- 659 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
326 - EL MUHSÎ
Onur BİLGE
Birbirlerini deli seven, kavuşmaya can atan kişiler, evlendikten bir süre sonra, omuzlarına aldıkları yükleri taşıyamaz hale geliyorlar. Özellikle geçim sıkıntısının hayat şartlarını ağırlaştırması, kişilerin ruh sağlığını kötü yönde etkiliyor. O nedenle zaman içinde aile içi anlaşmazlıklar, büyük boyda tartışmalara, kavgalara, nihayetinde mahkemeye kadar uzuyor.
Diğer bir büyük neden; teknolojinin ilerlemesiyle artan iletişimle çevrenin genişlemesi ve medyanın özendirmesiyle kaçamakların artması... Ahlaki çöküş... Diğer nedenler saymakla bitmez.
“Evi ev eden avrat, yurdu şen eden evlat…” diyordu, Selçuk Bey. Define:
“Düğmeler sevgiyle açılır, saygıyla kapanır.” diyordu. Hesapsız kasap, ne satır bırakır ne masat! Güneş de ay da bir hesap iledir. Göğü yükseltti ve mizanı koydu.”
“Ben sana ne diyorum, sen bana ne diyorsun, Necmettin Bey!”
“İki atasözü, iki ayet... Ben ahret sarhoşu, sen dünya hoşu... Yeryüzünde değil de kâinatta tesadüf veya tesadüfen olan bir nesne, bir olay yok! Her ne varsa varlığa dair, akıl almaz aklın ürünü acayip hesaplama neticesinde ayakta... Hayret ender hayret kurgular iç içe... Sizi yaratan O, tanıştıran O, bir araya getiren O, ayıran O! Her şeyin bir eceli var. Beraberliklerin de öyle… O kadarsa, o kadarmış demek ki! Değilse, yine bir araya gelmeniz mümkün. Şer gibi gelmiş, içinde bir hayır vardır, İnşallah! Bekleyeceğiz, göreceğiz.”
“Bekleyeceğiz ve göreceğiz. İnşallah ama benim hiç umudum yok! Hem ben hasta bir adamım. Üstelik işsizim de… Bu hengâmede iş de arayamadım. Sağa sola borçlandım. Bir de tazminat istiyor. Nafaka da var.”
“Dedim ya… Her şey hesap kitap işi… Kiminin rızkını kiminin cebine koyuyor. Herkes, nasibi kadar alıyor. Ne kadar alırsa alsın, nasibi kadar yiyor. Rızka kefildir. Şüphesiz, senin de onların da rızkını verir.”
“Ben parada falan değilim, anlatabildim mi? Neden böyle olduk? Onun derdindeyim. Birbirini yeteri kadar sevmeyi başaramayan insanlar mıydık? Her türlü riski göze alarak yaşamak, hayatımızın sonuna kadar birbirimizi sevmek ve ne olursa olsun ayrılmamak için cesaretimiz mi yoktu? Hayattan ne beklediğimizi bilemiyor muyduk yoksa? Aslında gerçek mutluluğu tanımamış, yüzeysel duyguları öyle adlandırarak kendimizi mi kandırıyorduk? Mutluluk oyunları mı oynuyorduk? Acınacak hallerde miydik? Sahtekâr mıydık, kınadıklarımız gibi? Oysa belli olgunluklara gelmiş kişilerdik. Olumlu olumsuz her şeyi yaşayabilecek, her türlü engeli aşabilecek güce sahiptik. Yaşam, severek sevilerek doyasıya paylaşılmalı değil miydi sonuna kadar? Ancak böyle en rasyonel biçimde değerlenmez miydi kalan süre? Ne yaptık? Nerde yanıldık? Neden ayrıldık?” derken, dertli kocanın gözleri dolmuştu. Sağ elinin baş ve işaret parmaklarıyla göz pınarlarını sildi. Define de hüzünlenmiş, ses tonu değişmişti. Dalgın bakışlarla, şikâyetçi bir edayla:
“En yakınlarımızın yaptığını bize kimse yapamaz. Cesaret bile edemez hayatımıza girmeye. Ne yazık ki yakınlarımızı, akrabalarımızı seçme hakkı bize verilmemiştir. Dikkat edersek, biz de kimseye yapamayacağımız çok şeyi en yakınlarımıza yaparız. Öyle bir devirdeyiz ki karı koca birbirini yiyor, kardeş kardeşin kuyusunu kazıyor!” dedi.
