- 1453 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
KARDA YÜZEN KURTLAR
Hayatında yaptığı iki hizmetle çok övünürdü. Onun için vatan hizmeti üretmekle ilgili olmalıydı. Ağaçlar büyümeli, meyve üretmeli, kereste üretmeli, yağmur üretmeliydi. Erozyonla akan toprağı sele vermemeli gölge üretmeli, gözlere güzellik üretmeliydi. Yirmi binden fazla ağacı fide halinde Trakya’ya, Denizli’ye, Patnos ve köylerine diktirmişti. Ağaç dikmeleri, adeta bayram gibi olurdu.
Gönüllü erler, öğrenciler, öğretmenler, çocuklar, hepsi bu şenlikte ellerinde kürekler, kazmalar, küçük çukurlar açar, top top getirilen fidanları okşayarak bu çukurlara koyup elleriyle toprağı doldururlardı. Sonra bu fideler devrilmesin diye etrafına sapladıkları kazıklara, küçük bir kağıda kendi temennilerini ve isimlerini yazıp bağlarlardı. Matara, maşrapa ve bazen bardaklarla fideye hayat suyunu dökmek büyük bir onurdu.
Bir ay sonra dikilen ağaçları kontrole gelirler, tutmayan fidanların yerine yenilerini dikip, köylüden yumurta tavuk ve un satın alırlardı. Köylü ile mevsimleri yaşamak, doğumları, düğünleri görmek, onlara katılmak ne güzeldi!
Bazen doğum kontrolü ile ilgili bilgilendirmek için doktorlar, hemşireler köylü ile konuşmaya gelirdi. Ama ne erkekleri ne de kadınları bu işe ikna edemezlerdi. Çünkü imamlar ve yaşlılar, bu kontrolün günah olduğunu söylerlerdi. Doktorlar toplantı bitip de giderlerken çocukların ellerinde balon gibi şişirilmiş veya içi su doldurulmuş prezervatifleri görür ve üzülürlerdi. Şakacı Ercişli Doktor ise en büyük şişmiş olan balonu göstererek, “İşte en sağlam kondom. Ben demiyor muyum? Bu konuda en ileri mallar Japonların meyvelileri diye.” Der, hep beraber gülünür, geçilirdi.
Bir gün Malazgirt’in bir köyüne görevli olarak girdiklerinde, köyün meydanında büyük kütüklere bağlı on beş kadar genç ve ihtiyar insan gördüler. Grup lideri komando yüzbaşı çok şey görmüştü, ama böylesini ilk defa yaşıyordu. Meydanı çevreleyen ve ayak bileklerinden kütüklere zincirlenmiş on beş akıl hastası… Altlarına kaçırmış, adeta çim makasıyla kırpılmış saçları, parçalanmış elbiseleri, yaralı kafalarıyla, durmadan korkunç sesler çıkartarak yabancılara saldırmaya çalışan on beş zavallı... Onların yeri asla o meydan olmamalıydı!
Bu insanların ağır kış şartlarında ise ahıra kapatıldıklarını öğrenmek, delirtmişti yüzbaşıyı. Köyün kahvesinde muhtar, imam ve öğretmenle oturdular. Muhtar dışarıya kız vermediklerini, dışarıdan da kız almadıklarını söyleyerek, kendince övünüyordu. Akraba evliliğinin ne denli kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışan yüzbaşıya imam karşı çıkmış, öğretmen ise hiç konuş¬mamıştı. Israrla insanların delirme sebebinin, gizlice içilen içkiler olduğunu veya cenabet olarak cinsel ilişkiye girildiği için olabileceğini savunuyordu, diğer köylerden verilen örnekleri hiç dinlemiyordu bu dini bilmeyen, dinsiz imam.
Yüzbaşı grubundaki öğretmenlere, doktor ve hemşirelere bu köyü, imamı ve muhtarı anlattı.
O köye bir bilinç, bir düşünce aşılanmalı, bu biçare insanlara yardım edilmeliydi. Önce kendilerini destekleyenlerden giyecek yardımı topladılar. İstanbul’daki bazı imalatçı firmalar anorak, bot, palto gibi temel giyecekleri, Sultanhamam’dan bir fabrika da bol miktarda iç çamaşırı göndermişti.
Bir bahar ayında beş yüz fidan ve malzemelerle yola çıktılar. İstanbul, Kandilli ve Çamlıca Kız Liselerinden yirmişer öğrenci ve öğretmenleri de onlara katılmıştı. Bu grubu Askeri Gazino Misafirhanesinde yatıracaklardı.
Herkesin elinde hediyeler, doktorlarda tıbbi malzemeler, askerlerde fidanlar, kazmalar, küreklerle düğüne gider gibi köye gittiler. Kadınlar muhtarın evinde, erkekler de köyün tek kahvehanesinde toplanmışlardı.
Önce nüfus kontrolü ve bebek sağlığı üzerine konuşulmuş, zorunlu aşılar zorlayarak yapılmıştı. İmamın çocuk felci ve tüberküloz hastalıklarının köyde kol gezmesine rağmen aşıya da karşı çıkması yüzbaşıyı öfkelendirmiş, ama yaşlı Asteğmeni Yücel’in ikna etmesiyle sakinleşerek işlerin bozulmaması için susmaya mecbur kalmıştı. Daha sabahın erken saatleriydi.
Çok erken yola çıkmışlardı ki, gün ağaç dikmeye yetsin. Askerler seyyar mutfakta yaptıkları çayı köylüye ikram ediyor, köylü de onlara ayran gönderiyordu. Liseli kızlar, asker ve hemşirelerle kaynaşmış, onların sağlık konuşmalarını dinliyor, bazen de köylü genç erkeklere laf atarak onlarla yakınlık kurmak istiyorlardı. Ama gençler İstanbullu kızlara bir türlü sokulamıyor, hatta onların serbest tutumlarından utanarak başlarını öne eğip kısa cevaplar veriyorlardı.
