- 1301 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLDÜRÜLEN ŞAİRLER-(10) : Kemal Ümmî
Mustafa CEYLAN
************************
15.Yüzyıl tasavvuf şairlerimizden Kemal Ümmî’ de öldürülen şairlerimizden birisidir. Asıl adı İsmail’dir. Muhammed Bahaeddin Erzincanî’ nin halifelerindendir. Lâtifî tezkiresinde askerlik yaparken, asılarak öldürüldüğü belirtilir.
*
Derler Ki:
"Nesimî ile Kemal Ümmî, Şüca Sultan Tekkesi’nde iken Baba Sultan’ın bir koçunu gereksiz yere kurban ederler. Baba Sultan buna incinir. Nesimî’ nin önüne bir ustura, Kemal Ümmî’nin önüne bir urgan bırakır. Böylece, ölümlerinin ne şekilde olacağını işaret etmiştir.
Böyle der halkın muhayyilesi.
Halk isterse Ağustos’ta kar yağdırır. Halk isterse Toroslar yürür, gök yere iner, yer göğe çıkar. Halk isterse olmazlar olur. Halkın yüreği böyledir, sınırsız ve sonsuz işte.
Halkın gönlü 1475 yılında idam edilen Kemal Ümmî’yi kendisinden 60-70 yıl önce yaşamış ve derisi yüzülerek öldürülmüş Nesimî ile aynı dergâhta talebe yapar...
Halk gönlü,çok sevdiği kişilerin doğum ve ölüm tarihlerini sisler, bulutlar arasına gizler. Kişiyi efsâneleştirdikce, dilden dile aktardıkça çoğaltır, damıtır, değiştirir; o’nu arzuladığı yapıya kavuşturur. Kemal Ümmî’nin doğum yeri olarak kimisi Karaman(Lârende) derken, kimisi de Niğde der. Hattâ seyyahlar, gezginci veliler veya tezkireciler de çoğunlukla halkın bu belleğinden ilhamla notlarını alırlar. (1)
Yine Derler Ki :
“Anadolu’da yasayan ilk mutasavvıf Türk sairlerinden biridir. Şiirde muhteva yönünden Yunus takipçilerinden olmuş, az sayıda hece veznini kullanmakla birlikte, XV. yüzyılda genellikle aruz vezniyle kaside, gazel, mesnevi gibi klâsik nazım şekilleri ile şiirler söylemiş; tekke şiirinde kendinden sonraki bazı sairlere örnek teşkil etmiş şöhretli bir şahsiyettir. Hayatı tıpkı Yunus Emre’de olduğu gibi menkıbelerle süslüdür. Şiirlerinde sade bir Türkçe kullanmış, aruz vezniyle yazmış olmasına rağmen halkın dilinden uzaklaşmamış, usta bir şairdir. İlâhî tarzındaki şiirleri ile şöhreti Anadolu sınırlarını aşmış Kırım, Kazan, Taşkent ve Özbek Türkleri arasında da tanınmıştır(2).
Kemal Ümmî’nin altı eseri vardır, bunlardan biri de Divan’ıdır. Bugüne kadar yapılmış çeşitli araştırmalardan anlaşıldığına göre Kemal Ümmî’nin Divan’ına ait ellibir değişik yazma belirlenmiştir.(3)
*
Bir şiirinde :
“Bakın ey cân u dil gözün açanlar
Bakâ mülki fenâ evden geçenler
Kani şol dünyeye mağrur olanlar?
Kani şol menzile konup göçenler?
Kani şol illere bizim diyenler?
Kani şol yollara gelüp geçenler?
Kani şol bağları diküp gidenler?
Kani şol yerleri eküp biçenler?
Kani şol kal’alar burçlar yapanlar?
Kani anda durub yiyüp içenler?
Kani şol baylara hürmet kılanlar?
Kani yoksulları yırup yiçenler?
Kani şol cem’olup tez dağılanlar?