“Düşmanını anan da doğurur, sen dosttan haber ver!” dedi, Duygu. Ahmet, onun da kardeşinden yana dertli olduğunu bildiğinden, işi hafife almıştı. Belki de havayı dağıtmak amacıyla şakacı bir dille:
“Düşündüğünüz şeye bakın! Tahammül edemediğiniz yerde atın, kurtulun!” der demez, Duygu lafı yapıştırdı!
“Bekâra, karı boşamak kolay!”
“Kaybetmek kolay, evlat! Hayatımızdan atarız, gider. Zor olan, kazanabilmek… Bir kişiyi kurtarmanın sevabı, tüm insanlığı kurtarmak kadar... Herkesle irtibatı kesmektense, olayların akışı içinde olmak daha iyi, en azından seyirci kalarak…”
Akşam iyiden iyiye inmiş, ortalık çoktan kararmıştı. Sohbet aynı tempoda devam ediyordu. Kimsenin kalkıp gitmeye niyeti yoktu. Her zamanki gibi Orçun, sezdirmeden para toplamaya başladı. Misafirimize balık yedirmek istiyordu. O bu işleri iyi biliyor, yeterli olan miktarı ve kişi başına düşen payı kolayca hesaplıyordu. Gerisi Duygu’yla Ahmet’in işiydi. Onlar emek koyuyorlar, ödeme yapmıyorlardı.
“Göklerden kopan her bir damlayı, kendisini taşımak için yaratılan bir melek kontrolünde sağa sola sapmadan, diğerleriyle birleşmeden tam hedeflenen noktaya indiren Allah, gözlerden sessizce yuvarlanan her bir damlayı da benzer bir emirle sevk ederek, ait olduğu kalpten hedeflenen kalbe yıldırımca indirebilir, kuşkusuz. Gözyaşı sert değildir ama en katı kalpleri bile yumuşatabilir. Keşke eşin, bu pişmanlık damlalarından haberdar olsaydı!” diye hayıflandı, dede. “Gözyaşı… Gözden inen tuzlu su… Bir şey var edildiyse, bir var oluş nedeni vardır. Belki de binlerce... Her şeyde bir sır var. Yaratılanlar sır içi sır... Hayret ender hayret!”
Ellerini masanın üstüne koymuş, parmaklarını kenetlemiş olan Mahir, El Hasip bahsindeki gibi heyecanla atıldı:
“Oksijen, hidrojen… Evrendeki her varlığın kaç molekülden, kaç atomdan oluştuğunu, kaç elektronları bulunduğunu biliyor. Koca koca kitleleri düşünün! Ben düşündükçe hayretler içinde kalıyorum! Uzayda kaç yıldız var? Sayılmayacak kadar… Molekül ve atom sayıları? Bir de elektronlarının sayıları? Bütün bunların sayısını bilen var!.. Muhsî… El Muhsî… O akıl nasıl bir akıl, o hafıza nasıl bir hafıza!.. Her şeyi ölçüyle yaratmış ve her şeyin hesabını biliyor. Hem bunları bilmek için bir eğitim almadan, kendiliğinden…”
“Anlaşıldı. Mahir sayılara fena taktı, yakında kafayı yiyecek!” dedi, İhsan. “Sana ne be kardeşim, sayılardan, miktarlardan? Yaratma işi Allah’a ait. Sen bilsen ne bilmesen ne?”
“Düşünebiliyor musun damlaların sayısını? Yeryüzüne her yıl aynı miktarda yağmur yağıyormuş. Ne fazla ne eksik! Bu düzeni kuran kim işleten kim? Bu nasıl bir hesap kitap işi!..”
“Yeter artık, bahsetme kardeşim, ya! Beni de o sıfatı korkutuyor ya!”
“Neden ki? Hesabı sana tutturan mı var?”
“Nedeni var mı? Hesaba çekecek, hesap soracak da ondan… Kabir suali… Bas günü huzuruna çıkınca… Aman Allah’ım!.."
