- 1326 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar - 5
Sevgili Fulya,
Bu galiba sana göndermiş olacağım üçüncü mektup. Kim bilir, birkaç mektup sonrası yine siyah sessizliğime çekilirim diye düşünüyorum. Bu yüzden biraz hicran kaplı satırların üstü ve cümlelerde garip!
Vaktinin az oluşunun farkındayım. Nicedir de esasen sıhhatinin normalleşmesini arzulamaktayım. Üst üste gelen hastalıklar seni yordu ve daha fazla yorulmanı da elbette istemiyorum. Ayrıca yazamadım diye huzursuz olman, beni daha çok incitir. Lütfen kendine bak ilk önce! Geç olsun, ama yorucu olmasın. Bilakis emeğin kıymetli şahsımda, fevkiyle vakit dar olsun; bilahare senin mümtaz bir kıvamda olacak mektubunu göndereceğini biliyorum.
Dün Salı’ydı, evet! Üç hafta önce nasıl da üşümüştü yüreğim, bilemezsin! Neden diye sorarsan, bir an için yüreğine esbabını danış derim. Kimsenin böyle bir yükü kaldıracak zamanı yok ablacım, bu yüzden arada sırada o sersem yağmurlara tutulsa dahi insan, dirayetli olabilmeli! Aslında sana itiraf etmeliyim ki, o günden beridir benim de tek aklıma şey ‘hiç’ olmak geliyor. Korkuyorum. Canım zaten buhranlar dâhilinde kezzap dökülmüşçesine sıkıntılar arasında sıkışmış ve eziyet görmek de; ruhumun da bu anaforları daha fazlasını da kaldıracağını zannetmiyorum.
Fonda ‘Altın Şarkılar’ var. Ruhum, çitleriyle büyük bir hapis olan dünya maverasında başıbozuk at misali; durağı yeri bilmiyor. Ümit yolcusu olmam gerekirken, inkisarlara uğruyorum sürekli. Bahtıma doğacak sarılıkta bir güneş arıyorum, velâkin nafile! Mutlu olmaktan ziyade, günün anlam ve önemini içeren mühim adımlar atmanın daha mantıklı olacağına dair fikir birliğine vardı vücudum. Ki et, kemik ve ruhum.
Yorgunum ama neden dolayı bitkin olduğumu dahi bilemiyorum. Vücudumu kaldıran kuvvet bile üşeniyor sanki yaşamaya. Dediğin o sığınılacak şemsiyeyi ise bihaber kaldığım yüreğimin rikkatli coğrafyasında buldum. Aslı olmayan bir cihanda pür kavga ki; vahameti ne ala, ne debdebe-yi kübra ki sorma gitsin! Ruhumun çengelli iğnelerde sıkışmış yanına ancak böyle izah getirebilecek sıfatlar bulabiliyorum. İdraki zorlaştıracak bir mahiyeti var ise de, endazesi mahsus işe güç vermek olacak beysanatların laf-ı güzaflarına aldırma derim.
Arkadaşının sana ince armağanı karşısında ziyadesiyle gönül babımda aziz odacığım mutlu oldu. Hediye konusunda kıt bir yapım olduğu için, böyle haberleri duyunca, kendi kendimi hoş bir sedayla iktifa eyliyorum. Sanki ezan okunuyor çöller boyunca ve rüzgâr toprağı tenimize iliştiriyor. Bütünleşen ben ve toprak, aslında aynı garip hikâye! Anâsır-ı erbaa gibi; toprak iliklerimize kadar işleyen mevcudiyetimiz. Su vücudumuzu nemlendiren, bize hayat veren tema! Hava ciğerlerimize işlenen nakış, bronşlarımızdan beynimizin odacıklarına kadar görevli binlerce melek suretli hizmetkâr! Ve nur, od içinde harıyla saframızı tüttüren siyahlık! Galiba biz siyahımızı safradan miktarının kat be kat fazlasıyla aldığımız için, daha fazla karayız ve karamsarlığa bürünüyoruz. Hem siyahı sevmeyen ölsün, değil mi?
Lion’u ben de birkaç defa izledim. Bazı zamanlar olur ki, defalarca dahi izlemiş olsam, aynı filmleri izlemekten vazgeçemiyorum. Aslında bu öyle bir film kategorisine girmese de zihnim için, yine de beğenin kadarıyla güzel gerçekten de! Filmde ki mebhasın adı konulan tarafı da elbette ‘Olunmaz aşklar adına bir ah çekmek!’ gibi bir şey! Hani Türk Sanat Müziği dinlerken, bu konu hakkında daha fazla yazarsam çok derinlere gideceğim.
