- 753 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Radyoda Aşkın Nur Yengi
İnsan ne eksi, ne de artı. İki noktası eksik bir sıfır sadece!
Gece karanlık hiç olmadığı kadar, oysa gözlerimi açtığımda günü göreceğimi umut etmiştim. Işık, zahirden ukdeleri bölüştürürken, çırılçıplak duygularım tenimdeki hiçbir kıla kıymayacaktı! Yüreğimin tellalları uyuyacaktı ve aklımın hiçbir odasında mahrem kalıntı saklanmayacaktı mazinin tabutlarına. Gömülen yatağında terli sevdalara gülümseyecekti bulutlar. Belki yağmur yağacaktı, şimşekler çakacaktı. Mikail’in bereketli zikrini duymadığımı itiraf ederken, belki ’la’ derken kısılacaktı sesim; hiç inandığımı yaşamak gibi bir güzelliğe sahip olamadığım için. Fakat olmadı, yapamadım. İlk başta mazisini kıskandım s/ensizliğin. Yeminini bozdum aşkın ve sabah ölenlere acımadım ilk defa. Sabah ölmek güzeldir dedim, güzel! Hani tenine vurgun saatleri damlatan ezanın rikkatli s’esiyle soğuğu iliklerine kadar hissederken... ’Hiç inanılmayası körkütük yılgınlığında umutlar, yaşamak kavgasıyla dolu olduğunda, aslında sevmenin bile toprak olmaya ne kadar da çok yakıştığını itiraf ederken; insan, kendine köle olmayı ne kadar da çok seviyor’ demenin yazıklığını deniz görmeden de bilirken...
Ardımca izlerin, yokluğun beklentisiz yeşilliğinde. Değil bahar, değil çiçekler, kuşlar; börtü böcekler... Değil yaz kokusunda lavanta kokulu gülüşken sevişmeler, değil! Hani hiçbir realiteden sıyrılmayıp, eksi on dört dereceyi iliklerime kadar işlerken, damla sakızlı kahveyi yudumlarken mor bir ruj gibi, düşleri yeniden beslemeye çalışmak avamca! Hiçbir profesörün araştırma yapamadığı bu safhada, tekrar tekrar kanser olmuş aynı hücreyi almaya çalışmak için geçmişin içini açıp, gün yüzüne çıkartıp, o hücreleri alabilme isteği... Hani hayal işte, hani bir oyun sadece; elbet biteceğini bildiğin belki iki saatlik bir tiyatro oyunu, belki de bir sahne sonunda soyunma odasında ağlaşık dakikalar. Sevgilisinden ayrıldığını söyleyen bir arkadaşının gözyaşlarıyla sana boşalmasını izlerken, hani salonun içerisinde onlarcasının başka bir oyunu izlemesi gibi!
Radyoda Aşkın Nur Yengi, ardınca iz bırakanların şarkısıyla eski şarkıların sesini düğmeliyor ilham kafesime. Bomboşum, bir de paramparça! Gün yüzüne yol vakitlerini çokça sıkıştırdığım hayat penceresinde buğulanan sevinçlerin üzerine, aynı küçücük parmakla gülücük işaretleri koymaya çalışan çocuğuyum. Meryem ağlıyor bakir olduğunu anlatamadığı için insanlığa. Günahkâr doğduklarını düşünenler, aslında sevmekle ne kadar da çok kirleniyor; çocuk olmak istiyor bir anda. Çelişki yumağında virajı dönülemeyen acı soluğu her hayat. Ben saydım kırk dokuz milyar öykü her birinde. Her gülüş aslında ağlamaya ne kadar da yakın... Aslında her gözyaşı, mutlulukla ne kadar da eş... Geceler gündüzlere ne kadar da gebe... Sevgiler de vuslata, vuslatlar da firak haberlerine, ayrıca iz bırakmalara; mazilere, hiçbir görüntüsü kaydedilmemiş hissiyle özlenilen, en çok da o güne, en çok da o gözlere, o yüreğe...
Ateşle pişmiş bir tahta kiremit daha düşebilir değil mi yüreğimize? Hani mukavemeti arttırılmış, sünek olduğuna milyonlarca her ülkeden şahit bulabileceğimiz kadar canlıların olduğu bu rüyada. Her dokunuş da vurulurken tarih gibi aşklarda, düşleri bu kadar kirletmeye herkesin cesaretli olduğu bir labirent de, bir karanlık cennetinde; cehenneme düşmeye beş kala, beş vakit namazı unutan ruhlarımızın gıdasızlığıyla, sığındığımız tanrıların çaresiz eğlencelerinde, uyuşturulmuş bahane sahnelerle slayt gösterimi biten ilginçliği dahi hak etmeyen hüzünlerimizde...
Garip mi? Hayır! Mustarip olmayı hak eden daha çok, doğruluk!
Kaçıyoruz el ele vermiş bir şekilde. Korkularımın üstüne gidemediğim için, ben de aynı b/okun saçlarıma saplanmasından korkmaktayım. Ne kadar da benzer bir son ve ne kadar da değersiz bir ilgeçlik bizimkisi!
Siz diyorum, s/iz bırakıyorsunuz b/öyle z/enginlik s/eşteşliğime!