Kani şol şem’olup yanıp uçanlar?
Kani şol işret idüp raks uranlar?
Kani şu başlara saçu saçanlar?
Kani şol biş oluban kem satanlar?
Kamu halkın hakkın bilüp biçenler?
Kemal Ümmî sen ol Hak’dan yana kaç
Kaçan kurtulur ölümden kaçanlar.
Bu dûzahda dutulmaz dâne içün
Safâ şevkıyle uçmağa uçanlar.
*
Hacı Bayram-ı Veli hakkında uzun yıllar yaptığım araştırmalardan; Kema Ümmî’ nin bir Hacı Bayram sevdalısı olduğunu, hattâ büyük Veli’nin talebelerinden birisi olduğunu burada ifade etmeliyim.
Divanı’nda Hacı Bayram-ı Veli’ nin hocası Somuncu Baba(Şeyh Hamidüddin Aksarayî)’ye ve onunda hocası Şey Ali Erdebilî’ye mersiyeleri de bu sufî şairimizin Hacı Bayram erenlerinin altın halkasından bir zincir halkası olduğunu ortaya koyar.
Hayatı hakkında menakıbnameler yazılan şair, aruzla yazmıştır şiirlerini. Aşk, vecd ve heyecan dolu ifadelerle nakışlamıştır şiirlerini.
“Kemal Ümmî’nin manzumelerini iki grupta toplamak mümkündür. Birinci grupta tevhid, münâcaat ve naatlar, ikinci grupta ise nutuk tarzı dinî ve tasavvufî telkinlerde bulunan şiirler yer alır. İkinci gruptaki şiirlerde temel düşünce mutlak yaratıcıya kavuşmaktır. Bunun yolu olarak da “ölümden önce ölmek” prensibi göste¬rilir. Kemal Ümmî’nin şiirlerindeki dil ve ifade tarzında da yine bu iki grup şiirine göre farklılık vardır. Birincilerde Arapça ve Farsça sözlerle yüklü ağır bir dil kulla¬nılmışken, ikinci grup manzumelerde Türkçe kelimeler ve sade bir söyleyiş hâ¬kimdir. Onun bazı beyitleri hikmetler ve özdeyişler, bazıları da nazma çekilmiş atalar sözü halindedir.(4)”
*
Anlatırlar :
Ümmî Kemal’in şöhretini duyan II. Mehmet, şehzadeliği döneminde onu denemek ister. Canlı bir askeri öldü diyerek tabuta koyarlar, Ümmî Kemal’e “Cenazemiz var, bunun namazını kıldırır mısın?” diye ricada bulunurlar. Ümmî Kemal namaza başlayacağı zaman,
-“Sultanım cenazenin niyetini canlı diye mi, ölü niyetine mi yapayım?” der,
- “ölü niyetine” cevabını alır.
Namazdan sonra tabut açıldığında askerin ölmüş olduğu görülür.
*
Derviş Ahmed, oğlu Sinan ile ilgili Millet Kütüphanesi’nde bulunan “Menâkıbnâme-i Kemâl Ümmî ; Ali Emirî (Millet) Kütüphânesi, Manzûm; No: 1323” de,Kemal Ümmî’ nin menakıbnamelerinden birisini nakletmiştir.(5)
*
Der ki:
“Ne kim hakdan gelür el-hükmü lillâh
Niderse ol bilür el-hükmü lillâh
Ne kimseden utanır o ne korkar
Ne dilerse kılur el-hükmü lillâh
Ölümden kimse ne kurtuldu kaçup
Dahi ne kurtulur el hükmü lillâh
Bilürüz cân emânetdir gümânsuz
Girü viren alur el-hükmü lillâh
Çü topraktan yaradıldı tenümüz
Girü toprak olur el-hükmü lillâh
Bu dünyâ kimseye kalmadı her giz
Ne hod bize kalur el-hükmü lillâh
Bu köprü üzre bünyâd olmaz âhir
Yapılan yıkılur el-hükmü lillâh
Cihânda mâl u mülk ü mansıb ile
Hezâr ten eksilür el-hükmü lillâh
Yaşaran yaşayan solar kocalur
Düzilen bozulur el-hükmü lillâh
Ecel rencine her giz kimse dermân
Ne buldu, ne bulur el-hükmü lillâh
Kemal Ümmî bu dede çâre sabret
Çü her toğan ölür el-hükmü lillâh
Ezelden ta kıyâmet kamu dilde
Denildi denilür el-hükmü lillâh.