Uzun bir zaman önceydi. Kaldırımın birinde yürürken, kaldırımın bir o kenarında bir bu kenarında yürümeye çalışan; dengesini yitirmiş yaşlı bir adamın bana doğru geldiğini gördüm. Üstündeki elbiseler ile bu soğuğa bu adam nasıl dayanıyordu, hayretler içinde kaldım. Sonra bana sarhoş ağzıyla iki parmağını gösterip: ‘Sigara var mı, sigara?’ deyişini duydum. Gözlerim, gözlerine kenetlendi ve cebimdeki Camel’den üç dal uzattım adama. O haliyle bir başladı ki dua etmeye, dedim acep böyle birine daha iyi koşullarda hayat sunabilse birileri, bu adam neler yapmaz ki, neler! Biz, insan olarak harcamaya meyilli canlılarız ve elimizdeki, günümüzdeki değerli taşları; bir hiç uğruna zaman kaybına vermeye devam etmek de geri durmuyoruz. Bu nasıl boşluk, nasıl bir israf, nasıl bir ifsat; anlatılmıyor! Teneşirden itibaren o ağır soruların altından nasıl kalkacağız, nasıl bu rahat, zahmetsiz hayatımıza karşılık bir şükür torbası, amel içtihadı sunacağız, belli değil! En kötüsü de utanmadan hala kendimizi, kendi elimizle yakmaya devam etmemiz. İnsanın ihtiyaçlarını, daha geçerli manada levazımatlarını karşılamak adına daha az miktarda para harcayıp, şükür de bulunup, iktisat bankasından sonsuz ‘Hu’ların’ kredisini çekip, ferahlık bulamaz mı? Ah ablacım, düştüm be kuyuya; çıkmak için dervişin selamı lazım yine.
-Medet! Hu erenler, Hu!
…
‘’ İnsanların kendi duruşunu, kendi tarzını yakalamaları, önce kendilerini tanımaktan geçer. Başkalarının tesirinde fazla kalıyor ve farkında olarak veya olmayarak giderek başkalaşıyorsak bu bir taklittir ki; içler acısı bir durumdur.’’ İyi ki de sana soru soruyorum da, cevaplıyorsun. Basit gelebilir kimine bu cevapların ama gerçekten nokta atışı gibi, sahici ve küstahlığa izin vermeden, müsaade ettiği sınırların oluşturduğu çemberde araştırmacı yanın ortaya çıkıyor. Taklitçilik mevzusunda aslında işin boyutu tahkiki bahse zarar vermediği müddetçe ilerletilmesiyle, gayet güzel bir hal alabilir. Mesela okuduğu yazarın biyografisinden örnekle, yazarın okuduğu, çizdiği gibi uğraşına devam edecek bir zatın evvelde hiçbir yanlış yaptığı gözükmez. Saniyen bunu böyle devam ettirdikçe belli bir durum, karakteri olmaya başlayabilir. Salisen bu ifadelerine yansır; rabian onu kendisiyle o kadar çok bir sayar ki; hamisen ifrat yaptığının dahi düşünemez. En hakiki ve mutlak kıstas da, balansı korumak!
Evet, ikide bir öksürüyorum ve kan gelmesi yakın bademciklerimden. Doktor midem içinde tekrardan hastaneye gelmem gerektiğini söyledi. İnsanın hasta olması ne kadar da eziyet verici bir durum! Ha geçti diyorum, sonra bir bakıyorum bir titreme, bir baş ağrısı; kendimi tekrardan kanepede buluyorum. Ama buna da sonsuz şükür! Ya elimiz, kolumuz olmasaydı? Ya bu mektubu sana yazamasaydım? Bu da işin farklı bir boyutu; elhamdülillah!
