Ramo
RAMO
Herkes ona Ramo, derlerdi. Ramo, üstünde dört mevsim giydiği asker yeşilli bir kaban, sportif bez bir ayakkabı ve boynunda taşlı, metali kolyeleriyle karakteristik adamdı.
Bu halini gören, ya antikacı ya da taş derlemci sanırdı.
Nerde geldiği, ne iş yaptığı ve nerede barındığına dair hiç kimsece bilinmiyordu. Tek bilinen İsminin Ramo ve G… birahanesine saat onda gelir ve Akşam sekizlerde kaybolduğuydu.
Ramo, geniş aralıklarla birasını yudumlardı. Öyle ki sekiz saate sekiz birayı sığdırdı, bazen müstesna diğer müşteriler ısmarlarsa günlük bira limiti sekizden oniki adete kadar çıkardı.
Tam bir zaman öldürme uzmanıydı!
G… Birahanesinde, birasını yudumladı, birer saatlik aralıklarla bardağı boşalırdı. Boşalan bardağı, bira şifonun hemen arkasında oturan Kel, tıknaz orta yaşlarında olan Birahi Ahmey, koşar boş bardağını alır, doldurur tekrar masaya koyardı. Ramo, bir baş selamıyla bardağı kaldırıp “şerefe” dercesine kaldırır yudumlardı. Çerezleri(özelikle Antep fıstığı bazen da beyaz leblebi olurdu) hep diğer müşteriler ısmarlardı. Ismarlayanlara gülümser ve etraftakileri baştanbaşa kolaçan ederdi.
O hep kırılgan bardaklara dalıp dalıp giderdi, hani uzaktan bakıldığında birayı diğer maddelerden(Arpa-şerbetçi otu ve su) ayrışma işini yapan kimyacı sanırdı.
O, G… Birahanesinde asla caddeye dönük oturmazdı! Yer olmazsa bile ayakta kalmayı tercih ederdi. Birahanenin hemen önünde kentin ünlü bir caddesi ve ortasında geçen bir tramvay rayları geçiyordu.
Naylonsu tül perdelerin aralığından, kış giyinmiş apartmanları, gelip geçenleri bazen su fışkıran arabaları görüyordu. Az ileride oturduğu birahaneye rakip “Xray” restaurantı, hemen onun bitiminde Urfa lahmacun salonunda çalışan garsonlarının arı gibi çalıştıklarını pekâlâ görebiliyordu.
Birkaç şehir serçelerin, çevre kirliliğinden payını almış, isli kanatlarını caddenin su birikintilerinden banyo yaptıkları ve kâh konuyor kah uçuşarak telaşlı her hallerini seyrederken garsondan:
“Akşam oldu, gitme vaktin” uyarısıyla irkildi. Ve bardağın altında kalan son birayı da fon diplemeyle bitirdi. Bira şifonun arkasında sürekli yorgun, uykusuz hissi veren kel Ahmey’e yanaşıp:
“Günahımız ne kadar?” deyip günahın hesabını verip çıkıyordu. Bu günah rakamı hep yirmi dört tl’lik olup sabit bir ücretti.
Bazı meraklı müşteriler, kel Ahmeye, Ramo’nun kişisel bilgileri sorduğunda Kel Ahmey:
“Hiçbir bilgim yoktur! Siz ne biliyorsanız ben de onu bilirim… Bıktım sizin bu meraklı sorularınızdan!”
Sabahtan beri yağmur hala yağıyordu, kentin bu ünlü caddesi bir dere yatağını andırıyordu. Gelip geçen arabalar, yolun kenarlarındaki kaldırımları sulayıp geçiyorlardı. Bu sulanmadan yayalar da nasibini alıyor, şoförlere el kol hareketleriyle küfürleri savuruyorlardı.
Kaldırım üstlerinde iki yakanın birbirine paralel birçok restoran, barların ve kahvelerin sıralandığı bu ünlü caddede gece hayatı da hareketliydi. Gece yarısından sonra loş ve karanlık sokaklar şarapçılara kalıyordu. Bir de Karanlık çökmeye görsün; köşe başlarını, köprü altlarını evsiz şarapçılar tutardı.