Ercişli doktorun akraba evliliğini, beraberinde getirdiği kara tahtaya (x ve y) kromozonlarını çizerek basit anlatması evli köylüleri bir türlü ikna edememişti. Köy meydanındaki zavallı yavrularının acı çığlıklarını duymuyor, çocuk felci geçirerek sakat kalmış insanları görmüyorlardı. Sakatlar da kendilerinin Allah tarafından cezalandırıldıkları fikrini kabullenmişlerdi. Doktorun yükselen ses tonu, onun çok sinirlendiğinin işaretiydi.
Yüzbaşı kahvenin önünde İstanbul’dan gelen öğretmenlerle birlikte muhtarla konuşurken istirahat eden askerlerini el işareti ile kaldırdı. Erler koşarak kazma, kürek ve fidanları istif etmeye başladılar. Getirdikleri kablo ile çukurların açılacağı yerde her çukur için kireç dökerek işaretlemeyi yapmışlardı. Dört yüz fidan köyün girişindeki boşluğa, yüz fidan da köyün içine dikilecekti.
Birden İstanbullu kızlar gülmeye, kıkırdamaya başlamışlardı. Yüzbaşı meydana doğru göz attığında kızların neden hareketlendiklerini anlamakta gecikmedi. Doğanın en kaçınılmaz ve en güzel olayı köyün meydanında oluyor, iki köpek çiftleşiyordu. Hayvanları çok seven yüzbaşı da gülümsedi ve başını çevirerek sohbetine devam etti.
Aradan on dakika geçmiş, doktor ve hemşireler eğitim konuşmalarını bitirmişlerdi. Ama diğer köylerdeki gibi mutlu olmadıkları yüzlerinden belliydi.
Yüzbaşının Alman kurt köpeği Pars da olayı oturduğu yerden izliyor, başını sağa sola eğerek çiftleşen köpeklere bakıyordu. Ayran çok güzeldi. Bardaktan son yudumu alan Yüzbaşı bir bardak daha içmeye niyetlenmişti ki, korkunç bir köpek çığlığı ile elindeki bardağı fırlatarak çiftleşen köpeklere doğru koştu.
Aman Tanrım! Köpekler çiftleşmenin ilk dakikalarından sonra birbirlerine ters dönerek 35-40 dakika takılı kalırlar. Dişinin rahmi şişerek erkek penisini üstten boğmuş ve toplanan kan penis ucuna biriktiği için erkeğin çıkartması imkânsız hale gelmiştir. Bu durum köpekgillerin hepsinde böyledir. İşte böyle bir mecburiyetle ayrılamayan köpek çiftini bir köy genci tek bir jilet darbesiyle ayırmıştı!
Erkek köpeğin penisinden bir metre uzağa kadar fışkıran kanlar onun ancak on metre kadar uzaklaşmasına müsaade etmişti. Zavallı hayvan vücudundaki kanın büyük bir bölümü o anda penisinde olduğu için yıkıldığı yerde biraz debelenip ölmüştü. Dişi ise rahminde kalan parçayı ağzıyla çıkartabilmek için rahmini dişleriyle adeta parçalıyordu. Yüzbaşının kurt köpeği bunu yapan genç gruba saldırmak istiyor, onu askerler zor zapt ediyorlardı. Yüzbaşı, bu olayla katılarak gülen köy gençleri ile hıçkırarak ağlayan İstanbullu kız öğrencilerin arasında kalmıştı.
Arkasından gelen muhtar, “Kızacak bir şey yok kumandanım. Gençler eğleniyorlar.” deyince yüzbaşı çok sinirli bir şekilde askerlerine dönerek bağırdı: “Toplaaann! İstikamet Patnosss!”
Erler bir dakikada hazır olmamanın başlarına ne iş açacağını bildikleri için öfkeli yüzbaşının yüzüne bile bakmadan, kızlarla kurdukları sohbeti kesip, koşuşturarak fidanları, kazmaları, kürekleri kamyonlara doldurdular. Bir dakika sonra kıdemli takım komutanı teğmen, “Komando bölüğü intikâle hazırdır, komutanım!” diye tekmilini verdi.
Yüzbaşının eliyle verdiği işaretle askerler hareket etmişlerdi bile. Öğrenci kızlar ağlama krizinden çıkamamışlardı. Doktorlar ve hemşireler de çok etkilenmişlerdi. Son araç yüzbaşının jeep’i idi. Kütüklere bağlı akıl hastaları, zavallılar ellerine geçen her şeyi su şişelerini, yemek kaplarını, küçük taşları, kütükten sökebildikleri ağaç kabuklarını jeep’in üzerine fırlatmaya başlamışlardı. Muhtar bir sopa kaparak en yakın olanına olanca gücü ile vurdu. Bu sefer de öfkeli köylüler el kol hareketi yaparak şoförü ile yalnız kalmış olan yüzbaşına homurdanıyorlardı:
“Bir it yüzünden bunu yapamazsın. Bizim köyümüzün yardıma ihtiyacı var. Ne oldu da sinirleniyorsunuz?” demeye başlamışlardı. Yüzbaşı konuşmuyor, cevap vermiyor ama patlamaya hazır bomba gibi öğretmenin yüzüne bakıyordu. Öğretmen “Beni anla. Ben burada yalnızım. İşte sen de gidiyorsun.” der gibiydi. Son konuşan, imam olmuştu. Bu imam sadece ilkokulu komşu köyde okuyup kendisini cami hocasının yanına atabilen ve hocanın ölümüyle onun yerine geçen, o köyün insanıydı. Onca çatışma görmüş, kolunun üzerinde nice şehit olan Mehmetçik’ in son suyunu vererek uğurlamış olan bu subaya “İtin kanı mı tuttu seni? Komutan hiç korkar mı?” Yüzbaşı bir ölen erkek köpeğe, bir de yerde sesler çıkartarak kıvrılmış, rahmindeki parçayı çıkartmaya çalışan dişiye bakarak mırıldandı:
“Sizden insanlar adına özür dilerim. Hayvanlığımızı bağışlayın!”
