dehlizinde yürüdükten sonra arka kapıdan çıkardım. Arka çıkışa kaç adım kala sağımda küçük ebatlı bir levhada yazılı olan ‘morg’ kelimesi, oradan e geçişimde, gözüme çarpmıyor değildi. Her seferinde ürpermek yerine, hiçbir hisse kapılmıyordum. Soğukkanlılığımı koruyarak, geçer giderdim. Hatta arkadaşlarımın bu durumdan ürpersi, benim morga karşı sempati duymaya itiyordu. Biliyorum size tuhaf geliyor ama ne yapayım, bu da benim huyum. Değişik ve anormal bir huy, anlıyorum. Ne yaparsınız zevkler ve renkler tartışılmıyor sonuçta.
Hastanenin girişinde biriken karı personeller temizliyordu. Kiminin elinde bir paspas, kiminin elinde ise bir kürek… Biri karı kenara deştiriyordu, diğeri de arkasından bir çekpas yapıyordu. Kapıya yaklaştım, sağ elimi cebimden çıkarıp kapıyı iterek açtım. İçeri girince, kapının dibinde üstümdeki karı silkeledim ve ayaklarımı pat pat yere vurarak, ayakkabılarımın üstündeki karı da silkeledim böylece. Hastanenin kendine has kokusu geldi burnuma önce, akabinde pansuman materyallerin kokusu. Hastanenin bu kokusu beni kendine bağlıyordu. Morga yaklaşırken içimdeki hissin tuhaflaştığını farkına vardım. Dün erkenden yatarken, sabah da kalktığımda üzerimdeki hissin tesirini şimdi daha çok hissediyorum. Bu sabah halsizliğimi ve muğlâk hissimin nedenini dün geceye bağlamıştım. Fakat şimdi morga doğru yürürken, sabahki sebeplerimin sudan bahane olduklarını anlayabiliyordum. Yürüdüm ve morgun hizasına gelince, tuhaf tuhaf sesler duymaya başladım bugün. Önce afalladı aklım, gözlerim fal taşı gibi derinlemesine açılarak şaşırdım, fazla uzun sürmedi. Sesleri çok az duyuyordum, bir sinek vızıltısı kadar… Ya da bana mı öyle geliyordu? Kapının hizasında durdum ve kulak kesildim içeriye önce. Sesler aralıklı geliyordu. Kapıya yaklaşıp dinlemekte ikilemde kaldım. Sonra nasıl oldu anlayamadım, sanki içimden bir şey beni kapıya yöneltti. Kapıya yavaşça yaklaştım, kapının korumalığı olan demir parmaklıklardan her iki elimle tuttum, içimdeki heyecanın ve tedirginlik titremesinin şiddetinin arttığını bacaklarımın titremesinden anlıyordum. Etrafıma bakındım gelen giden var mı diye. Çok tuhaf, hem de öyle bir tuhaf ki etrafta kimsecikler yoktu. Bir anda toz buz oldular sanki. Oysa sabah içeri girerken, dehliz insan kaynıyordu. Şimdi dehliz bomboştu. Girişteki kapıdan gün ışığın demetlerinin yayılmasında başka bir hareketlilik göremiyordum. Sonra başımı kapıya yaklaştırdım, kapıya kulağımı dayadım. Parmaklıkları sıkıyordum, kulağımı biraz daha kapıya yaklaştırırken. Nasıl oldu anlamadım, kapı açılıvermişti. Demir parmaklıklı kapıyı ittim ve morgun ana giriş kapısının önüne yürüdüm, kapının önünde dikildim. Ayakta bir müddet gelen bu tuhaf seslere kulak kesildim. Kapının önünde eğildim, kalbimdeki gümbürdemeyi anlatamıyorum, sanki göğsümü yarıp çıkacak. Hayatımda hiç bu kadar heyecanda kalbim gümbürdememişti. O an ne yapacağımı bir bilemezlikle yere diz çökmüşüm. Sol gözümü kapattım ve diğer gözümü kapının açar kısmına yaklaştırdım. İçeri dikizledim. Fakat etrafta kimsecikler yoktu. Sadece ortada duran genişçe gri renkli musalla taşını görebiliyordum. Sesler aralıklı geliyordu, güvercin sıcaklığında, birbirine fısıldar gibi. İki farklı cinsin bedenlerinin bir birine temas ettiği andaki sesler gibiydi, gelen bu tuhaf sesler. Önce bir anlam verememiştim, sonra aniden kapının açar deliğinin görme açısına düşen iki birleşik bedenden anladım. Bembeyaz, kanı çekilmiş, vücut kısımlarının kısmı yerleri morarmış, birbirilerine kenetlenmiş iki bedeni görünce ani bir tepmeyle geri atıldım. Ürkmüştüm. Sonra tekrar kapıya gözümü yaklaştırdım. Anladım anlamasına da, açar deliğinin görüş alanına giren bu tabloyu görmem, o an çok şeyi unutturdu bana ve gözlerimi diktiğim yerden ayırmadım. Ta ki…