*
BEN DE DERİM Kİ :
BİR ANTALYA EFSÂNESİNDEN(Gülce-Buluşma)
Dinleyin ağalar, dinleyin beyler
Eritir zamanı bu halkın gücü.
Özlem duyuyorsa kahramanına
Diriltir mezardan bu halkın gücü.
Dilsize söyletir, gösterir köre
Aminle, duayla dertlere çare
İsterse indirir doruktan yere
Çürütür tahtları bu halkın gücü.
Haydutlar kayadır, gelinler ırmak
Suları ortadan ayırır parmak
Kâh Dicle-Fırat’tır, kâh Kızılırmak
Arıtır çağları bu halkın gücü.
Arıtır da nazlı yârim, taa kudretten arıtır
Gönül imbiğinden geçer gider seneler
……Geyikli Baba, Tavus Hatun ya da Eyüp Sultan’ı
……Sarıkızı, Sarı Saltuk veya Merkez efendiyi
……Efsunkâr zamanın aralığından
……Efsâne efsâne getirir bize
……Çoğaltır umut umut bu halkın gücü.
Olmazı oldurur, yakar ateşi
Çevirir gülşene kızgın güneşi
İsterse on eder yedi kardeşi
Kurutur neslini bu halkın gücü
Bağlar çaputunu bağlar türbeye
Hızırı uğratır şehire, köye
Girer destanlara, girer öyküye
Yürütür orduyu bu halkın gücü.
……Yürütür de can gülüm, ta kudretten yürütür
……Gönül sultanıyla geçer gider mevsimler
……Mevlâna, Yunus ve de Pir Sultan’ı
……Bardaklı Baba, Sarıca Kız ve Emir Sultan’ı
……Devr-i devranın tam ortasından
……Öylesine şahane getirir bize
……Sağaltır hikmet hikmet bu halkın gücü
Hoca Nasrettin’le düşün düşün gül,
Karagöz, Hacivat başında püskül
Kül atar haksıza ocağından kül
Sırıtır yüzüne bu halkın gücü
Seması, semahı, halayı, sazı
Çilekeş anası, gül yüzlü kızı
Karanlık gecenin iri yıldızı
Kırıtır, salınır bu halkın gücü
Evliyâsı, enbiyâsı, ereni
Kaz Dağında, Kop Dağında cereni
Seğmeni, efesi, dadaş, yâreni
Farıtır birliği bu halkın gücü
……Farıtır da ay balam, taa kudretten farıtır
……Gönül dergâhından geçer gider takvimler
……Battal Gazi, Hüdai sonra Şeyh Galip’i
……Zincir Bozan Mehmet Bey’i, sonra da Abdal Musa’yı
……Akreple yelkovanın dünyasından
……Bir Yivli Minare, bir tekke, bir kubbe getirir bize
……Kısaltır ayrılıkları, anlatır dil olup dilime,
……Anlatır ay kızım, can oğulum işitin hele:
*
ÜMMÎ KİM, ÂLİM KİM, İLİM NE?
Hele ki hele,
İçim dışım zelzele…
Bir türkü çığırıp geçem
Şu takvimden yere düşen gazele…
Bu nasıl iş, bu nasıl hakikat?
Ümmî derler aruz bilir, naat yazar, gazel, mersiye
Sonra ışık olur cümle ozanlara,
Bilgi ham kişide ham yüktür derler
Bu olsa gerek…
Koca Yunus, Bizim Yunus ne demiş:
“İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır?