Konvoy Patnos’a girmeden önce durmuş, yüzbaşıyı bekliyordu. Kızlar otobüslerinden inmiş, baharda tabiatı kaplayan rengarenk kır çiçeklerinden küçük demetler yapmışlardı.Yüzbaşının yüzü çok asıktı. Kızın biri “Tamam artık, şimdi gülüyorsunuz” diyerek kızgın yüzbaşının boynuna sarılıp onu öptü. Sonra topladığı kır çiçeklerini ona verdi.
Yüzbaşı utanmıştı. Hayatında ilk defa bir kızdan çiçek alıyordu. Dünyanın en mucizevi iksiri çiçek onu da etkilemiş, gülümseyerek teşekkür etmişti kıza. Diğer kızlar da ellerindeki çiçekleri ona verip yanağından öptükçe araçlarda oturan erleri bir gülümseme sarmıştı. İçlerinden kucağı çiçeklerle dolan yüzbaşıya kahkahalarla gülüyorlar, ama dışa belli etmiyorlardı. Yüzbaşı çiçekleri itina ile üstü açık jeep’in arkasına yerleştirerek yeni bir istikamet için emir verdi. Bu gidecekleri yer kışın kayak yaptıkları, Patnos’un altı kilometre uzağında, İran yönüne doğru giden kötü bir yolun üzerindeki küçük bir köydü.
Kendisini öğrencilerine adamış genç, idealist öğretmenini yüzbaşı çok severdi. Kâmil Öğretmen Antalyalı’ydı. Komandolar bu okula sürekli giyecek, kırtasiye yardımı yapar, okulun onarımı için bütün imkânlarını kullanırlardı.
Kâmil Öğretmen beklemediği zamanda gelen ekibi görünce sevinçle okul bahçesindeki lojmanından fırlayarak misafirleri ile tek tek ilgilendi. Fideler okulun geniş bahçesine indiriliyordu. Küçük öğrenciler tatil olmasına rağmen koşarak okullarına gelmiş, önceden tanıdıkları askerlere yardım etmeye başlamışlardı. Yine doktorlar, hemşireler ilk iş olarak öğrencileri kontrol ediyor, sonra gelen köylülerin “Hasta var” dedikleri evlere muayene için gidiyorlardı.
Bu köy kışın çok kar toplar ve komandolar köyün hemen dışındaki kaymaya uygun tepede kayak eğitimi yaparlardı. Köyün çocuklarından asker karavanası yemeyen pek yoktu. Onlar da askere yumurta satar, üç beş kuruş kazanırlardı. Ekibin yüzü gülüyordu. Öğretmenler yardım malzemesini ilk köye bıraktıkları için üzgünlerdi. Ama İstanbul’a döner dönmez bu köy için kampanya düzenleyeceklerine söz veriyorlardı.
Komando bölüğü seyyar mutfağını indirmiş, kazanlarını kaynatmıştı. Menüde kuru fasulye ve bulgur pilavı vardı. Yanında ise cacık ve elma. Yemek pişerken çıkan güzel koku, fidanlar için çukur kazan erleri ve köylüleri çok mutlu etmişti. Köylü kadınlar kendilerini yemeğe davet eden bu askerlere tandır ekmeği, lor ve kuru soğandan oluşan dürümler yapıyor ve demlik demlik çay getiriyorlardı. Eli boş gitmek, yüzbaşıyı üzmüştü. Daha sonraları İzmit Seka Fabrikası’ndan gelen iki tır dolusu yiyecek ve kırtasiyeyle bu köye çok yardım edecekti.
Her sonbahar taşlarını toplayarak hazır ettikleri kayak pistine bu çocuklar gönüllü gelir, askerlere yardım ederlerdi. Şimdi de ağaç diken erlere bu küçük yavrular minik elleriyle su getiriyor, kazık buluyor, fideleri dağıtıyorlardı. Okula en yakın yere meyve veren ağaçların fideleri dikiliyordu. O gün kötü başlamıştı, ama çok mutlu sona ermişti.
İstanbul’dan gelenler, ilk köyde olanları değil bu köydeki güzellikleri götüreceklerdi. Kucaklarına aldıkları kuzularla, bindikleri eşeklerle, dürüm yerken, asker ile karışık karavanayı kaşıklarken çekilen resimler onlar için çok şey ifade edecekti. Kara gözlü, siyah saçlı, inci dişli kız çocukları köylerine gelen bu misafirleri güldürüyor, mutlu ediyordu. Hele birlikte resim çektirmek onları çok sevindirmişti.
Yüzbaşının sevdiği ikinci şey okuma yazma öğretmekti. Okuma kitapları, defterler, kurşun kalemler, boyuna asılan silgiler... Bunlar yedi yaşındaki çocukların değil, yirmi yaşındaki okuma bilmeyen erlerin boynunda asılı dururdu. Ders sırasında “komutanım” demek yasaktı. “Öğretmenim” denilecekti.
Yüzbaşı öğlen yemek saatlerinde ve akşam mesaiden sonra hep okuma-yazma öğretir, kendi bölüğünden olmayan erleri de eğitime alırdı. On bin civarında ere okuma-yazma öğretmiş, bunlardan el yazıları ile bayram tebrikleri, düğün davetleri ve sivil hayatlarındaki yaşamları ile ilgili haberler almış, mutlu olmuştu.
