- 1440 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
353 - ZÜL CELAL-İ VEL- İKRAM
Onur BİLGE
Takvimlerde kışın bitmiş olduğu üç cemrenin düştüğü belirtilen bir zaman… Bir cumartesi akşamı, her zamanki gibi gece yarısına kadar odamın ölgün ışığının huzuru içinde bir süre ders çalıştıktan sonra günlük planımı yaptım ve kafama göre takılmaya başladım. Teypte, çoğu zaman olduğu gibi Zeki Müren vardı, kalbimde Karanlıklar Kralı, önümde derdimi yüklediğim kâğıtlar, elimde yağ gibi kayan bir tükenmez kalem… Samanlı teksir kâğıtları ve üzerlerine teleme peyniri gibi dökülen mürekkep…
Yazabilmek için duyguların galeyana gelmesi, sükûnet, loş ışık, konuya göre seçilen müzik yönünden ortamın müsait olması da şart benim için. Biraz okumak ve bir süre düşüncelerimi toparlamak da öyle… Yine böyle bir hazırlık anında ansızın şimşekler çakmaya, hava korkunç gürültülerle bombardımana başladı!.. Nasıl korktum!.. Gök öyle bir gürledi ki ne gürleme!.. Aman Allah’ım!.. Felaket geliyor!..
Ben Antalya çocuğuyum. Alışığım böyle havalara. Ansızın gelen yağmura; havanın, ne varsa boşaltıp açmasına… Fakat öylesine dalmışım ki boş bulundum, sıçradım birden!
Perdenin aralığından elimi uzatıp camın buğusunu sildim, yaklaşarak gayriihtiyari İlhan’ın penceresine doğru baktım. Oysa dışarıya, yağmura bakacaktım. Aynı anda onun da pencereye yaklaşmakta ve hızla camı silmekte olduğu gördüm. Bu kadar olur yani!.. Her hareketi duygularını hissettirdiğinden, bu telaşlı cam silişi, benim için endişelendiğinin ifadesi olarak algıladım.
“Korktun mu? Nasıl da aniden bozdu hava!” diyordu, hal diliyle.
“Felaket yağacak, felaket!..” diyordum olanca gücüyle beynimin. Alnımı cama yaslamıştım. Dışarıda kıyamet kopuyordu!.. Öyle bir yağmur başlamıştı ki sokak lambasının ışığı bile körelmişti! Gözlerimi görmesi imkânsızdı. O da bir karartıdan ibaretti benim için. Öyle bir afetti ki aklı olan cama falan yanaşmazdı! Dolular camları dövmeye başladı. Yer bir anda Konyaaltı sahiline döndü! Yer yer serpiştirirken biriken küçük beyaz yuvarlaklar caddeyi tamamen kapladı. Bir süre dışarıyı seyrettik birlikte. Dışarısı buz, yüreklerimiz kor. Aşk denilen şey, dünyanın en güzel duygusu ama böylesi zor mu zor!..
Dilimde yeni yeni dillenmeye başlamış bir şiir, tekrarlanışında sihir var. Dilim depreşmeden kalbim kıpramada… Kendim mi oluşturuyorum bu duyguları? Aşka karar veren ve seven ben miyim? İrademle mi, öylesine gelen, geliveren bir rüzgâr mı? Doğallığında oldu, bence. Tasarlanmadı, kararlaştırılmadı. Ben... Son zamanların en şiddetli fırtınası! Zamane cadısı!
İki göz karşı karşıya gelmiş, bak! Şiirin şarkılaşmış. Yüreğinin derinine inerek çıkardığın dizelerden onun hiç haberi yok. Midyeler misali ikiye katlayıp sakladığın kâğıtların arasındaki incilerin sedefinin adını aşk koymuşsun. Ayrılık var ilerde. Ne kadar yağarsa yağsın bulutlanan yüreklerden yüreklere bembeyaz çakıllar, ne kadar acıtırsa acıtsın, eninde sonunda ayrılacaksın!..