Altta inleyen, ten rengi beyaza kaçmış kadının yüzü benden taraf düşmüştü. Gözleri kapalı bir şekilde inliyordu. Zevkini duruğunda olduğu iniltilerinden belli oluyordu. Üstte at süren erkek ise diğer tarafa başını çevirmiş, kadının sol koltuk altına gömmüştü. Ne olduysa, kadının ani bir göz açısıyla, gözlerinden ürkmem bir oldu. Gözlerinde siyahlık yoktu, bembeyazdılar. Beni gördü ve görmesiyle üstündeki erkeği iki eliyle itmesi bir oldu. Erkek yere düştü, bir çuval gibi ortaya yuvarlandı ve yuvarlandığı yerden kalkmadı. Erkeği ittikten sonra anadan çıplak kadın bana doğru gelmeye başladı. Memeleri ve cinsel organları yoktu. Yerleri dümdüzdü. Hayretler içinde kaldım. Nasıl olur, diye aklımdan geçirdim. Kadın yaklaşırken daha da ürpertici gözleri netleşiyordu. Başımı geri çekerek ardım sıra koşmak istedim fakat o da neydi? Ayaklarım taşıyamıyordu bedenimi, bu sabah uyandığımda üzerimde oluşan yorgunluğun sanki ta kendisiydi. Adımımı atmak istiyordum, ama atamıyordum. Olduğum yere biri beni çivilemiş gibiydi. Hangi güç beni tetiklediyse bilmiyorum ve tekrar kapının açar deliğinden içeri baktım, kadın kapıya doğru geliyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. İzlediğim tüm korku filmlerin sahneleri teker teker gözlerimin önünden geçti. Soğuk terler akıyordu vücudumdan. Son bir hamleyle bir adım atabildim çıkış kapısına. Demir parmaklıklı kapıyı tutmamla birlikte morgun ana kapısı benimle birlikte açıldı. Demir parmaklıklı kapıyı çekiyordum ama kapı bir türlü geri gerinimsi gelmiyordu. Hem kapıyı açmaya çalışıyordum hem de sık sık arkama bakıp, bana doğru gelen ölü kadının bedenini ardımca gözetliyordum. Yavaş yavaş yürüyerek bana doğru yaklaşıyordu. Elinde bir demir boru parçası vardı. Yanıma geldi, iki üç metre kala, benim artık ruhum ağzımdaydı, biri bağırsa ruhumu oracıkta kusacaktım. Elindeki demir parçasını kaldır, başından yukarı doğru… Gözlerindeki beyazlığın ürperticiliği ruhumu deşip geçiyordu… Gözlerini fal taşı gibi açarak, havada asılı kalan demir boruyu sıkıyordu… Ben avazımın çıktığı kadar bağırdım. Bağırdım bağırdım… Sesim yankılandığının farkındaydım, bir korku filmindeydim gibi, bir zombi beni öldürmeye çalışıyordu. Bedenimden soğuk terler boşalıyordu. Başımdan aşağı, bedenimin her yerine doğru sıcak bir şeylerin aktığını hissedebiliyordum.
2
Gözlerimi açtığımda evdeydim. Bizimkiler başımda bekleşiyorlardı. Annemin ağladığı kızarmış gözlerinden belliydi. Babamın yüzünden düşün bin parçaydı, cımbızla toplamak hayalin işi… Küçük kız kardeşim pencerenin yanındaki kanepenin dibinde komşunun küçük kızıyla oynuyordu. Bir tek içerde mutlu ve gülen onlar vardı. Ne oldu bana? Herkesin niçin böyle hüznümatem içinde olduğunu, kendime bakınca anladım. Açılmış kanepenin içinde uzanmışlığımı görünce, anladım sanki ama tuhaf ki bana ne olduğu konusunda Fransız kalmıştım. Babama döndüm ve bana ne olduğunu sordum. Önce ses vermedi, sonra nedendir mırıldanır gibi söylenmeye başladı.
“Bizi çok korkuttun oğlum.”
“Nasıl yani? Ne oldu ki siz korktunuz?”