Hele ki hele
İçim dışım düştü sele…
Bir türkü çığırıp geçem
Şu bitimsiz güzel olan zamanın
Saçlarından yakalayıp mesele…
Sonra, sarı çiğdem, kara toprak olup
Gözlerine sürülem bir sarı tel sesiyle
Aşık Veysel’e…
Oğul oğul can oğul
Gönüllere han oğul
Halden bilmektir ilim
Ölmeden evvelce ölmektir.
Diploman boyunu aşmış
Mühürler üst üste maşallah
Kaybolmuşsun arasında bir kâğıdın
Hayat akvaryumunda
Bir balık solungacında
Feryâdın, figânın, ağıdın
Hele ki hele
Duy beni, can evinden işit oğul
Ve yaz bunu bir kenara e mi?
“Kendini bilenlerden olsun
Oğul adın…”
Mustafa CEYLAN
------------------------------------------------
(1) Kemal Ümmî’nin yaşadığı ve öldüğü yer hakkındaki bilgiler birbirini
tutmamaktadır. Latîfî ve Âlî Mustafa Efendi onun Karaman’ın Lârende kasabasından olduğunu, müritlerinden menakıbını yazan Âşık Ahmet ise Horasan’dan geldiğini söyler. Bu kaynağa göre Kemal Ümmî, Anadolu’ya gelince Bolu çevresindeki Aladağ ve Bozarmut civarında yaşamış, Bolu halkını irşada çalışmış, Hacı Bayram-ı Veli’nin sevgi ve ilgisine mazhar olmuştur.
Âşık Ahmet, Kemal Ümmî’nin Bolu’da medfun bulunduğunu ve üç oğlu olduğunu bildirerek bunlardan Cemal ve Sinan ile ilgili
hikâyeler de anlatmıştır (Ünver, 2002: TDVİA, C 25, 229). Sinan’ın medrese tahsili gördüğü, diğer oğlu Cemal’in ise kendi halinde meczup bir halde yaşadığı belirtilmektedir.
Diğer taraftan Ümmî Kemal’in soyunun Oğuz boyuna dayandığı ve
Kemal Ümmî’nin Şeyh Şehriban adında bir kız kardeşinin bulunduğu da
belirtilmektedir (Kaya, 2008: 6). Öldüğü yer ve mezarı hakkında başka rivayetler de vardır (Ünver, 2002: TDVİA, C 25, 229). Kaynaklarda Karaman’da vefat ettiği kaydedilmektedir (Uçman, 1986: BTK, C 3, 39).
Türbesi Niğde’nin Yenice mahallesinde olup kesme taştan yapılmış kare planlı ve tek kubbeli bir binadır (TDEA, 1982: C 5, 272). Adına Karaman’dan başka Manisa, Mudurnu ve Niğde Mevlevihanesi’nde birer makam bulunması, Anadolu halkı tarafından ne kadar benimsendiğini gösterir (Uçman, 1986: BTK, C 3, 39). İsmail Çifcioğlu da “Orta Asya-Anadolu İlim ve Kültür Köprüsü (XI-XVI. Yüzyıllar)” başlıklı makalesinde Kemal Ümmî’nin Karaman’daki ikametinden sonra Bolu’ya yerleştiğinin ve ömrünü burada tamamladığının tahmin edildiği de belirtilmektedir (Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi, 13.04.2009).
Bolu’nun Sazak Bölgesi’ndeki Tekke köyünde de bir türbesi bulunan Kemal Ümmî adına geleneksel anma günü de düzenlenmektedir (18.04.2009).
(2 )Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara 2004, 2. bs., s. 434-435.