Sadece bir kişiye, Siirtli Adil’e tam 12 ay uğraşıp ismini yazmayı öğretememişti. Onu çok seviyordu ama ismini yazamamasına katlanamıyordu. Sinirlenip kötü bir şey olmasın diyerek Adil’i serbest bıraktı. Tam 5 yıl sonra Adil’den bir mektup aldı. Adil okumayı küçük kız kardeşinden öğrenmişti. “Komutanım ben hep senin sertliğinden korkmuştum. Bu yüzden okumayı senden öğrenemedim.” yazıyordu. Adil haklıydı. Öğretim sert ve suratsız olmamalıydı. Yüzbaşı kendi dersini öğrencisi Adil’den almıştı.
Mevsim yine kışa dönüyordu. Kasım ayı gelmiş, komandolar kayak pistini temizlemek için köye gitmişlerdi. Okulun yanından geçerken yüzbaşı köylüye emanet ettiği fidanlarına şöyle bir göz attı. Fidanların hiçbiri yoktu. İçinden hayvanların yemiş olabileceği geçti. Okul çocukları askerlere el sallıyordu.
Durdu. Okulun bahçesine atlayıp fidan çukurlarına baktı. Bir kök aradığı belliydi. Hayvanlar yemiş olsa kök yerinde kalırdı. Bu fidanlar sökülmüştü. Arkasında bir ses duyarak döndü. Kâmil Öğretmen yere bakarak ona yaklaşıyordu. Yüzbaşı çocuklarını kaybetmiş bir baba gibi geçerli bir cevap bekliyordu.
Öğretmen hiç konuşmadan yüzbaşının koluna girdi. Yürüyüp tek gözlü öğretmen lojmanına geldiler. Antalyalı Kâmil Öğretmen’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Yüzbaşı cebinden çıkarttığı kağıt mendili Kâmil Öğretmen’e uzatarak: “Hocam seni dinliyorum. Her ne olduysa senden değildir. Bu yüzden sakin sakin anlat” dedi.
Öğretmen fidanlar 6 aylık olup kesin tuttuktan sonra bir gece ağanın evine çağrılıp “Sen buraya ağaç dikersen Türk’ler bu topraklardan hiç çıkmazlar. Bu topraklar hep onlara çorak ve verimsiz tanıtılacak. Yüzbaşıya okulun kapısı açık kalmış, inekler fidanları yemiş dersin. Başka yolu yok. Yarın orada tek bir fidan görmek istemiyorum” denmişti.
Bunları söyleyen bizzat ağanın kendisiydi. Yanında da genç biri daha vardı. Bu genç, sonraları Hakkari’de PKK ile çıkan bir çatışmada jandarmalar tarafından vurularak öldürülecekti. Öğretmeni dinleyen yüzbaşı ayakları dolana dolana jeep’ine doğru yürüdü. Titreme sırası ondaydı. Birkaç gün önce İstanbul’dan gelmiş olan öğretmenlerden mektup almıştı. Fidanların resmini göndermesini istiyorlardı. Onlara ne diyebilirdi? Bin emekle dikilen fidanların kırılası bir el ile sökülmesini nasıl izah edebilirdi?
Bunca ağaçlandırma yapmış, ama fidanları hiç sökülmemişti. Kayak alanına gitti. Köy çocukları kendilerine çikolata, helva, sakız dağıtan yüzbaşının etrafını sardılar. Ağanın eşkâlini onlarda görmemek için kendisini sıkıyordu. Atkısını küçük bir kıza, yün eldivenlerini bir oğlan çocuğuna verdi. Asıl sökülen fidan, bu insan fidanlarının beyni, yüreği, geleceğiydi. Her yıl yağan yağmurların getirdiği taşları temizlemekte erlere yardım eden çocuklara seslendi. Hepsi gelip çay ocağının etrafında dizildiler. Onlara ocakta fokurdayan çayı, ıhlamuru ikram etti.
Dönüşte Kâmil Öğretmen’in onu yolun kenarında selâmladığını gördü. Üzülme dercesine başını salladı. Sonra okulun önünden, boş fidanlıktan geçerken başını öbür yana çevirdi. Uzaklara, çorak, tek bir ağaç olmayan tepelere baktı, kaldı. Hemen yukarılarındaki Sarıkamış’ta, Artvin’de koca ormanlar vardı da buralarda niye olmasındı? Alayın etrafına binlerce çam fidanı dikmişlerdi. Hepsi de tutmuştu. Güzel korular oluşmuştu. Bu işin peşini bırakmamalıyım, diye düşünmüştü.
Kış aniden bastırmıştı. Kar her tarafı kaplamış, komando bölüğü kayak eğitimine başlamıştı. Her sabah erkenden karayolları dozerlerinin açtığı köy yolundan kayak alanına araçların bütün tekerlekleri zincirli olarak gidiyorlar, akşam geriye dönmeden önce karayolları bir kere daha onlara yolu açmak zorunda kalıyordu. Yerde 60 cm kar vardı.
Kayak pistinin uzunluğu 350 metre kadardı. Kayan erleri tekrar yukarı çıkartmak için tepeye kazıklarla kurulan makara düzeneğine halat bağlanır ve bir Reo, halatı çekerek tırmanma süresini bir saatten 10 dakikaya düşürmüş olurdu. Pars’ın sırtına diktirilen özel branda elbisesi ise yüzbaşının kayaklarını tepeye taşımak içindi. Pars en tepeye bu kayakları çekerek çıkar ve sahibinin gelmesini beklerdi. Sonra kayakçıların arasında koşarak aşağıya inerdi. Bazen de yüzbaşı onu sırtına alır, Pars ile birlikte aşağı kayarlardı. Aslında bu çok ağır bir eğitim olurdu. Ama bazen köfte, bazen kuzu, bazen sucuk günleri ve levazımdan verilen kuruyemiş, incir, lokum, kavurma gibi takviyeler yüksek efor harcayan komandolara moral verirdi.
