- 722 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
327 - EL MÜBDÎ
Onur BİLGE
Küçüklüğümden beri çamur oynuyordum. Bir defasında: “Çamurdan heykel yapacağım!” diye tutturmuştum. Kocaman bir iskelet yapmış, ona çamur giydirmeye çalışıyordum. Fakat ben yapıştırıyordum, o düşüyordu. Yerçekimiyle bir türlü baş edemiyordum. Babam: “İçine saman karıştır. Saman, toprağın dağılmasını ve çatlamasını önler.” dedi. Toprak evlerin yapımında çamura saman karıştırılırmış. Öyle yaptım. Biraz daha başarılı oldum ama sonuç, yine de fiyaskoydu. Tuğlalardan heykelcikler yapmaya başladım. Bu, biraz daha yorucu ve daha az zevkli olsa da ortaya çıkan, bir şeye benziyordu.
Evde, biblolarımı koyacak yer bulamaz olmuştum. Daire şeklinde kestirdiğim cam parçalarını dörde ayırttırıyor, duvar köşelerine ve yan duvarlara çaktığım üçer onluk çiviyle raflar yapıyor, üstünü onlarla dolduruyordum. Daha çok, ağaç köklerini şekillendirerek yapmış olduğum bibloları zımparalıyor, gomalakla ispirtoyu karıştırarak vernikliyor, her biri için uygun birer kaide bulup, oturtuyordum.
Deniz kabuklarından heykelcikler; şapkalı, şemsiyeli kızlar, kediler, köpekler, kuşlar yapıyor, kuru boyayla boyuyor, cilalıyordum. Çam kabuklarından bebekler, hayvanlar, küçük hediyelik eşyalar; kargıdan kalemlikler, yoğurt kaplarından, siyah melon şapkalı adamlar, palyaçolar; kayısı çekirdeklerinden figürler yapıyordum. Elime ne geçerse şekil veriyor, değerlendiriyordum.
Arkadaşımın yeğeni için, kalın kartonları kaşe kumaşla kaplayıp payetlerle, pullarla, boncuklarla işleyerek bir çift terlik yaptım. Ne yazık ki bir tekini iskelede denize düşürmüş, giyemedi. Annesi bir tekini görünce hayret etmiş: “İlerde hediyelik eşya dükkânı açar bu kız. Ne kadar becerikli!” demiş, telefon açarak teşekkür etmiş, duygu ve düşüncelerini bana da söylemişti. O zaman çektiğim emeğe değdiğini hissettim. O çağda, mutlaka birilerinin takdiri bekleniyor.
Bir gün bir arkadaşım, sapanla bir papağan vurmuştu. Cansız yere düşmüş, tüyleri etrafa saçılmıştı. Kafasını kesmiş, tüylerini yolmaya başlamıştı. O kadar güzeldi ki renkleri! Tahnit nasıl olur, bilebilsem, yapacaktım ama ne yazık ki bilmiyorum. O tüyleri topladım. Büyük bir şeftali çekirdeğine bir iğde çekirdeğini yapıştırdım. Üzerini onlarla kapladım. Baş, kanat ve kuyruk kısımlarını belirledim. Ayak için kurumuş asma dallarını kullandım. Kıvrık kahverengi dalları soyarak doğal kuş ayağı haline getirdim. Ayakları, bir kütük parçasının üzerine raptettikten sonra uçlarına, kurumak üzere olan ağaç tutkalından parmaklar ekledim, aynı renge boyadım. Göz yerine iki parlak pul yapıştırdım. Gagası, bükülmüş ince kartondandı. Ötüyormuş gibi başını kaldırmıştı, ağzı açıktı. Görenler, tahnit sanıyordu. O benim en güzel eserimdi. “Emeğimdi.” demeliyim. Eser, Allah’ındı. O tüyleri O yaratmış, O boyamıştı. Teleklerin her biri tel tel dağılıyor, elle düzeltince, fermuar gibi kapanarak tek parça haline geliveriyordu. Bu, ne muazzam eserdi! Bu nasıl bir tasarım!.. Ya o can alıcı renkler? Parlak, net, uyumlu... Su tutmayan bir yapı… Merhamet, koruma, kanat germe adeta!
Ya böyle güzel bir varlığı yok etmek? Sadece zevk için… Bu nasıl bir zevkse… Katil zevki olsa gerek!
O kuşu örneksiz yaratan Allah’tı. Ben, Onun yarattığı örneğe göre yine O’nun yarattığı malzemeyle ancak cansız bir benzerini yapmaya çalışmıştım, o kadar. Uzaktan andırsa da aslıyla alakası yoktu.