“Hastane koridorunda başını kapıya vurdun, doktorun söylediğine göre beyin kanamasından dönmüşsün. Allah seni bize bağışladı, oğlum. Çok korktuk.”
“Nasıl yani? Kapıya başımı nasıl çarptım?”
“Bilmiyoruz oğlum, hastanenin temizlik elemanların söylediğine göre başını ha bire kapıya vuruyormuşsun. Anlayamadık oğlum, niçin kapıya başını vuruyordun?”
“Hayır, baba hatırlamıyorum…”
“Son zamanlarda baş ağrıların artı, doktorun bazen unutkanlık yapar fakat sonra hatırlar dedi. Dün seni kontrole götürdüğümüzde, doktor seni muayene ettikten sonra bir ara, ben görmedim, sen aşağı indin. Ne olduysa senin yokluğu fark edince telaşa verdik ve doktor hemşirelere uzaklaşmadan seni bulmalarını söyledi. Seni bodrum katındaki dehlizde kapıya başını vuruyorken görmüşler. Zor zapt ettiler seni. ”
“Hiçbir şey anlayamıyorum, baba…”
“Yorma kendini oğlum, dinlen. Senin dinlenmen lazım…” Dedi ağzımdan sözü keserek. Sesimi çıkarmadım. Anneme baktım, kadıncağızın gözleri kıpkırmızı olmuşlardı. İçim bir hal oldu, annemin gözlerine bakınca. Sonra babamın söylediği aklıma takıldı. İyide ben işe gidiyordum, kontrole gidiyor olmam, nasıl olur? İşim, yoksa ben çalışmıyor muyum? İşime her gün gidiyordum, her gün ben şeyde… şey… şe… ş… Hatırlamıyorum? Sahi ben nerede çalışıyordum. Dehlizi hatırlıyorum, her gün geçtiğim koridoru, o, beni kendine angaje eden hastanenin kendine has kokusunu, duraktaki adamı, memur kadını, beni etkileyen kızı… Hepsini hatırlıyorum. Fakat nerede çalışıyordum? Çok tuhaf, nerede çalıştığımı hatırlamıyorum şimdi. Aklımı kemirmeye başlamıştı çoktan bu muğlâk sorular. Annemin, babamın, komşunun endişeli gözleri üstümdeydi, tuhaf oluyordum. Daha fazla dayanamadım, olduğum yerde uzanmaya devam ettim. Nasılsa kalkarlardı birazdan. Uzandım, battaniyeyi üstüme çektim, babam yerinden kalktı ben Nejdet’in yanına gidiyorum. Bir şey olursa haber verirsiniz
…………………………………………………..
Başımı kapıya vurduğum zamanın üstünden iki hafta geçmişti. Bizimkiler artık benimle dışarı çıkmıyordu. Benim hastalığımın geçtiğine inanmışlardı, gerçi ne hastalığı olduğunu hala bilmiş değilim. Çıkarken sadece nereye gidiyorsun diye soruyorlardı, ben de hep markette arkadaşım Tarık’ın yanına gittiğimi söylüyordum. Market derken, az ötedeki fırıncıya, daha sonra ilerideki terzi, mağaza derken günden güne evden uzak yerlere gitmeye başladım. Havalar çok güzeldi, çarşıda düşünmeden geze duruyordum. Kaç saat gezdikten sonra eve geliyordum
Pazartesi sabahı erkenden kalktım, uykum yoktu. İşe gidiyormuş gibi giyindim. Ama nerede ve ne işle uğraştığımı hatırlayamıyordum. Bizimkiler daha kalkmamıştı. Babam emekli olduğu için hala yatıyordu, eskiden o da erkenden kalkardı. Hatırlayabiliyorum. Üstümü giyindim, hava parçalı bulutlu idi. Kimseye görünmeden dışarı çıktım. Tramvay durağına gittim. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Sadece tramvaya binip, canımın sıkıldığı yerde inmek istiyordum. İnsanların yüzü bir tuhaf geliyordu bana. Durağa vardım, turnikeden geçtikten sonra tramvayın gelmesini bekleye durdum. Ben erken geldim galiba, kimseler daha yoktu. Hava biraz esiyordu fakat pek o kadar üşütmüyordu. Ellerim tek donuyor gibiydi. Zaman aşınırken, insanlar da durağı doldurmaya başlamıştı. Tramvayın geldiğini uzaktan görebildim. Kapının açıldığı yere doğru yaklaştım, soluma baktığımda turnikeden geçen pala bıyıklı adam dikkatimi çekti. Bir anda afallandım, tramvayın