O gün havada hafif bir pus ve yerde epey kalın bir kar tabakası vardı. Köy yoluna saptıklarında yüzbaşı Pars’ ı her zaman yaptığı gibi araçtan indirdi. Nefesi açılsın diye araç konvoyunun yanında koşturdu. Köye 2km kala 200 metre önlerinde bir şey olduğunu Pars’ ın hırlamalarından anlamışlardı. Ama sisten bir şey göremiyorlardı. Pars hareket halindeki jeep’e yüzbaşının açtığı kapıdan atlamış, kafasını ön cama dayayarak hırlamaya devam etmişti. Yüzbaşı önce bir pusu olmasından şüphelendi. İşaretle arkadan gelen araçları durdurdu. Dürbünü ile ileriyi iyice gözledi.
Evet, bir hareket vardı, ama ne olduğunu anlayamıyordu. Biraz daha yaklaştılar. Şimdi her şey daha net görülüyordu. 6 -7 kurt 2 çocuğa saldırmaktaydı. Hemen yüzbaşı tüfekle havaya ateş açtı. Kurtlar sesin geldiği yere baktılar. Artık 80 metre kadar yaklaşmış olan aracı görmüş ve kaçmaya başlamışlardı. Çocuklardan birinin elinde sopa vardı, diğeri ise bir kayış ile sardığı kitaplarını savurarak kurtlarla mücadele veriyordu.
Arkalarından ateş etmedi yüzbaşı. Kurtlar derin karda adeta yüzerek kaçıyorlardı. Bu manzarayı görmek pek kimseye nasip olmazdı. Sonradan öğrendi ki, kış aylarında Kurtların, göğüs ve karın kısmında biriken ve tüylerini yağlayan, yağ dokuları onların yüzerek kaçmalarını kolaylaştırıyordu.
Çocukların durumları oldukça ağırdı. Kurtarmakta 15 saniye daha geç kalsalardı mutlaka ölürlerdi. Yüzbaşı hemen bir aracı doktor getirmesi için geriye yolladı. Çocukları harp paketi ile yaralarına bastırarak köye doğru yola çıkarttı. Diğerlerinden büyük bir eve geldiler. Bu ev fidanları söktüren, Cemal Ağa’nın evi ve kalçasından iri bir portakal kadar et kopmuş olan çocuk da onun küçük oğluydu.
Kalçasından et kopan çocuğun sağ el bileği ve sol dizi de parçalanmıştı. Diğer çocuğun hayaları ve gırtlağı yaralıydı. Onun da yine sol dizi ve sağ el bileği parçalanmıştı. Sıcak odada 14 yaşlarındaki 2 çocuğu çırılçıplak soydular. Öğretmen Kâmil de gelmişti. Gırtlaktan ısırılan çocuğu boynundaki atkı korumuş, sadece boynunun derisi parçalanmış, ama nefes borusuna birşey olmamıştı. Aynı çocuğun hayalarından değil de 2 santim altından kopmuş etlerin oluşturduğu yarası vardı. Elini oynatamıyordu, çünkü 2 parmağı da eldiven içinde olmasına rağmen kırılmıştı. Dizinde ise diz kıkırdağını görecekleri kadar açılmış bir yara vardı. Ağanın oğlunun durumu çok daha kötüydü. Sağ kalçadan büyükçe kopan et ortada yoktu. Onu kurdun yediğini düşündüler. Korkunç görünen yaradan çok kan akıyordu.
Erlerden sigara toplayarak açıp tütünlerini tentürdiyot ile ıslatarak yaraya bastılar. Onun da eli oynamıyor, dizinden dolayı bacağını kıramıyordu. Cemal Ağa hiç konuşmadan kapıda durmuş bakıyordu. Doktor asteğmen elinde ilkyardım çantası ile gelmişti. Hemen ilk müdahaleyi yapıp ağrı kesici ilaçları verdi.
Çocuklara kan gerekiyordu. Yüzbaşının A Rh + olan kanı, Cemal Ağa’nın oğlu Yusuf’a uyuyordu. Sıhhiye eri yüzbaşıdan süratle kan almaya başladı. Çok hızlı çekiyordu kanı. Zira vakit yoktu. Bir ara yüzbaşının gözlerinin karardığını gördüler. O ise devam diye işaret ediyordu. Çünkü doktor çocukların acilen Ağrı Hastanesi’ne, oradan da Erzurum’a gönderilmesi gerektiğini söylüyordu.
Yüzbaşının aklından okuyabilmek için o köy yollarından binbir fedakârlıkla gelen, bazen geriye dönemeyip okulun spor salonunda yatan çocuklar geçiyordu. Bu fedakârlığı yaşamayan anlayamazdı. Ama bu okulları bitirip de üniversiteye nasıl girecekler veya girip de bitirseler bile nasıl iş bulacaklardı? Yattığı yerden acıları biraz hafiflemiş, artık bağırmayan çocuklara sordu:
-Okuyup ne olacaksınız?
Çocuklardan biri:
-Ben, öğretmen olacağım.
Diğeri ise:
-Ben subay olacağım. Senin kimin komando hemin!
