- 625 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Ölüm BENDEN K A Ç A R K E N BEN Yaşamdan
Ölüm
BENDEN
K A Ç A R K E N
BEN
Yaşamdan
Nereden geldiğimiz ve nereye gideceğimiz ile ilgili somut olmayan, ispatı yapılamamış, birçoğu düşün fırtınalarına dayalı birçok tez var hala üzerinde konuşulup tartışılan.
Geldiğimiz yerin ve orada yaşadıklarımız ile gideceğimiz yerin ve orada yaşayacaklarımızın pek bir önemi yok aslında! Geldiğimiz ve gideceğimiz yer değil, yaşadığımız şu an belki de önemli olan.
Ya da; bir yerden gelip bir yere gitmiyoruz belki de!
Ya da; hep varız ya da hep yoğuz.
Sanki her şey birbirini kovalarcasına hareket ediyor. Sanki her şey birbirini itekliyor. Kovalamaca ve iteklemeler arasında zincirleme bir şekilde çarpışan her şey zamanı değersiz kılıp yaşamı altüst ediyor. Başının dönmesine alışmış uyuşmuşlar gibi yaşanılan hayat, küçük mutluluklar elde etme kandırmacasına dayalı, basit ama zorlaştırılmış bir oyun senaryosu gibi asılı kalıyor zaman sürümünde.
Koca koca danaların pisliği ile kirlenen yaşamı, dandini dandini destanlarla temizlemeye çalışıyoruz. Temizlendikçe kirlenen yaşam bile kendi kendini aklayamıyor insanoğlunun vurdumduymazlığı karşısında çaresiz kalarak.
Üzüntülerden, mutsuzluklardan, korkulardan, şüphelerden kaçışmalar başlıyor sonu mutlulukla bitmesi arzulanan yaşamlara. Arzular bir hayal olunca, yaşam, boğucu bir kâbusa dönüşüveriyor defalarca uyandığımızı sandığımız bitmeyen rüyalarımızda.
(Yatmışız 01.00 ve kalkmışız 07.00. 6 saat değil de sanki 20-30 dakika uyumuşuz.) Uyandığımızda -eğer ki görmüşsek- rüyamızı hatırlamaya, uykuda geçen zamanı anlamaya çalışırız; bölük pörçük, ne başı belli ne sonu, sırasız, karışık, deli dolu, karman çorman, mantık dışı… (“İstanbul’dayken birden Afrika’ya gidiyorum. Çölde iki takım, siyahlar ve beyazlar maç yapıyor…”) Rüya tabirlerine inanmam; gelecekten gelen, gelecekle ilgili haberlerin muhabirleri yoktur. Bilinçaltından gelen çağrışımların şekli midir rüyalar? (Bu yazıyı okuyan psikologlar, psikanalistler bana e-posta gönderebilirler; üfürükçüler, medyumlar asla.)
Henüz yeni oluşmaya başlayan organlarımla, O’nu hissettiğimi hatırlıyorum(!); 9 saat 10 dakikalık bir uykunun 2-3 dakikalık rüyasını hatırlar gibi. Dışarıdakiler, kalbimin atış sesi güçlendiğinde duyabildiler o minik tiktaklarımı, bir de iç mimarı olduğum annemin karnına çizdiğim şekilleri görebildiler ancak. Bense, o minicik kalbimle, hem gözlerim hem de kulaklarım kapalı duydum, gördüm; önce annemin kalbini, ninnisini sonra dışarıdaki tüm olup bitenleri... Olup bitenlere dahil olmak için de sabırsızlıkla debelenip durdum; hatırlıyorum!
Annemin söylediğine göre; bir mevlid gecesinde nur topu gibi gelmişim dünyaya ve ak bir zar varmış üzerimde; Haziran ayının -mucize bir sayı olarak bilinen- 19. günüymüş ve günlerden de pazartesiymiş.
İnsan, küçükken ya da ilerleyen yaşlarda, ne zaman ve nerede karşına çıkacağı belli olmayan olaylarla karşılaşabiliyor; ucu ölüme dokunan.
Küçükken; her türden hastalık; 40, 41 derece ateşle kızamık (Anneme göre dualarla, babama göre doktorun yaptığı son iğneyle hayata dönmüşüm.), sarılık hastalığı menenjite dönüştükten sonra ölen ufak bir çocuğun yatağına sarılık teşhisiyle, ufak bir çocuk olarak, hastaneye yatırılmam… Yağmur suyu ile dolmuş inşaat çukuru havuzunda ilk boğulma tehlikem. Belimde can simidim var sanarak, cesaretle ilerlediğim denizin boyumu geçen suyunda can pazarlığım.
İlerleyen yaşlarımda; verem teşhisi ile yatırıldığım sanatoryumda geçirdiğim günlerin ardından (aylar boyu içtiğim binlerce hap ve kalçama saplanan onlarca ağır iğne ile) taburcu olmam. Ve ameliyatlarım; 1. kesim; (Verem tanısının ve gördüğüm tedavinin(!) yıllar sonra yanlışlığının ortaya çıkması.) boynumun sağ bölümündeki lenf bezlerimden alınan kistler. 2. kesim; boğazımdan alınan tiroid bezlerimin dörtte biri ile idare ediyor olmam. 3. kesim; avucumda zik zaklı dikiş izlerim. (4. kesim beklemede; patlamış apandisitimin içimdeki kabuğunun alınması.) Sırf sanat yapıp insanları sanatla buluşturdum diye, emeğimin karşılığı olarak sırtıma dayanan silahlar; ah Malatya ah.
