Mana vü Kalem...
Mâna vü Kalem
Düşüverdi gözyaşlarım bir Yusuf-u Züleyha kıssasının sahraları andıran safran zemini üzerine.
Yusuf’u bulmak için çöle düşen Yâkup muydu gözyaşlarım? Yusuf’ta saklı olan neydi? Kaderdeki ortak payda mı, tecelli mi, neydi?
Kalem biteviye yol aldı hüznün sarısı kağıtlar sahralara dönüşürken. Bir aşk yolcusunun gözlerinde nümâyân seraplara koşarca koştu bata çıka, düşe kalka aradığı Mânaya vuslat için. Dudakları kurudu, mâlik koştu
imdada. Gün aşkı uğruna gününden ferâgat eyledi. Gece galibiyetin, vuslatın, hazzında yeknesak uzanıverdi ve yerle gök evrenin yaratılışından bu güne dek bu derece olmamıştı sarmaş dolaş.
Kalem koştu kelâma. Kelâm içre mâna… Mâna içre ziyâ… Yusuf’u kuyuya çeken mana… Züleyha’yı meftun kılan Yusuf’a…
Kim bilebilirdi Züleyha’yı tutkun etmek için Yusuf’a evvel Yusuf düşecekti kuyuya.
Muharrir hangi nurun ziyâsında kaleme almış kaderi. O kader ki Mecnun’u evvel Leylâ’ya teşne ahirinde Mevlâ’ya köprü…
Aşkın adında vardı bu, harfler birbirine âşık. O kıvraklığıyla Kaf uzanmış mehtaba karşı erguvanların rayihasında dizlerine Ayn-Şın’ın. Kaf’ın boynunda kemend. Kaf razı buna. Kemendine vurgun onun.o kemendin gölgesinde nice gönül yangınları saklı. Nice kavrulmuş ciğer rayihası…Aşk’ın başı her dâim dik.
Mehtapta sandallar, eski zamanlardan…yükselen sedalarda gazeller, şarkılar… ne demişti Nedimâ haydi hatırlayalım :
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i na-şada
Gidelim serv-i revânım yürü sa´d-âbâda
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü sa´d-âbâda
Gazeller sandallara, sandallar boğaza, boğaz mehtâba, mehtâb İstanbul’a, İstanbul nemli gözlü şâire ne derece muhtaç ise o derece muhtaç idi mâna’ya Kalem.
O mana ki şöyle dile gelmiştir Sultânü’ş-şuarâ Necip Fazıl’ın kaleminde:
Çiçeği altın yaldız suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur…
O mânayı bul da bul!
ille İstanbul’da bul!
İstanbul,
İstanbul…
Ana gibi yar olmaz İstanbul gibi diyar ;
Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…
Aşk içre aşkı barındıran sultanların şehri şehirlerin sultanı İstanbul’a yakışır bir mâna…
Kalemi yandıran Mânanın gizliliğinde miydi? Ne vakit onu nihan görse terennüme çağırmaz mıydı? Maksadı onu âşina kılmak mı? Peki bu hâl aşka halel getirmez mi? Gelin bu konuya bir kıssa üzerinden bakalım. Kıssaların şâhından ve görelim Kalem doğru iş üzre mi?
Leylâ’ya sormuşlardı bir gün, “ Sen mi kaysı daha çok sevdin; yoksa o mu seni sevdi?” diye. “Elbette ben onu daha çok sevdim!” demişti Leylâ, Kays adını duyar duymaz gözünden yaşlar boşanarak, “Elbette ben onu daha çok sevdim!” “Nedir delilin, nasıl ispat edersin onu daha çok sevdiğini, üstelik o senin için çılgınlığa varmış, aklını yitirmiş Mecnun olmuşken?” o vakit Leylâ ağlayarak: “Dostlar!” demişti, “Sırdır ki gizli gerektir, sevgilinin adını dile düşürmek, hakikatte ayıptır. Kays bir dağ delisi gibi davrandı, gitti sahralarda çöllerde aşkımızı ona buna anlattı, bense kimseciklerle paylaşmadım onun sevgisini, içimde büyüttüm, büyüttüm, büyüttüm… budur ki benim onu daha çok sevdiğime delildir.”
Kalem de Mecnun o hâlde ,bu kıssadan anlaşıldığı üzre. Aşk ile deliye dönen birinde aşk iffetinden bahsetmek ne derece mümkün? Kalem bu ifadede olduğu gibi Mâna’yı aklına üstün görmüş. Mâna denildiği zaman titrer olmuştur. Mâna ateşe akıl ise dumana benzer. Biri geldiğinde diğeri gider. Bu mefhumda kaleme akılsız mı demek icap ederdi.Tabi ki hayır. Ondadır bütün sırların sırrı. İfşa yeteneği ondadır. Deli aklı ile bir işi olmayandır. İşte burada kalemin tüm akıllara üstünlüğü nümâyândır. Fakat ondaki aşk gizli kalmayacak kadar aşikar görülmeyecek kadar da gizli değil midir?
Sözün yaratılışından evvel Mâna vardı, Mâna sözde gizliydi. Söz de bâkiliğini kaleme borçlu. O hâl üzre gelin evrenin yaratılışından bu güne dek devam eden bu arayışın, bu aşkın seyrini, gecenin güne,yerin göğe,ateşin dumana,doğumun ölüme ve yaratılışın hakikate olan aşkı gibi daha nice yıllar seyreyleyelim.
Görelim Mevlâ’m neyler neylerse güzel eyler…
Fatih ZEYREK
11/06/08
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.