Ne güzel düşünceler, ne güzel ideallerdi bunlar. Ağanın oğlu Yusuf, komando subayı olacaktı ha! Ne zordu bir bilse... Bütün yırtınmalarına rağmen yarım yamalak okuyabileceksin, okulunda öğretmenlerin yarısı olmayacak, derslerin hep boş geçecek, Türkçeyi konuşmamakta ısrar edeceksin, sonra da üniversiteyi kazanabileceksin. Allah yardımcın olsun genç kahraman. Senin yaptığın gibi her gün 6 km gidiş, 6 km geliş yürümek, kurda kuşa yem olmadan okula ulaşmak bile sana lâyık olduğun yerleri açmalı. Umarım bıkmazsın, umarım yorulmazsın.
Onlar Ağrı ve Erzurum hastanelerinde 15 gün yatıp yüzbaşının yanına geldiler. Henüz köylerine gitmemişlerdi. Yüzbaşı onları jeep’i ile köylerine, anacıklarına götürdü. Erzurum’da yüzbaşının bir doktor arkadaşı, taburcu oldukları gün ikisini de güzelce giydirmişti. Bir dizi ameliyatla biraz olsun düzelmişlerdi, ama hâlâ dinlenmeleri gerekiyordu.
Bütün köy, çocukların evlerindeydi sanki. Yaşlı kadınlar çocukların el bileklerini, dirseklerini öperek geleceklerinin teminatı olan erkek çocuklarına saygılarını belirtiyorlardı. Analar onların en sevdikleri yemekleri ocaklara sürmüşlerdi. Çocukların arkadaşları da gelmişti. Konu kurt hikâyeleriydi. Yüzbaşının kendilerini kurtarmakta nasıl çabuk davrandığını, 10 saniye sonra yok yok 5 saniye sonra kurtlara yem olabilecekken onları nasıl kurtardığını anlatıp duruyorlardı. Kalçadan ısırılan Yusuf daha 2 ay kadar yüzüstü yatacaktı.
Yüzbaşı onları evlerinde bırakıp Öğretmen Kâmil’i ziyaret etti. Yeni demlenen çay kuzinenin üzerinde karlı kış gününe bir esrarengizlik katıyordu. Birkaç köylü de gelmişti lojmana. Yüzbaşı çok mutluydu.
Kurtların birkaçını vurmadığı için yaşlı bir köylü ona sitem etti. Yüzbaşı o hayvanların açlık duygusu ile saldırdıklarını, uzak bir yere bu mevsimde ölmüş kuzu veya sığır kemikleri bıraktıklarında kurtların saldırmayacaklarını izah etti. Ekolojik dengeyi öldürerek değil yardımlaşarak, imdada yetişerek korumak gerektiğini anlattı.
Biraz sonra kapı ardına kadar açıldı, içeriye ağalık sembolü çizmeleri ve yelek üzerinden kordonu sarkan köstekli saati ile Cemâl Ağa girdi. Yüzbaşı hariç herkes ayağa fırlayıp “Buyur ağam, şöyle otur, yok benim yerime geç” gibi yağ kokan sözler söylemeye başladı.
Ağa ise bir tek yüzbaşı varmış gibi onun karşısında esas duruşta duruyor, öğretmenin ve birkaç ihtiyarın bakışlarına aldırmıyordu. “Sen yetişmesen o lanet hayvanlar iki yavruyu da parçalayacaktı. Ben ise bir delinin lafıyla senin ellerinle diktiğin fidanları söktürdüm. Tanrı az kaldı benim fidanımı da söküp alacaktı elimden. Çok pişmanım, kusuruma bakma. Ağayık, ama cahalık.” Ağa ağlıyordu yüzbaşının önünde. Kimse onun ağlayabileceğini düşünemezdi bile.
Yüzbaşı birden ayağa kalkarak omuzlarından tuttuğu ağaya sarıldı. Yanaklarından öptü. Eliyle gözyaşlarını sildi. Onu kalktığı yere oturtarak jest yaptı. Çaylar içildi, askerlik anıları tazelendi. Kâmil Öğretmen’in evliliği konuşuldu. Kâmil bir yıl daha kalacak ve şark hizmetini bitirecekti. Ağa lojmanını büyütme sözü verdi. “Evlenir karını da getirirsin” dedi. Kâmil için o sevimli çocuklardan ayrılmak çok zor olacaktı.
O sene mayıs ayının üçüncü haftasında ağaç dikmeye gelen İstanbul okullarına bir de endüstri meslek lisesi eklendi. Her okul bir otobüs olarak gelecekti. Hayırsever on İstanbul’lu hanım da tuttukları bir minibüsle doğuyu gezip görmek için geliyor ve bu ağaç dikimine katılmak istiyorlardı. O gün gelmeden her gün on er çalışıp köye 1500 ağaç çukuru açtılar.
Bu sefer fidanlar üç yaş ve üzerindeydi. Ağrı İl Tarım Müdürlüğü olayı duymuş, kendilerinden sürekli fidan isteyerek binlerce ağaç dikmiş olan yüzbaşıya yardım sözü vermişti. Nihayet 22 Mayıs günü geldi. Buralara bahar, biraz geç gelirdi. Ama gelince de insan bu uyanışa, bu yeniden doğuşa inanamazdı. Toprak üzerindeki beyaz kar örtüsünü tamamen atmış, tarlalar gelinciklere, papatyalara boğulmuştu. Yeni yılın kuzuları bile analarından ayrılmış, zıplaya zıplaya, oğlaklarla beraber köyü birbirine katan yaramazlar olmuştu. Çoban köpeklerinin arkalarında topaç gibi yavrular dolaşıyordu. Pars’ında dişisi, kadını, Danimarka kurdu Habeş’ten altı yavrusu olmuştu. Kışın soğuğu, yerini baharın ılık esintilerine bırakmıştı.