Ne korkak bir şey yahu şu ölüm; kaçtıkça kaçıyor. Dalga geçer gibi önce şöyle bir gözüküyor, sonra vın; tutabilene aşk olsun. Siz bakmayın benim ölüme korkak, kaçak demiş olmama, ben ondan daha korkak ve çok daha hızlı bir kaçkınım; şöyle bir gözüküp sonra vın; yaşamak konusunda.
Artık kaçmak, kaçamak yapmak yok; yaşama dair. Ölüm ne düşünür, ne yapar bilemem; mümkün değil. Ölüm, ölümüm(!) önce şöyle bir gözüküp sonra hemen vın kaçar mı kaçmaz mı korkar mı korkmaz mı, kıskanıp beni, o da kaçmaktan vazgeçip ardıma düşer mi düşmez mi, cesurca karşıma dikilip “buraya kadar” der mi demez mi bilemem. Hem bilsem ne olacak? Belki o da yok. “Yaşamdan kaçmıyorum.” dememle artık yaşama dört elle sarılacağım anlaşılmasın. Hem benim dört elim yok ki; iki elim var.
“Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum, duma duma dum.” tadında duymak var kalp seslerini. Artık yoruldum; adım atmasını, yürümeyi tam öğrenmeden, dur, durak bilmeyerek koşmaktan. Kendim kendimden usandı yahu; kendimi hırpalamaktan.
…
İyi de, ben bu yazıyı ruhumda böyle barındırmamıştım ama. “Ne korkak bir şey yahu şu ölüm; … Siz bakmayın benim ölüme korkak kaçak demiş olmama, ben ondan daha korkak ve çok daha hızlı bir kaçkınım; …” cümlesinden sonra, ölümün benden benim de yaşamdan kaçışım ile ilgili şeyler yazmaya devam edecektim, ben. Çok ilginç; hayat gibi.
Bir yerden gelip bir yere gitmiyoruz belki de! ; hep varız ya da hep yoğuz ya; ne korkmanın ne de kaçmanın anlamı var.
Ölüm BENDEN kaçarken…
Benden KAÇARKEN ben…
Kaçarken BEN Yaşamdan…
Ölüm BENDEN kaçarken…
Benden KAÇARKEN ben…
Kaçarken BEN Yaşamdan…
20 Ocak 2010 – İZMİR
03:30
YORUMLAR
İyi Geceler Şeref Bey,
Yazdıklarınız umarım kurgudur. Değilse eğer, iki senedir kaçkınlıklar olmuş. İnsanı sıkmayan, anlam zorluğu yaratmayan duru bir yazı okudum. Sizi kutluyorum.
Yazıdaki kahraman, ne ölümden kaçıyor ne de ölüm ondan kaçıyor. Bedeni, yaşam direncini yitirmediği sürece ölüm yok ona. Vade, cenin oluşmasından itibaren sürdülen direnç süresi.
Kuran'ı asıl kaynak göstererek ölümün, ağızlarda söylendiği gibi olmadığını açıklarım ama uzun
yer tutar. Yazının kahramanı, bedenini dirençli tutmaya devam etsin. Ruhunu bedeninden
çıkartmasın. Ölümü, kendi elinde.
Sağlık ve başarılar dilerim. Saygılarımla.
Şeref İzgü
Biraz benden, biraz hayalden, biraz gerçeğimden ve biraz kurgumdan ibaret olan öyküme yaptığınız değerli yorumlarınız için teşekkür ettim.
Yazılarımda, anlam zorluğu yaratmamaya, duruluğa dikkat etmeye çalışıyor, gereksiz imgelerde ve felsefe kalabalığında boğmak istemiyorum, okuyucuyu. Bu durumu yakalamış olmanıza sevindim.
Ölümü anlamak için ölmek gerekiyor, yoksa, yaşarken neye inanıyorsak öyle alıyoruz ağzımıza ölümü ve öyle yaşıyoruz, benim dilimde de, gönlümde de, inancımda da sizin de belirttiğiniz gibi aynı kaynak var. Böyle de olsa, yazının kahramanı ne ölümü ne de yaşamı yüceleştirmektedir. “Öldükten sonra dirilmek haktır” cümlesine bir göndermeyle de düşünecek olursak; insan olarak var olmanın ve bu varlığın sadece vade ile bile sınırlandırılamayacağını bir vurgu, olarak da değerlendirilebilir, öyküm.
Katkınız için bir kez daha teşekkür ettim; sağlık ve sevgiyle…
Not; Bu öykümle eşdeğer anlamı olan “yazar Cem Mumcu’ya ait, “mevt-i hükmî” adlı öyküsüne yapmış olduğum müzikli seslendirmemi-yorumlayışımı, facebooktaki Şeref İzgü, anasayfasından dinleyebilirsiniz.