Çok şey anlatıyor, acımasızca camları döven buz parçaları. Yüzüme yüzüme yağsın istiyorum. Aşk değil baskın gelen. Özleme endişesi, kaybetme korkusu, belirsizliği beklemek, ifade edemediğim çok şey var, içimde. Zaman, zamanı değerlendirme zamanı… Anı yaşama… Sabah olmasın! Ayrılık olmasın!.. Neler geçiyor aklımdan! Yüreğim yangın yeri; çığlık, şikayet, feryat!.. Yaşamak geceyi camdan cama… İki cam arası ala fıcırık boz duman!..
Duvaklı bir şiir dilimde... Dilimde dilim dilim dizeler… Bulutlar küme küme caddede. Dışarısı buz, içerisi kuz… Gecemiz oryantal, salıvermiş simsiyah saçlarını, bembeyaz tüller içinde dans ediyor, peçeli… Peçeli bir sevda yaşanıyor, dilsiz… Sözcüksüz atışma yapıyoruz, bir gece yarısı… Saat, bire geliyor. Bir çocuk çıkıp geliyor, çıplak dağlarla sarılı, karlı bir diyardan, günün birinde. Gecenin birinde, gecenin bir’inde… Sevincim, mutluluğum onun ellerinde… Dakikalar önem kazanmış, saniyeler su gibi akmakta… Camda bir karartı… Hasret kaldığım gözler karaltıda… Hiçbir şey göremiyorum ama biliyorum göz gözeyiz, yürek yüreğe, dans edercesine, slov… Romantizm dorukta… Zaman çalmak, olabildiğince geceden… Saati dakikalara, dakikaları saniyelere bölerek, yaşadığımızı hissederek, olanca gücüyle kalplerimizin…
Aşk, vazgeçilmez bir duygu! Tarifi imkânsız! İnsan, karmaşık bir varlık... Çözümü mümkün değil!.. Sayısız duygular içindedir. His âleminde özgürce yaşamaktadır. İstekleri vardır, pek çok… Beklentileri vardır hak etse de etmese de… Başkalarına bağlı tarafları vardır, tek olsa da… En çok ama en çok beğenilmek ve sevilmek ister, hem de herkes tarafından, en çok birince… Reddedilmeye tahammül edemez, bir ele el uzattığında. Yenilgiyi kabullenemez, reddedilirse. Her şey bitmiştir, belki de hiç başlamamıştır ama o kendince yaşamaktadır, frene dokunmayı aklına bile getirmek istememecesine… Belki ilerde gerekebileceği düşüncesini fersah fersah uzak tutarak kendisinden… Şifa dileme niyetine bile girmeden yaşamaktadır, derdiyle sarmaş dolaş… Çünkü haliyle hoştur, hoşnuttur sevgisinden. Öyle güzel bir derttir ki bu, iyileşmeyi aklından bile geçirmez! Tatlı tatlı acıtan bir sızı vardır hasta kalbinde… Dermanı kesilse de, sürünse de aşk denen mikrobun hükmünde, “Of!..” bile, “Öf!..” bile demez! Ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin, yine der ki: "Eyvallah!..”
"Hoştur bana Senden gelen…
Ya gonca gül yahut diken..." demiş Koca Yunus.
Ne zamana kadar? Allah aşkı, kul aşkını yavaş yavaş yerinden edip, mekânı olan kalpten sürüp çıkarıncaya kadar... Şemseddin Sivasi de diyor ki ötelerden:
“Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ede, Hakk!
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan!”
Allah aşkı, yeri hazırlanmadan gelip oturmaz! Küçücük kalplere sığmaz. Kocaman kocaman yürekler ister! İşte o küçücük kalplerimiz, mecazi aşklarla, seve seve, berelene berelene genişleyerek İlahi aşka hazırlanacak. “Vazgeç!” demek kolay. “Unut!” bir kelime! Ya vazgeçmek, vazgeçebilmek? Unutmak, unutabilmek? Hem de böylesine hoşnutken derdinden! Derinden alevler, derinden koca koca ırmaklar geçerken, yanan yüreğine o taraftan serin serin seher yelleri eserken.
Öyle, pat diye olmaz o işte! Antrenman gerektirir. Mecazi aşklar, alıştırmalardır. Yazılı ve sözlü sınavlardan geçeceğiz.