Sana filmlerden az bahsetmek istiyorum. Sonunda IMDb listesinde ilk onda bulunan bir filmi daha izlemiş oldum. Esasında filmi izleyince, önceden TRT’de izlediğimi hatırladım. Filmin Türkçe ismi ‘Guguk Kuşu’. Gerçekten muhteşem ve son zaman oyunculuğuna yetiştiğimiz Jack Nicholson bu filmde harika oynuyor. Tabi hemşire Louise’yi de es geçmemek lazım. Vaktin olur bu filmi ‘One Flew Over The Cuckoo’s Nest’ adıyla arat ve bak! İzlemiş dahi olsan hatırlamak güzel olacak. Ve tabiî ki; ‘Il buono(İyi), il brutto(kötü), il cattivo(çirkin)’. Benim çeşitli yerlerde özellikle kullandığım, adamımız kovboy Clint Eastwood’u ünlü yapan İyi, Kötü, Çirkin filminden bahsediyorum elbette. İtalyan’ların iyi bir film zekası var ama fazla kullanamadıklarını görmek de üzücü! Senin çok sevdiğin Mathilda’nın olduğu Leon filmi ise, IMDb sıralamasında 32. sırada. Film’in başoyuncusu Jean Reno’yu sevmeyen yoktur elbette ve o zaman daha ufacık olan Natalie Portman’ı da. Ama o filmde benim oyunculuğunu daha çok beğendiğim Gary Oldman’dı. Son olarak da anlatmak da geç kaldığım ve bir türlü izleme fırsatı bulamadığım ’12 Angry Men’; yani 12 kızgın adam filmi. Filmde tanıyacağın oyuncu olacağını da hiç zannetmiyorum. Film siyah-beyaz ve bir odada geçiyor. Bunları film hastası arkadaşımdan duymuştum bir ara. Tabi arkadaşın tercihi, müziğinin çok ünlü olduğu ‘Pulp Fiction’ da var. Godfather kısmına hiç girmek istemiyorum. Bunlar eski filmler ve Amerikan film piyasasının bugünlere nasıl geldiğini anlatan iyi bir kaynak. Duygusal, aşk filmleri değil elbette bunlar, yine de kaliteli film başkadır. Bunları çoğunluğun tercihi olarak belirtiyorlar ama elbette insanlar toplu olarak seviyorsa –sürü psikolojisi olmadan/kalite kokuyor icabında- bu da o işin kumaşının sağlam olduğunu gösterir.
Ve şiirde ilham konusu da çok özel bir konu! En küçük örmek olarak, iki elin tutuşması ve birbirlerini hissetmesi, yakınlığı arttırmasına rağmen ilham derinliğini azaltacaktır. Çünkü düşünmesine fazla gerek yok, istediği yanında. Öyle de vatan şiirlerinin, gurbette daha iyi yazıldığı; savaş da hissedilen o acı, çile hissi ile barışa duyulan özlemlerin anlatılması; ilhamın hayali ve ırak olmasının, temasal zenginliği yakalamada da ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor esasında.
Bu arada yazmaktan bahsetmişken, sana inanmayacağın bir şeyden bahsetmek istiyorum. Ablacım, gerçekten artık kalemi kırmak istiyorum. Bu benim için çok elzem ve mühim bir mesele! Yakın zamana kadar bu düşüncemi silip atsam da aklımdan, yine bu fikir yoğunlaştı içimde. Hasta olduğum zaman kendime düşünebileceğim çok zaman bulabildiğim anlardan birinde, bu fikir iyicene aklıma yattı. Sence bir çaresi var mıdır bu tiryakiliği sonlandırmanın? Biliyorum ki, yaza yaza insan gelişiyor ve insan yazdıkça ne kadar cahil olduğunu anlıyor esasında. Bunu yıllar öncesinde çocukluk heyecanı ile başladığım romanımda daha iyi hissetmiştim. Hiç alakam bile yokken, bir çalışanın işyerinden ayrıldıktan sonra kaç yıl içerisinde tazminat alıp, alamayacağını bile o vakit araştırıp, öğrenmiştim. Çin’den vize almanın, Şanghay’da kalınabilecek otellerin listesinin ve gezilebilecek yerlerin nereleri olduğunu öğrenme konusunda, bu çalışmalar gerçekten çok önemli! Ama bir insan gününü bunun için vermeye kalktı mı, diğer yapacakları yarım kalıyor ve adamakıllı bir işe de odaklanamadığı için hep med-cezir çok hali vuku buluyor, insanı daha çok karamsarlığın içine iteliyor. Siyah olmamız biraz bizi örten, saklayan perde olsa da; yine de insan işte; güçlü olmak şart!
Belki kalemi kırmak, kütüphanenin daha fazla yolunu tutmak olur. Böyle de olursa, insan daha bilgili olur ve olgunlaşır. Uf, basit ve kalitesiz cümle uyumuna saplandım yine! Genellikle bu durumlarda kendimden midem bulanıyor ama birkaç saniye sonra geçiyor.
