Post-modern sindirme.
Mademki hayat, gücü yeten yetene bir kavga, entrika, hile, desise, stratejik ve taktiksel tavırlar, ego tatmini ve sömürünün türlü biçimlerinden ibaret.
Mademki hayat, Platon’un göğü değil! Babil’in asma bahçesi, Stoa’nın aradığı ’asude bahar ülkesi’ …
Mademki hayat, silahların ve iş makinelerinin paletleri gölgesinde akıp gidiyor. Mademki yeryüzü, sarı saçlarının ve üstündeki lacilerin ve dahi altındaki arabanın, zihinsel kofluğunu kamufle ettiğini sanan, dünyaya, geleceğe, doğaya, evrene karşı duyarsız, ben ben ; yalnız ben diyen …kaba kütük gibi insanların dünyası.
Ya sende bu aleme ayak uyduracaksın, yada doğal seleksiyon süreci içinde yok olup gideceksin.
Yaşam kavgasının aman vermez zulmü altında çırpınan insan, tarihi boyunca kabalığını ve vahşiliğini törpüleyecek sanat, bilim, edebiyat gibi düşünce alanlarında bazı kültür ürünleri ortaya koysa da, bunu bile ego tatmini uğruna yaptı hep. Böyle olunca ruhsuz bir garabet çıktı ortaya. Sözcük şaklatır. Felsefe parçalar. Burnu büyük…
Narsist imgeler yaratmış, kendisi hakkında. Bu imgeleri kendisi sanıyor. Tapıyor bu imgelere. Onları sevmekten ötürü kimseyi sevemiyor, insanı sevmiyor, hayvanı…..
Sevgiden yoksun, böyle bir narsistten de ancak despot, ceberut, dediğim dedik bir profil çıkıyor maalesef ortaya.
Ve onun hayat felsefesi…….
Gücü elinde bulunduranlar, gülistan gösterir her yeri. Müdür, amir, komutan, bakan, başbakan, şah, padişah…..Bir türlü görmek istemez aksaklıkları, kendisi en iyisini yapar, en iyi ben, en büyük ben…
Bazıları öyle olmadığını görse de bunu itiraf edemez, etmek istemez, işine gelmez. Gücünü kaybetme korkusu, onu içten içe bir savunma mekanizmasıyla, hayır en büyük bennnnnn duygusuna sürükler.
Bütün kavga, güç elde etme kaygısının bir sonucu olarak, yani ben merkezci bir duyguyla ortaya çıkar hayatta.
Ve ben, yalnız ben derken aslında, seni inkar eder, seni ezer, seni yok eder. Ben duygusu, dedik ya doğasında var insanın, ne var ki her meselede olduğu gibi ifrat yani aşırılık bu noktada da arızalı bir durumdur.
İşte ceberut başçavuş, despot müdür, ve diktatör başbakan böyle çıkar ortaya. Soluk aldırmaz, zanneder ki otoritem sarsılacak. Oysa olması gereken ne idi, ne ifrat ne tefrit bu kadar basit, yani doz.
Şimdi, dozu ayarlamak da öyle harcıalem bir iş de değildir kuşkusuz. Ciddi iştir, birikim gerektirir, kültür ister, psikoloji, sosyoloji bilgisi ister, öngörü ister.
Haa o halde yaşamak için ezeceksin ezcümle, düstur bu, gücü eline geçirdiğin vakit acıma….
Osmanlı’da padişahları eleştirmek mümkünmüydü! , Sıkıysa eleştirin… Eleştirenleri ya boğdururlardı yada sürgüne gönderirlerdi.
İttihatçılar eleştirilebilirmiydi…! Osmanlı’nın son dönemlerinde onları, eleştirenler sokaklarda can verdi.
Atatürk de eleştirilemezdi maalesef, eleştirenler, hadi haksızlık yapmayalım muhalif olanlar diyelim… İstiklal Mahkemeleri marifetiyle sehpaya gönderilirdi. Bu arada İstiklal mahkemelerinin devrim ideolojisini oturtma adına siyasi iktidarın memuru gibi çalıştığını, yani konvansiyonel hukuk mahkemeleri anlayışından çok uzak olduğuna inandığımı, ve fakat bu mahkemelere karşı olmadığımı da not düşerek itiraf etmeliyim.
‘Dün DGM’ ler, bugün onların namı diğer durumunda olan Özel Yetkili Mahkemelerin niteliği ve işlevi hususunda fikir edinmek istiyorsak, İstiklal Mahkemelerine bakmamız kafidir’ demekle umarım haddimizi aşmış olmayız ve başımıza bir iş gelmez.
İsmet Paşa eleştirilebilir miydi Milli Şef döneminde!
Menderes muhalefetin sesini kesmek adına neler yapmadı ki! Mecliste kurulan tahkikat komisyonu ki aldığı kararlar yargı denetiminin dışındadır CHP yi bir nevi tasfiye etme faaliyeti değil miydi!
27 Mayıs’tan sonra generallerin dönemi nasıldı!
12 Eylül cuntası….
Şimdi de “eleştirilememe” sırası AKP hükümetinde daha doğrusu onun başı Sn Erdoğan’da.
Belki kimseyi ittihatçılar gibi sokak ortasında vurmuyorlar ama eleştiren veya muhalefet edenin üzerine post-modern yöntemlerle gidiyor ve sindiriyorlar. Bugün sindirme ve pasifize etmenin en temel yolları idari, mali ve hukuki baş ağrıları yaratmaktır. Bu baş ağrıları öyle hukuksuz ve gelişigüzel yaratılmıyor şüphesiz.
Herşey sözümona rutin içinde. Yani önce hukuk ayarlanıyor mecliste, sonra yargı işini yapıyor. Mit müsteşarını sorguya çağırmak gibi beyefendinin hazetmediği bir durum çıkarsa ortaya, yani iş ve atama kazası, ya savcı işten el çektiriliyor veya her defasında bu savcı da bizimkilerden birini sorguya çağırırsa korkusu yaşamaktansa bir kanun çıkartılıyor…. Sorgu için beyefendiden izin alınacak…hah işte tam bize özgü bir çözüm.
Kimi görev değişikliğine uğruyor, kiminin kapısını maliye çalıyor, kimi de soluğu Silivri’de alıyor.
İşte kararı beğenilmeyen savcıların görevden el çektirilmesi, işte Doğan medya gurubuna kesilen vergi cezaları, işte tıklım tıkaç dolu Silivri…
Hal böyle olunca muhalefet etmenin, eleştirmenin zorluğunu görmemek mümkün mü? Bu satırları yazanın sözcükleri kırk kez süzerek yazdığını söylemeye gerek var mı!
Bu durum, “yüzlerce yıllık suskunluğun” sonucudur. Bu topraklar üzerinde hayat hep bir bastırılmışlıkla, hep bir sindirilmişlikle sürüp gider.
Ve bu toprağın çocukları elbette buna çook alışıktır, kanıksanmıştır maalesef.
Padişahlar, Enver, Talat ve Cemal paşalar ittihat ve terakkisi, demeye dilim varmıyor ama Atatürk, İnönü, Menderes, 27 Mayıs albayları, 12 Eylül paşaları ve günümüzde malum beyefendi.
Biri gider biri gelir.
Ama bu tablo hiç değişmez.
Susacaksın ve sineceksin.
Muhalifsen azizim, ezileceksin.
İbrahim Erol
gazete54.com
11 Mart 2012
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.