kapısının çısıltı sesiyle kendime geldim ve tramvaya bindim. Şok olmuştum. Tramvaya bindikten sonra sağ taraftaki boş gördüğüm koltuğa oturdum. Koltuğun oturuş yönü tramvayın gelişine bakıyordu. Pala bıyık enterese etmişti beni. Neden acaba bu kadar bana yabancı gelmiyordu, ama daha önce konuşmuşluğumuz yoktu. Makinist kadının esi geldi, “ bir sonraki durak ‘Binevler’ …” dedi. Ben başımı cama dayamış, sadece dışarı izleyerek düşünüyordum. Binevler durağına geldiğimizi, tramvayın yavaşlamasıyla anladım. Duraktan durmaya yazarken, duraktaki insanlara bakarken benim dikkatimi çeken bir kızı görünce, bertaraf oldum. Bir anda başımı camdan ayırdım, gözlerime inanamıyorum. Bu kızı hatırlayabiliyordum, sonra derken aklıma her halinden belli olan memur kadın geldi. Hatırlayabiliyordum bu kızı, hep bir heyecan basardı beni bu kızı göreceğim diye, Binevler durağına yaklaşırken. Sonra pala bıyıklı adam, evet, onu da hatırlıyordum. Hem sonra ben, ben o dehlizden geçerek işe gidiyordum. Doğru ya, benim iş yerim, çalıştığım yer hastanenin arka tarafında kalıyordu. Bu yüzden bodrum katındaki dehlizi kullanıyordum.
Makinist kadının ‘bir sonraki yirmi beş aralık devlet hastanesi’ demesiyle kapıya yaklaştım. Her şeyi hatırlayabiliyordum, her sabah tramvaya binip, burada indiğimi… Turnikeden geçtim, yolun diğer tarafına da geçtim. Hastanenin acil tarafındaki kapısının yanına geldim, mavi camlı kapıyı hatırladım. İçeri geçtim. Beni angaje eden koku burnumun deliklerine geliyordu. Bu kokuyu bu kadar sevdiğimi bilmiyordum. Derin derin çektim içime. Yavaş yavaş ve heyecanla yürümeye başladım. Etrafıma bakarken, baktıkça hatırlıyordum. Eski bir mısırların piramidinin içinde gezerken yeni yeni şeyleri keşfeder gibiydim. Dehliziz diğer ucunda ışıldayan ışığı görünce, dehlizin uzunluğunun anlayabiliyordum. Işığa yaklaşırken, her şey benimle birlikte hareket ettiğini, canlılaştığını hisseder gibiydim. Sanki uzun yıllardır görüşmemişiz gibi bana merhabalar diyorlardı. Ben bu kadar uzak kalmış mıyım buralardan, acabası takıldı kafama. Dehlizin sonuna varmıştım artık. Tam çıkacakken, sağ tarafta bir kapının sağında küçük bir levhadaki morg yazısını gördüm. Olduğum yerde durdum, yürümek isterken, sanki ayaklarım yere bağlandı. Her şeyi şimdi daha iyi hatırlıyorum. Tek başıma yaşadığım evimi, ketılımı, komşularımı… Her şeyi hatırlıyordum. Kapıya yaklaştım, sesler geliyordu içerde. Sanki bazıları tartışıyordu, tam da kapıya elimi uzatmıştım ki kapı kendiliğinden açıldı. İrkilerek geri çekildim. Kalbim gümbürdüyordu. Heyecanım tavan yaptı adeta. Önce kadının saçlarını gördüm. Üstünde hiçbir şey yoktu, anadan kalma çırılçıplaktı. Hayâ kısmına baktım, yoktu bir şeyi, gözlerimi suratına çevirdim. Morarmış hafiften gülen dudaklarını gördüm. Gözleri gözükmüyordu. Saçları örtmüştü gözlerini. Dehşet vericiydi, çok korkuyordum. İçimde bir titremenin varlığını, bacaklarımdan anlıyordum. Benim ruhum ağzıma gelmişti, ruhumu kusmak üzereydim. Konuşmaya başladı.
“Dostum, saat kaç? Bugün geç kaldın, nerelerdeydin kaç zamandır. Senin yolunu bekledik. “ Ben kolumu kaldırmaya çalışırken, gözlerimi ondan da ayırmıyordum. Daha saatin kaç olduğunu söylemeden, o melun kadın konuşmasına devam etti, sinsi gibi gülüşüyle.
“Daha erken, ben uykuya devam edeceğim dostum. Sen de erkenden bir daha uyandırma beni” dedi ve kapıyı kapattı.
Bilal İKİZASLAN
Gaziantep-2011 (kısaltılmıştır)