Son olarak sana hayatın gerçeklerinden biri olan,’yalnızlıktan’ bahsetmek isterim ki; bu Allah tarafından insanlara verilmiş bir duygudur zannımca. Neden dersen, elbette varlığın nedeni olan Yaratıcı, kendisine ait olan ve hiç de yabana atılmayacak bir zorluk yalnızlık olgusunu biz kullarına hissettirmek istiyor. Burada Allah’ın da yalnız olduğunu söylemek aptalca; çünkü onun kimseye ihtiyacı yok, herkesin O’na ihtiyacı var! O’nun varlığını anlamak için, dünya hayatı boyunca bu hissimizi hep yaşıyoruz. Son zamanlarda bu his beni iyice sardı ve inan bazı zaman oluyor ki; dayanamıyorum. Aklıma olur olmaz öyle saçma sapan şeyler geliyor ki, kendi cehennemimi kendim hazırlıyor gibiyim. Bu durumu anlayacağını bildiğim için rahatça sana anlatıyorum. Sanat duygusu, güven, umut, iyimserlik veyahut güçlü olma duygusu bile üzerime yapışan karabasanları çıkartmayı başaramıyor. Karabasanların düşünce oluşunu kabul etmem belki de beni çıkmaza sürükleyen şey, ama değişik bir şey de var ki; o da kendi karabasanlarımı kendim tarafından oluşması, daha doğru tabirle karamsarlıklarımdan bir ben ortaya çıkarmam. Asıl meselede burada sanırım. Göğüs kafesim o kadar da geniş değil ama ‘of ’çekerken bulutların itelendiğini görür gibi oluyorum.
Vincent’in Michelet’ten bir alıntısı vardır:
-Sokrates doğuştan satirdi. Ancak sürekli özveri, sürekli çalışma, boş ve saçma şeylerden vazgeçme yoluyla kendi kendisine öyle kökten be tümüyle değiştirdi ki; son gün, yargıçların karşısında durup ölümle göz göze geldiğinde, tanrılara yakışır bir yücelik vardı onda, sanki gökyüzünden aldığı bir ışığı saçıyor, Parthenon’u aydınlatıyordu.
Acaba bunlar kaderimin anlamını kazanmak adına gitmem gerek yolda önemli metotlar mı? İşte bunun içinde sabır gerekiyor. Senin Salı günlerine benzer bir şekilde!
‘Ça ira’; bu iş yürüyecek demeliyim. Ne zaman, nereye kadar? Bir ışık var ve o ışığı görmek istiyor herkes. Şu anda burnumu siliyorum, peçeteye kan damlıyor; öksürüyorum bademciklerimden kan akıyor ve asıl olan ışığı görmem adına sabır kanı akmıyor önüme. Rabbimin bana merhamet etmesini dilerken, yorulmam gerekli. Yorulmak istiyorum, silkinmem lazım; olmuyor! Bir tas içerisinde sımsıcak bir şehriye çorbasının hasretini çeker gibi; gökyüzü karanlıklar ardınca doğacak güneşe gebe. Güneş buz tutmuş kaldırımlarla oynamak için hasret güne. Ve bastığımız her yer, Papa’nın kadehine kattığı rahibe gözyaşı gibi aziz. Sayfalar çevriliyor, dudaktan dudağa geçen ucu ıslak bir sigara gibi kalem ve tutamıyorum; düşüyor bir andan sonra yere.
Gücümü kaybettiğimin farkında olarak, yine de iyi olduğumu bilmen temennim. Değil ki hayat bitti; devam ediyor her şey! Ve bu dünyada gerçek mutluluk, huzur diye bir şey yok! Esas hayat ve esas saadet ötede! Buna inanmak acizlerin işi olmamalı bence. Rabbim herkese yardım edecek kadar merhametli.
Ablacım, Salı günlerinin ağırlığı içerisinde, hayatta gülebilecek şeylerinde olduğunu hatırlamak önemli. Senden bir ricam var. Cevap verirsen eğer, bana hayatta nelerin mutluluk kaynağı olduğunu yazabilir misin?
Ruhunu azize eyleyecek duaların sevinciyle;
Kardeşin…
*Mektubun 4.si için www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=91329’e bakınız.
Devamı yine www.edebiyatdefteri.com/index.asp?istek=profil&kim=68324 profilinde olacaktır.
YORUMLAR
Şu ana kadar okuduğum en edebi mektuplar Fulya ve senin mektupların. Ne Cibran ne Kafka...Bu kesinlikle abartı ya da kuru bir iltifat değil ki; benim boş yere övmeyeceğimi iyi bilirsin. İkinizin de mektup diline, gönül akıntılarına hayran kaldım.
Şimdi bakalım Fulya ne cevap vermiş.
Selamlar, saygılar kardeşim.