Ramo, şarapçı değildi o kalabalık kentin yalnız ve bilge adamıydı fakat sırlı hayatı kimselerce bilinmiyordu sadece; Sadece bilinen tek özeliği sabah onda gelir akşam on birde çıkıp kayıplara, karanlığa karıştığıydı.
____***____
G…Birahanesinde, Saat on bire geliyordu, ortalıkta hala Ramo yoktu. Bu Ramo’nun zapturaptlı hali dışındaydı. Garsonlar merak ettikleri kadar müşteriler de merak ediyordu, tahminler yürütülüyordu, kimi hasta olabilir, kimisi de Allah korusun başına kötü bir şeyin geldiğini…
Kuzguni bir sessizliğin hüküm sürdüğü birahanede Ramo’suz ne biranın ne de muhabbetin tadı vardı! Çünkü Ramo, kendinden çok yolda gördükleri “insan manzaralarını” beleğine alıp bir izlenimci gözüyle yanındakilere, edebi bir dille anlatırdı.
Müşteriler birbirine kaygılarını teyit ederlerken sarı bir taksinin, apansızca birahanenin önünde durduğunu gördüler. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu yok, sanki gök delinmiş de bir deniz tüm suyunu buraya boşaltıyordu sanki.
Ve nihayet Ramo, arabadan indi ve silkelenerek içeriye girdi. Herkes onu soru yağmuruna tutarken, hepsinin gözlerinde Ramo’nun gelişiyle, sevinenliğin verdiği mutlulukları gözlerinden okunuyordu. İçerdekilerin “Hoş geldin” e “Hoş bulduk” karşılığını verip dönerli taburesine oturdu. Kel Ahmey, “Yahu, nerelerden kaldın” sorusuna “sabır edin anlatacağım, önce bir ağzımızı ıslatalım da…” birahanenin abone müşterilerden Sami, garsona hemen seslendi:
“Ramo’ya benden bir bira ve bir Antep fıstığı…” diye bağırdı.
Dışarıda soğuk bir havanın insanları titrediğine karşılık; içerisi sımsıcaktı, ne bir soba ne de bir klimanın olmadığı birahanede…
Ramo, önüne gelen büyük boy bardağında birayı yudumlarken etrafa bir gülümsemeyle başladı günlük izlenimlerine, bir yandan da uzun saçlarını peçeteyle kurutmaya çalışıyordu.
Ramo:
“Eminönü’nde bulunan yeni caminin sahil tarafında yürüyordum. Bakın ne oldu? Bir adamın hayalet görmüş gibi nazarına maruz kaldım! ‘Bana, pis alkolikler’ deyip aşağıladı. Bereket versin ki elinden tutuğu; tatlı mı tatlı, şeker gibi ve yüzünde cennetin yansımasını gördüğüm bir çocuk, öfkemi dindirmeye yetti. O masum bakışlarında dünyayı ve insanların ne için yaşadığına dair tüm öğretilerini almış bulundum. Bununla birlikte kendimi çok ama çok iyi hissetmeme sebep oldu.
Gülen çocukların gözlerinde bahar/ Ağlayan çocukların gözlerinde kışları görürüm/ Çocuklar gülen aynalarımızdır… Çocukla biz böyle birbirimizle bakışırken “Gel kızım, sarhoş adamdır, tehlikeli olabilir.” Demesiyle kendimi bir kuduz köpek gibi görmeme neden oldum! Ve çok sinirlendim, ne dedim ona biliyor musunuz?
“Ne dedin?”
“İçki içen adamdan zarar gelmez, gelirse de kendine… Fakat kendini dindar gösterip de saman altında su yürütenlerden zarar gelir; akan sudan değil, durgun sudan kork!” dedim
Barın hemen dibinde oturan bu genç, her haliyle ilk ve yeni gelmiş bir müşteriydi; meraktan sordu:
“Hocam, ne işle meşgulsünüz ve nerelisiniz?” sorusunu sorunca herkes donup kaldı! Çünkü Ramo’nun bu tür sorulara kesinlikle cevap vermezdi. Ve umutsuz bir bekleyiş oldu Genç için…
Ramo, duymamış gibi önündeki kızarmış cipsten bir parça aldı ve tazelenmiş birasından yudumladı. Sonra alçak sesle ve zoraki bir edayla “Fazla merak iyi değildir! Nereli olduğuma gelince, uzaydan gelmediğimi söylemeliyim!” genç tatmin edici cevap alamayınca “Bu deli mi ne?” derken, kel Ahmey, parmaklarını dudaklarına götürüp susmasını tembihletti gence.