(3)W. C. Hickman, Kemal Ümmî Dîvânı’na ait 19 degisik yazmayı tanıtırken “On The Manus cripts of The Divan of Ümmi Kemal”, Journal of Turkish Studies, Harward 1979, c. III, s. 197-207), Hayati Yavuzer 42, (Kemal Ümmî Hayatı, Sanatı ve Dîvânı: İnceleme-Metin, [doktora tezi, 1997], Gazi Ü., Sos. Bil. Ens., Ankara, s. 50-63), Ramazan Sarıçiçek ise (Kemal Ümmî Hayatı Sanatı, Eserleri ve Divanı - İnceleme Metin, [doktora tezi, 1997], 6nönü Ü., Sos. Bil. Ens., Malatya, s. 319-336) 40 adet Divan yazmasından söz etmektedir. Bu üç araştırmacının tanıttığı yazmalar karşılaştırıldığında, toplam 51 değişik Divan yazmasının bulunduğu anlaşılmaktadır. ( AKTAN, Bilal, Türkiyat Araştırmaları Dergisi-Kemal Ümmî Dîvânı’nın Makâlât Adlı Yazması ve Dil Özellikleri.)
(4) Kemal Ünver, “Kemal Ümmî”, DİA, c.25.
Ayrıca;
Kütahya’nın Tavşanlı ilçesi Zeytinoğlu Halk Kütüphanesi’nde 1089 numarada Makâlât adı ile kayıtlı bulunmaktadır. Atasözü örnekleri bu eserde mevcuttur.
(5): “Kemâl Ümmî hazretlerinin Sinan adında bir oğlu vardı.Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve kendine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu. Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; "Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştirseydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var." dedi. Bunun üzerine babası; "Oğlum sen de murâdına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke’ye git, Kâbe’yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa’y edip, Makâm-ı İbrâhim’e varınca, Allahü Teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin." dedi.
Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe’ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke’ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi boğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gözüküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için Allahü Teâlâya şükretti.
Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm ettiler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçiyordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. Allahü Teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düşmüş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da işkence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman Allahü Teâlâya duâ edip, şöyle dedi:
"Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım." diyerek gece-gündüz ağlardı.
Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; "Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gidemeyip, buralarda kalırsın." dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; "Gözünü yum beri gel. Allahü Teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin." dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe’ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe’nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe’yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim’e geçip iki rekat namaz kıldı.
Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim’de iki rekat namaz kıldım. Selâm verdikten sonra; "Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir." diye duâ edip ellerimi yüzüme sürdüm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öptüm ve; "Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin." dedim. Bana; "Evliyâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden habersiz zannedersin. Zâhir ilimle Allahü Teâlâya kavuşmayı mı murâd edersin! Zâhir ilmi olmayanı Hak’tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye faydalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düşkün olmayan, haramlardan sakınan Mevlâ’sına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir." buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.
Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gösterdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. "Derdime yine babam çâre oldu." diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe’deki hizmetçiler Sinan’ın yanına yaklaşıp; "Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?" dediler. "Bu zât benim babamdır." deyince, hizmetçiler; "Bu zât elli seneden beri beş vakit namazını Kâbe’de kılar. Biz onu hep burada görürüz." dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babasının terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.
Bir defâsında da oğlu Sinan’a; "Oğul eğer ihlâsın varsa, gel şu ayağımın üstüne bas. Göresin sen dahi vakit nicedir, demeyesin bu vakit gecedir." dedi. Oğlu ayağına basınca, ayağını oynattı. Oğlu Sinan’ın gözünden perde kalkıp arşı seyretmeye başladı. Melekleri semâyı doldurmuş namaz kılıyor halde gördü.Babasının bu kerâmetini görünce, onun büyük bir veli olduğunu anlayıp ayaklarına kapandı. Ondan feyz alıp saâdete kavuştu.”
YORUMLAR
mekanları cennet ruhlarına fatiha olsun güzel bir eser sevgilerimle Bogazın kıyısından slm
MustafaCeylan
Sayfama şerefler verdiniz,
Çok sağolun,
Selamlar, saygılar...