Bir köyün davulcuları, bir askeriyenin bandosu çaldı. Çocukların, kızların çığlıkları Patnos’un bu küçük köyünü panayıra çevirmişti. Subay aileleri de bu işin içindeydi. Evlerinde yaptıkları zeytinyağlı yemekleri, pastaları, kurabiyeleri getirmişler, yakın okullardaki öğretmenler, öğrenciler hep köye doluşmuşlardı.
Üç adet büyük genel maksat çadırı kurulmuştu okulun bahçesine. Biraz ötede sekiz koç yanan odun ateşinin üzerinde aheste aheste çevriliyordu. Ağanın tosununu da pilavın içine katmışlardı. Alayın asık suratlı ahçısı Pertev Baba elinde kürek büyüklüğündeki kepçe ile pilavı karıştırıyor, “Bunun tuzu az, yok böyle pilav pişer mi? Hamur olacak vallahi!” diye konuşan subay eşlerine hiç cevap vermiyor, ama yüzbaşıyı görünce “Yahu komutanım şunları ellerinin hamuru ile işime karıştırmasan...” diye gülerek şikâyet ediyordu.
Tabur Komutanı Yarbay Ömer Kocabıyık idealist bir subaydı. Bu vatan topraklarına yapılacak her katkı onu mutlu ederdi. Astları onu hiç bu kadar mutlu görmemişlerdi. Misafirleri başına topluyor, onlara doğuyu, insanlarını, ihmâl edilişlerini anlatıyordu. Yüzbaşının ise sırtına dokunarak ona takdirlerini bildiriyordu.
Köy okuluna İstanbul’dan çok miktarda defter, kalem, hatta karatahta, tebeşir bile gelmişti. Günler önce askeriyenin marangozları, tamircileri, boyacıları pırıl pırıl bir okul yaratmışlardı. Daha önce adı olmayan okula ağanın teklifi ile “Mehmetçik İlkokulu” adı verildi. Ağaçlar dikilip yemekler yendi. İstanbul’dan gelen kız folklor ekibi çok güzel halk oyunları oynadı.
Herkes bir şey yapmanın, çorbada tuzu bulunmanın mutluluğunu yaşıyordu. İstanbullu bekâr bayan öğretmenler, “Yüzbaşı’nın eşi nerede?” diye sordular. Onun da bekâr olduğunu öğrendiklerinde daha bir rahatlamışlardı. Yaşlı başçavuşu sıkıştırdıklarında iyice hayrete düştüler. Yüzbaşının hayatı baharda ağaç dikmekle, kışın kayak ve okuma yazma öğretmekle, pazar günleri doğa gezileri ve balık tutup bütün lojmanlara dağıtmakla geçiyordu. “Peki, hiç özel hayatı yok mudur?” “İşte onu bilemem.” dedi başçavuş, bıyık altından gülerek.
Sıra okulun isim plaketinin asılmasına gelmişti. Bu onuru yüzbaşıya verdiler. Ama yüzbaşı ortada yoktu. Onu arayıp bulamayınca bir hüzün kapladı ortalığı. Gülüşmeler kesildi, danslar, oyunlar bitti. Yüzbaşı ortada yoktu çünkü.
Hep beraber onu aradılar. Nihayet küçük bir kız çocuğu yüzbaşıyı uzak bir duvarın önünde otururken gördü. Koşarak yanına gitti. Koşarken diğer arayanlara “Ben onu buldum! Ben buldum!” diye sesleniyordu. Yüzbaşının dizinde Pars’ın patisi vardı. Sahibini sevinçte de hüzünde de yalnız bırakmayan sadık dostun dost başı yüzbaşının elleri içindeydi.
Yüzbaşının bulunduğunu duyan subay eşleri, elleri ile yaptıkları kocaman bir pastayı ortaya konan masanın üzerine zorlukla yerleştirmişlerdi. İstanbullular ve diğer misafirler pastanın üzerindeki yazıyı okuyunca daha bir mutlu oldular. Bugün 22 Mayıs 1979’du. Ve pastada “İyi ki doğdun Yüzbaşım” yazıyordu.
Küçük kız “Subay amca, sen neden ağlıyorsun?” diye sordu. Yüzbaşı gülmeye çalıştı ama gözyaşları sicim gibi akıyordu. Küçük kız önlüğünün cebinden annesinin etrafına oyalar işlediği, muntazam katlanmış, tertemiz mendilini çıkarıp onun gözlerini silmek istedi. “Ağlama bak, bugün senin doğum günün. Ben hediye alamadım ama bu mendili sana veriyorum.” Yüzbaşı mendili kızdan alıp onu yanaklarından öptü, teşekkür etti.
Bu sırada hep bir ağızdan “İyi ki doğdunyüzbaşım, iyi ki varsın sen!” diye bir serenat başlamış, bandodaki bir astsubay da saksafonu ile onlara eşlik etmekteydi. Bütün bunlar yüzbaşıyı daha da duygulandırdı. Patnos’a doğru uzanan ovaya baktı. Daha dört ay önce bembeyaz kar denizi olan bu ovada şimdi yemyeşil çimenler, al renkli gelincik ve beyaz-sarı papatya tarlaları vardı.