Gün yüzüne burkuntular doğrayan, ana gibi doğurgan olan yaşamak sevinci. Diğer bir yandan büt/ünü olmayan t/erksizlik elleri yüreğimde d/okunan k/adın! Annemi böyle zamanlarda bir kez daha üzülmemesi için öldürmek istiyorum aynı saatte. Beni doğururken, kordon boyunu aşmış kordonumu kopartan ebenin ellerinde. Yaş on sekiz; on sekiz bin defa örümcek beslemiş saçlarımın teriyle: ’Aşk ile!’
Ardınca izlerin, ardınca izlerin anne! Değil öyle tokuşturulmuş sevinçlerin kadeh niyetine gözyaşlarından içildiği bir p/akhane burası. Burası toyhane, burası oğul otu, uzun kavak ağaçlarının insanların samimiyetsizliğine inat gökte sırlaştığı sahne! İmge cennetinde yüzümde akne bırakmıyor hiçbir sıkıntı böylece. Artık hepsine bir bahane bulup, sonuna kadar boşaltıyorum ne varsa d/ilsizliğime. Ikınmak hakkım, kırılmak hakkın; ç/oğul olamıyorum böylece sana. Böylece s/ana derken, Eskişehir’de hep bir umut t/aze yürek kanatılıyor. K/ana diyorum; ’Anne, sen susmayı bana öğretmedin diyorum!’
Anne, sen b/anasın; iki kez ben sen varım; s/ana ben de b/ana olmak isteyen yetimler var, yine s/ana ait olan; bende b/ana gözyaşı akıtan.
Ne kadar garip anne! Gözyaşlarımız akarken, yüzümüzü ekşitmemiz bile aynı. Ben şimdi seni gözyaşlarımda boğuyorum. Ölmezsen s/ana olacak bu yazılanlar, yaşarsan yine b/ana kalacak!
Radyoda Aşkın Nuri Yengi, çoktan şarkısı bitmiş. Saçma sapan bir pop şarkısı kulaklarımı tırmalıyor. Saat sekiz oldu mu kaldırımda düşenlere yardım etmeyeceğim. Ben inanmasanız da, bir katilim. Belki de kendi yükümü hafifletmek adına bir küçük itiraf bu.
Olsun! En azından katili olduğum duygularımın hakkı için, h/ak kalmasını dilediğim aşklarım var!
Bir gün dut O’nun dut ağacında öten kuşa, bir gün parmağımı sokan arıya, bir gün poşetteki ekmeğime saldıran karıncalara bir gün tuvaletin deliğinden çıkacak lağım faresine, bir gün sıcacık demli çayıma, bir gün hiç adını bilmeden gülüştüğümüz kedilere, selam verip aldığım onlarca esnafa, uzun zamandır aklıma dahi gelmeyen akrabalarıma ve bana en uzak olan kendime...
Ne kadar da garip değil mi? Biraz eksik, biraz fazla! Ne kadar da çok benziyoruz birbirimize?
Anne, ne kadar çok çocuğun var senin; ne kadar çok gün’ahın! Gece olup Adem babamla bir gün olsun ne konuştuğunuzu merak etmekten başka bir şey düşünmüyorum.
Daha fazlasında ikinci ötenazi... Ben sustum!
Varın gidin; üç yüz altmış derece derece dönüp, adına da aşk diyeceğiniz tecrübe anılarınıza!
Bir odada kalmaz bir kadınla bir adam, haram tek başlarına. Bir yürek de kaldırmaz öyle, arınmaz; hakka ait olmaz kendini kandırıp, ‘yüreğim temiz’ derken bile uyuduğunu anlamadığı z/aman yokluğunda katil olduğunu itiraf edip de, y/azıp y/azıp hiçbir şeyi değiştiremediği oyunda.
Haydi, oyun bitti, kapandı bu perde! Bitti bu çelimsiz parodide paradigması eli çeşit çeşit sabun kokan tuvalet sonrası maceralarının açık seçik oynandığı, yitimsiz istençlerin d/ini olup, kalem açmaya yarayan jiletlerin hiç kesemediği şu parmakların cinayet işleyip de, itirafını geciktirdiği vartalar!
Baba ç’evir sayfayı; vakit güneşi içme vaktidir!
Radyoda Aşkın Nur Yengi Yazısına Yorum Yap
"Radyoda Aşkın Nur Yengi" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
SE
20 Şubat 2012 Pazartesi 19:18:01
Sevgilisinden ayrıldığını söyleyen bir arkadaşının gözyaşlarıyla sana boşalmasını izlerken, hani salonun içerisinde onlarcasının başka bir oyunu izlemesi gibi!
bu sizin farkısın..
değişik..
anlamak için içine çeken..
bir umman..
sevgilerimle..
20 Şubat 2012 Pazartesi 14:13:27
Ben de bazen sadece kendisi için yazdığını düşünüyorum :)))
Çok zor kafasının içindekileri anlamak, bir kendi biliyor :(
HakkınSesi
@hakkinsesi
'Ah bu ben, kendimi, nerelere atsam
çözebilsem kafamın içindekileri de rahatlasam...'
:))
Hürmetle daim...
çözebilsem kafamın içindekileri de rahatlasam...'
:))
Hürmetle daim...
20 Şubat 2012 Pazartesi 09:33:24
Arkadaşım azıcık da eften püften yazılar yaz. Bu değerli yazılar okunmuyor.
Saygılar.
HakkınSesi
@hakkinsesi
İki türlü de su alıp götürüyor be ablacım... Ne fark eder?
Saygılar her daim...
Saygılar her daim...