Bir de itiraf etme sıkıntısı ve heyecanı var… Reddedilme korkusu da beraberinde… Ya kabul edilmezse gönül bahçesinden derilen kucak dolusu güller, sümbüller? En iyisi gizli kalması… Aşkım bana aittir! Beni ilgilendirir! Onu hissetmek için başkasının kabulü gerekmez. Benim hislerimden kime ne? Bu, benim hastalığım! Her hastalığım gibi kendim çekerim. Ne avuç açarım, ne aman dilerim!
Aşk, içte yaşanmak içindir. Salon çiçeğidir, dışarıda yaşayamaz.
Dolu hızını alamamış, her yeri vurmuş, yorulmuş, durulmuştu. Her yer bembeyazdı. Kar gibi yukarılarda kalamamış, hırsından yerlerde sürünmekteydi. Seyrine doyulmuyordu ama üşüdüğümü fark ettim. O da üşümüştür, diye düşündüm. Belki yatağından kalkmıştır. Sabaha kadar sinekler gibi cama yapışıp kalacak değiliz ya! Sadece yoğun bir duygu seliydi yaşanan. Hissetmekten ibaretti. Bir şey gördüğü yoktu. Usulca perdeyi kapattım. Aradan baktım. Birkaç saniye sonra o da kapattı ve bir süre sonra ışığı söndü.
Dışarıyla irtibatım kesilince tam bir şekilde içime döndüm. İçime, Rabbime… Bana bahşettiği en büyük nimetlerden olan sevme yeteneğim için şükrettim. Yalnızlığımın dayanağını bahşettiği için… Sonra aklıma gelen her nimeti için birer birer şükretmeye başladım. Saymakla bitecek gibi değildi. Genelledim ve Hamd ettim. Sonra uzun uzun tefekkür ettim.
Her şey zıddıyla bilinmekte… İnen yağmurda Cemal, doluda Celal… Günlük güneşlik günler geldi geliyor! Yemyeşil halılar serecek ayaklarımızın altına… Göz zevkimiz için çiçekler… Belki gözsüzlerin gözlerine girecekler, Gerçek’e götürecekler. Gerçeğe… Zeki Müren’den Ahmet Özkan’a… Kaseti değiştirdim.
“N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm? Derd-ü gamınla doldu bu gönlüm!
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm! Yanmada derman buldu bu gönlüm!”
Gerek ses ve uyak yapısı, gerek anlamıyla beni büyüleyen Rahman Suresi’ni şöyle bir hatırladım. Orada art arda nimetler sayılıp dökülüyor ve insanlarla cinlere:
“O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” diye soruluyordu.
Bizleri pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan, cinleri de halis ateşten yarattığını, Kuran’ı indirdiğini, gerçekleri bildirdiğini söylüyordu. Günün ayın hesabından, göğü yükselttiğinden, her şeye bir ölçü koyduğundan, yeryüzünü süsleyip bezediğinden, bitkilerin ve ağaçların secde etmekte olduğundan, ikisinden de inci ve mercan çıkarılan iki denizi salıverdiğinden, fakat aralarında engel koyduğu için birbirlerine geçip karışmadıklarından, kavuşamadıklarından bahsediyordu.
Biz de iki denizdik, ikisinde de inciler mercanlar, farklı değerler olan… Yan yana yaşamakta, kavuşamamak bir tarafa asla konuşamamaktaydık. Bir engel vardı aramızda. Bir engel… O iki denizin arasındaki gibi görünmez bir engel… Gurur mu, kibir mi, reddedilme korkusu mu? Bir korku olduğu muhakkaktı. Benim en büyük korkum, aşkımın yara almasıydı. Bir kötü söz onu öldürür, yok ederdi! Bir olumsuz söz… Yani ses tonundaki en küçük negatif değişiklik, hakaret gibi gelirdi. Onca hakaret işitmiş, onca zulüm görmüştüm ama onlara zaten değer vermiyordum ki değerlerini çoktan yitirmişlerdi. Kaya gibiydi onlara bakan yanım, onca duyarsız ve sert… Söz ve davranışları, üzerimden akıp gidiyordu, izi bile kalmıyordu! Ya o? Ya o en küçük bir hata yaparsa… Bana değil aşka… Her şeyden değerli olan aşkıma…
Konuşmuyorum, konuşmayacağım. Hep böyle devam etsin! Aşkı yaralayan ağız denen yaydan çıkan söz denen oklardan hiçbirine hedef olmak, aşkımı riske atmak istemiyorum.
Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler… Buzdağları olabilir. Bence buzullara dikkat çekilmiş. Cehennem yaklaştırıldığında, yani kıyamete yakın o koca dağların bile eriyip yok olacaklarına... Yeryüzünde her şeyin fani olduğuna, yalnız Celâl ve İkram Sahibi’nin kalıcı olduğunda… Öyle ya… Göklerde ve yerde canlı namına ne varsa hepsi muhtaçtır ve O’ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir. Ancak iki sıfatını bir araya getirerek adeta şöyle söylemiş:
"Kerem’ime yakışır şekilde nimet yağdırmakta olduğum halde inkâr edenler, Hamd etmeyip sürekli şikâyet edenler, Celal sıfatımı da görecekler!"
Bir tarafta ihtiyaç sahipleri, yani isteyenler var, bir de büyüklüğünü gösteren, onlara ikram eden… İnsanlar ve cinler, her şey yok edildiğinde kalan sadece Allah olacaktır. İhtiyaç sahipleri yok olacak, Celal’iyle ve Kerem’iyle bir O kalacaktır.
“Ey insan ve cin! Sizin de hesabınızı ele alacağız!” demekte!
Celal’iyle tecelli edeceğini bildirmekte! Bir eli yüceliğiyle nimetler sunarken, nimetlerin nereden geldiğini görmeyen isyankârlara ve şükretmeyenlere öfkelenmekte, bir elini yumruk yapmış, kürsüye vurmakta!.. Yer gök sarsılmakta! Yer gök!.. Tümüyle kâinat sarsılmakta!.. Kıyamet alarmı gibi bir zılgıt!..
Nereye gider insan, cin? Nereye kaçar? Her yer O’nun mülkü!.. Ancak Allah’ın verdiği güçle… Ölümün sırrı burada olsa gerek. Ancak ölümle… Ölümle verilen güçle… Göklerde taşlanan şeytanın durumuna düşmek… Üzerine ateş ve duman gönderilmesi, savunmasız kalınması…
Kıyamet!.. Az önceki minyatüründe olduğu gibi… Aniden!.. Gök yarılıp, yağ gibi kızardığı zaman… İnsanların ve cinlerin inkârlarının imkânsız olduğu an… Günahkârların yüzlerinden tanındığı, alınlarından ve ayaklarından tutularak cehenneme atıldığı an… Ki onlar orada kaynar su içinde dolaşırlar.
Ya kaynar su yağsaydı, az önce! Ya kızgın sular boşalsaydı bulutlardan!.. Öyle yağan yağmurların örneği de var, yeryüzünde.
Allah’ın makamından korkanlara iki cennet müjdesi… İkisinde de meyve ağaçları… İki kaynak, iki akarsu… Her meyveden çift çift… Cennettekiler, atlastan örtüleri olan yataklara yaslanırlar. Cennetlerin devşirilmesi yakın... Gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler… Ne insan ne de cin dokunmuş… Sanki yakut ve mercandan…
İyiliğe iyilik… İki cennet daha… Yemyeşil… İkisinden de iki kaynak fışkırmakta… Her türlü meyve, hurma, nar… Yeşil yastıklara, nakışlı döşeklere yaslanırlar. Çadırlar içinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar… Gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş, el değmemiş huriler… Büyüklük ve İkram Sahibi olan Allah’ım! Adın ne kadar Yüce’dir!
İki doğunun ve iki batının Rabbi… Uzun zamandır aklımı kurcalayan bu ayet! İki doğu ve iki batı… Nasıl olur iki doğu ve iki batı? Nasıl olur? Dünya batıdan doğuya dönmekte ama o an geldiğinde durmakta olan topaç gibi ters yöne savrulacağı düşünülürse ki kıyamet alametlerinden birisi de güneşin batıdan doğmasıdır, o zaman batı doğu olmuş olacak, doğu da batı… Al sana iki doğu, iki batı!..
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 353
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.