Muîd, bir anlamda icat etmek demektir. İcadın benzeri önceden meydana getirilmişse, ona iade; benzeri ve maddesi olmayan yeni bir şeyse, ibda denir. Mübdi, mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan Yaratan demektir. Hiç yoktan ortaya koyan, Var Eden, Yaratan… O’ndan başka yaratıcı yoktur!
Allah’ın yarattıklarının güzelliklerine ve özelliklerine hayranlığım, onları tanıdıkça artmaktaydı. Gören gözle baktıkça, inceledikçe, işlevlerini düşündükçe yaratılanlardan Yaratan’a varıyordum. Hayranlığım, eserlerinden sanatına, sanatından Zatına, arttıkça artıyordu.
Vazodaki bir çiçek bile bana çok şey anlatıyordu. Bir gün, cam bir vazodaki beyaz yaseminlerin resimlerini yaptım, suluboyayla. O kadar güzel olmuş ki öğretmenim asmak için alırken onun hakkında çok güzel şeyler söyledi. Resmimden ayrılmak bana da zor geldi ama çaresizdim.
Bir kış gecesi, mor bir sümbül vardı vazoda. Belki sobanın hararetinden, belki de başka bir nedenle eğilmişti. Bir ara ona gözüm ilişti, o ilginç anı yakaladım. Belki kaybettiği suyu emmeyi başarmış, belki başka bir nedenle kendisini toplayabilmişti. Bilmiyorum işte, ne olduysa olmuş, yerinde şöyle bir sallanmış, dimdik bir duruma gelivermişti. Kudret eli değmişti mutlaka. Yine hayretler içinde kalmıştım!
Suyu nasıl çekiyordu çiçekler! Ablam, bembeyaz nergislerin bulunduğu vazodaki suya mürekkep damlatıyordu, zaman içinde yapraklarda mavi damarlar beliriyordu. Bu nasıl bir olaydı? Allah, canlılara suyla hayat veriyordu.
Ev kuşuydum ben. Kafes içinde, hapis… Hapishanedekiler gibi elişlerine veriyordum kendimi. Okumaya, yazmaya… Meşguliyet tedavisi… Çıldırmamak için belki… Belki şifa bulmak için, bunalımıma… Bir şey meydana getirinceye kadar çekilen sancı, ortaya çıkınca kıvancı…
İçime yöneliyordum. Şiirler geliyordu. Yalnızlıktan sesler… Sessizlikten sözler…
Doğum günlerimde kendime hediyeler alıyordum. Bir de anneme hediyeler… Bunlar, pahalı şeyler oluyordu. Alabilmek için aylar öncesinden para biriktirmeye başlıyordum. Okul dönüşü yürüyordum, bir şeylerden mahrum kalıyordum ama o almak istediklerime ulaştığımda her şeye değdiğini anlıyor, büyük bir mutluluk duyuyordum. Altın yüzüğüm, bileziğim, zincirim, pahalı kol saatim, palet veya kitap kolyem, altın kaplama eşyalarım oluyordu.
En çok resim öğretmenimi seviyordum. Bana resmi daha çok sevdiren, sanata gerçekten gönül vermiş o nezih kişiliği… Süngü Bey… Ertuğrul Süngü… Allah ondan ve onun gibilerden razı olsun! Nur içinde yatsın! Mekânı cennet olsun! O da babamın arkadaşıydı. Ablamın da öğretmeniydi. Çoklarının… Antalya’nın güzide simalarından… Sanatta biricik örneğim, canım öğretmenim!
Diğeri de resimden nefret ettirdi. Trafik levhalarındaki işaretleri çizdiriyor, dümdüz boyatıyordu. Neymiş efendim, teknik resimmiş. Resim yapmanın günah olduğunu mu düşünüyordu acaba? Oldukça muhafazakârdı. Daha çok manzaraya önem veriyor, portre yapmama kızıyor: “Deli artistlere benzemiş. Bunlar resim değil!” diyor, şevkimi kırıyordu. Lisede de resim derslerine onun gireceğini duyunca, müzik bölümünü tercih etmek zorunda kalmıştım. Oysa diğer öğretmenim olsaydı, her şey en kadar güzel olacaktı! Resim derslerini iple çeker olacaktım! Müzik bölümündeyken bile, resim eğitiminden mahrum kalmama rağmen, kendi çabamla yapmış olduğum resimlerle liselerarası resim yarışmasında derece almıştım.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 327