“Biz de çıkacağız herhalde! Allah o günlerde hepimize yardım etsin!”
“Sadece o günlerde değil, oğlum. Dünyada ahrette, bir an yardımından uzak bırakmasın!” derken Define, avuçlarını açtı ve yüzüne sürdü.
“Hiç düşündünüz mü, kullarından ya da yarattıklarından bir an habersiz kaldığını? O an hayat durur! Kıyamet kopar! Herkes ölür!” dedi, Mahir. “Her an her şeyden haberdar, her şey planlı, tıkır tıkır işlemekte… Nefeslerimizin bile adedini tespit etmiş. Kaç adım atacağımızı, kaç kere göz kırpacağımızı biliyor. Tüm yarattığı canlıların ne kadar yaşayacaklarını biliyor. Ne bir saniye önce ne de bir saniye geç ölebiliriz.”
“Çocuklar, görmek için birkaç saniyede beyne kaç sinyal giriyor, biliyor musunuz? Bırakın hareketli bir nesnenin seyrini, bir resmin görüntüsünün oluşabilmesi için o nesneyle beyin arasındaki iletişimi düşündüğümde aklım duruyor!” dedim. O konuda bir yazı okumuştum da görme olayına akıl sır erdirememiştim!
“İnsan vücudu başlı başına bir muamma! Muazzam bir yapı!” dedi, Selçuk Bey.
“Bir parmakta kaç hücre…”
“Mahir! Başlama yine! Şimdi sinir hücrelerinden girecek, kan hücrelerinden çıkacaksın. Senin için endişelenirken biz aklımızı yiyeceğiz!” dedi, gülerek Neşe.
Balıklar gelmiş, tavaya dizilmişti. Ortalığı iştah kabartıcı bir koku sarmaya başlamıştı. Kapalı yerde olsaydık ne kadar rahatsız edici olacaktı! Eşi kızartma yapmakta olan bir ressamın anlattığına göre havaya karışan binlerce yağ damlası ebru yapılırken su yüzeyine inmiş ve kâğıdın üzerinde değişik bir desen oluşmasına sebep olmuş. Beklenene ilaveten noktalar, puanlar… Gözün görmediği, damlacıklar halinde sıçrayan, havaya karışan, geniz yakan yağ parçacıkları… Bundan da bahsedecektim, anlatacaklarımın dikkâtle dinlenmeyeceğini düşündüğüm için vazgeçtim. Herkes acıkmış, balığın kokusu geldikçe sabırsızlanmaya başlamışlar, sofra kurmaya koyulmuşlardı.
“Yahu! Hesap kitap deyip durmayın, derdimi depreştirmeyin!.." diyordu, İhsan. "Musa Hoca var ya! Fena halde sigaya çekecekmiş bizi! Ben kabir suallerini onun sınavlarında yaşıyorum! Ecel terleri döküyorum her imtihandan önce!.. Şu matematiği kim icat ettiyse…”
“El Muhsi, Kur’an’da geçmiyor ama bu sıfatın gerçekliği: “Allah, her şeyi teker teker saydı.” anlamına gelen ayetlerden anlaşılıyor.” diyordu, dede. Mahir de konuşurdu. İkisini aynı anda dinlemek oluyordu olmasına da ayrı ayrı anlamak çok zordu. Define çok önemli bir bilgi aktarıyodu, kaçırmak istemediğim için Mahir’in ancak son sözlerini anlayabildim:
“Bizde nüfus sayımı bile doğru dürüst yapılamazken… Allah, denizde karada yaşayan her canlı türünün hücrelerine kadar sayısına, yediklerinin içtiklerinin bileşim miktarlarına kadar biliyor! Nasıl hesap vereceğimizden korkuyorum! Ya bir dirhem haram yemişsek? Ya kul hakkı varsa üzerimizde?”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 326
YORUMLAR
“Bizde nüfus sayımı bile doğru dürüst yapılamazken… Allah, denizde karada yaşayan her canlı türünün hücrelerine kadar sayısına, yediklerinin içtiklerinin bileşim miktarlarına kadar biliyor! Nasıl hesap vereceğimizden korkuyorum! Ya bir dirhem haram yemişsek? Ya kul hakkı varsa üzerimizde?”
Alah razı olsun...teşekkürlerr