Yanı başında oturan bir müşteri Ramo’ya bir bira ısmarlayıp “Ee, başka havadisler…” Ramo, bu kez birasını erken bittirmişti, su gibi damarlarına fıskiyeleşmişti sanki alışkanlık haline getirdiği ağzını peçeteyle silip:
“Bugün buraya gelmek için araba beklerken, yağmur suyun birikintilerinden oynaşan gülüşen serçelerin neşelerine sarhoş oldum! Onların neşelerine katılmak, onları hissetmek bile farkında olmadan iyilik yapmış olduğumuzdan bihaberiz çoğu zaman, onları anlamak hayatımıza çok anlamlar yükleyebilir; sadece masrafsız bir sevgi gösterisi yeterdir onlar için”
“Ne hoş, ne hoş…” diye koroyla cevapladılar orda bulunanlar. Yalnız aynı heyecanı yaşamayan yeni gelen müşteri tekrar:
“Bu resmen bir delidir! Hepinizi büyülemiş… Bir kuş nasıl gülebilir?” diyerek ukalalığın daniskasını sergiledi.
Ramo, bu yeni damlayan müşteriye dalgın dalgın baktı. Aslında kolay kolay polemiklere girmezdi. Sadece izlenimlerini anlatır, onun dışında pek konuşmazdı, yani konuştukları hep etrafında gördüğü çarpıklıklardı bir bakıma.
Ramo, sakin bir tonla:
“Bana deli denmesine hiç alınmıyorum fakat kendini akılı sanıp da başkaları önyargısızca davranışlar sergilemene alındım. Sen hiç ormanlarda gezerken kelebeklerin, arıların kanat çırpınışlarını duydun mu? Duyamazsın… Veya bir yağmur damlasının yere düşerken çıkardığı o melodisel sesleri; ağıtları, hüzünden ezgileri hissetin mi? Hele, kuşların gözlerindeki o saflık, o masumluğunu sezebildin mi hiç? Algılaya biliyor musun her canlının yaşama gerekliğini… Gökyüzünün mavi rengi, denizlerin yeşilliği ahenkle dans ettiği hissedebildin mi? Veya rüzgârın bitip tükenmez serenatlarını hiç dinledin mi? dinleyemezsin çünkü yaşamıyorsun ki bilesin. İnsan ancak yaşayarak hayatı öğreniyor ve gizli öğretilerinden anlamlar çıkararak, hayatı biçimlendirebiliyor.
Genç, bunları duyduktan sonra özür dileyip, hesabını verip çıkmıştı.
Sohbet geç saatlere kadar sürdü. Muhabbet koyu olunca zamanın nasıl geçtiğine insan bir türlü akıl edemiyor. Saat on bire gelmişti. Ramo, günahının hesabını verip, kendini dışarıya salıverdi. Caddelerde hüzünlü bir aydınlığın ayazda titrediği görünümü veren yorgunluğunun belirtisiydi. Işıklar, neonlar bin bir gökkuşağı izlenimi veren bu caddeden insanlar seyrekleşmişti. Ramo, arabaların yakın uzak farlarından gözlerini kaçırarak temkinli adımlarla Eminönü’nde bulunan Yeni caminin civarına gelmişti. Oradan galata köprüsüne çıkacaktı. Limandan kalkan son vapur, uzun bir kornayla, gürültüyle kalkıp Harem’e yol almıştı.
Ramo, hayatını, geçmişini gizlenmişti belki acı dolu geçmişi tekrar yaşamamak adına böyle uygun görmüştü. Ramo, karanlığa dalıp gitti ve gittikçe, silüeti küçüle küçüle en son bir nokta olarak kayboldu...
Acılar, insan yaşamında tazeliğini daima koruyan kâbuslardır
SİRKECİ-1-2006
H.R.YAY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.