Gözünün önüne karda yüzerek kaçan aç kurtlar gelmişti. Şimdi neredeydi onlar acaba? Yavruları olmuştur, topaç gibidirler diye düşündü. “İyi ki hırsıma yenilip vurmadım. Yoksa yüzen kurtları hiç göremezdim.” Ayağa kalktı, okula doğru yürüdü. Gözlerini silmiş, mutluluk yaşlarını içine akıtmıştı. Bir öğrencinin okulun bahçesine yeni diktikleri bayrak direğine şanlı Türk Bayrağını çektiğini görünce durdu. Bayrağa doğru esas duruşa geçerek selâm verdi. Onu gören bando, hemen İstiklâl Marşı’na geçmişti. Hep bir ağızdan Patnos’un dağ köylerinden birinden Malazgirt Ovası’nın bir ucundan, Alparslan’a doğru, Selçuklu Türklerine doğru, Atatürk Türkiye’sine doğru kadınlı, erkekli, çocuklu yüzlerce kişinin taa yüreklerinden fışkıran insanı, Türk’ü ve bu topraklarda yaşayan herkesi titreten bir özgürlük, bağımsızlık marşı okunmaya başladı. Bu sefer yalnız yüzbaşı değil, herkes gözyaşlarını gizlemeden ağlıyordu.
Küçük kızın hediyesi olan mendili çıkarıp gözlerini sildi. Tek koltuk değneği ile yürüyebilen Yusuf ona gülerek yaklaşıyordu. “Nasılsın Yusuf? O elindeki de ne?” diye sordu. “Öbür köyden avcıların çöplere attığı zehirden yiyen annesi ölmüş. Sağ kalan iki yavruyu biz aldık. Biri benim, biri senin olsun yüzbaşım.” Yüzbaşı henüz gözlerini yeni açmış iki haftalık yavruyu Yusuf’tan alarak dikleşmeye başlayan kulaklarına dokunmadan okşadı. Pars, yeni arkadaşı olacak olan bu dişiyi koklayarak yaladı. Adını oracıkta “Kurt” koydular. Bir köpek gibi besleyecek, onu da kimsesiz bir yavru olarak sahiplenecekti yüzbaşı. Daha güzel bir doğum günü hediyesi olamazdı!
Pastayı kesmesi için uzatılan bıçağa bakarken “Acaba bu yavrunun annesi o yüzen kurtlardan biri miydi?” diye düşünüyordu. Kucağındaki yavruya parmağı ile pastanın kremasından verdi. Aç yavru iştahla yalayarak yeni açılan gözleriyle ona minnetle bakıyordu.
Şehirli kızlar da çocuklar da ilk defa gördükleri kurt yavrusu ile çok ilgilendiler. Kimi “Bu yola gelmez. Sahibini bile yer!” diye konuşuyor, kimi de onun sahibine bir köpek gibi bağlı olacağını söylüyordu. Yüzbaşı güneş gözlüğünü takıp gülümseyerek etrafını saran kızlara, öğretmenlere sordu:
-Siz hiç karda yüzen kurt gördünüz mü?
-Ama kurt hiç yüzer mi, yüzbaşım?
-Yüzer ya, hem de bir yüzücü gibi kelebek stiliyle ve çok süratli yüzer.
Unutulmaz bir gündü. Ömürde sadece bir kez yaşananlardan...
YORUMLAR
Ewet Yaşar Bey, Vefakar, Cefakar yurdumun Askerleri. neler yaşayıp, neler görüp geçirdiyorlar, nelere şahitlik edip, nelere isyan ediyorlar. Onlar Vatanın birliği ve huzuru için yüreklerini ortaya koydular her daim.. Bakın şimdi ne hallerdeler. İçlerinde sizin gibi bir çok güzelliklere kalıcı ve örnek davranışlara liderlik edenler var ki yakinen tanıyorum. Çok saygı duyduğum Komutanlarımız, hakketmedikleri bir haraketle karşı karşıyalar ve halkın bir çogu bu durumdan öylesine memnun ki, bu ne gizli kinmiş demekten kendimi alamadım.. Ben mensubu olduğum TSK nın cesur yürekli Komutanlarını ve onların yol arkadaşlarını çok çok seviyorum ve yollunuz açık olsun Sevgili Mehmetler ve Mehmetcikler..
Sizede selamlarımı yolluyorum.
kukurikuu
Askerlik, çocukluğumdan beri aşık olduğum bir meslektir. İnsana ,adalet,şevkat,hizmet ve sevgi duyguları verir. Hiç bir zaman ,asli görevini bırakıp da ,iddia edildiği gibi, o milletinden aldığı gücü kötüye kullanmak diye, hiç bir askerin kafasında ,düşünce yoktur.Uğruna canımı hiç düşünmeden savaştığım ,milletimi artık ,ben de tanıyamıyorum.
Kanundan, iftiradan, haksızlık yapmaktan başka hiç bir şeyden korkmayan, memleketinin, kurdunu da, kuşunu da ,taşını toprağını ayırımsız seven ordu mensuplarına, reva görülen davranışları kabul edemiyorum. Ancak cahili yetiştirmeyen, her aydının , aktarmama, öğretmeme ,gizleme suçları olduğuna inanıyorum. Ben ,tavla oynamayı bile bilmem. Hayatım ,gerçekten okumakla, okumayı sevdirmeye çalışmakla geçti.
Güzel günler , geç de olsa gelecektir. Karanlık karanlığı mutlaka boğar.Aydınlık bir gün doğacaktır. Saygılarımla .
inci*
Çok önemli anlamlı fotoğraflar sunan okumaya değer bir Yazı.
İki cümlesi yüreğime mıh gibi çakılı kaldı:
‘’Sizden insanlar adına özür dilerim. Hayvanlığımızı bağışlayın’’
"Unutulmaz bir gündü. Ömür de sadece bir kez yaşananlardan…"
Sağolun.
kukurikuu
Uzun ama sürükleyici gerçek yaşamından alınmış yazınızı ilgiyle okudum.
Yazının başlığı kurtlar ilgimi çekti...Karda yüzen kurtlar...Oğlum da Belçika kurdu besliyor ve kış aylarında çok dinamik oluyor ama yazın adeta sürünüyor.
Paylaşumınınız için teşekkürler...Esen kalın..