- 4659 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YUMURTA...
Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Fen ve Tabiat Bilgileri Bölümü’nde 1974-1975 öğretim yılını çok keyifli yaşadım. Dedem Koca Muallim, babam, iki amcam öğretmen, ağabeyim, amcalarımın çocuklarım öğretmen…
Öğreteceğim şeyleri öğrenmek çok güzel…
Konya’da Küllükbaşı semtinde oturuyoruz. Her gün Mevlana’nın Şems’inin Türbesinin önünden, Zenburi Mescidinin yanından geçerek Süvari Sokakta, emekli fırıncı, “Kuşçu Recep Amca’nın Evinde” Kiracı olarak oturduğumuz evine ulaşıyoruz. Tahta iki kanatlı bahçe kapısından giriyoruz. Girişin üzerinde bir oda var, alt katta sağda girişte, penceresi bahçeye bakan mutfak var. Odunluk ve banyoya mutfağın karşısından birkaç basamaklı ahşap merdivenden iniliyor. O sahanlıktan yukarıya devam eden ahşap merdivenle üst kata çıkıyoruz. Üstü katta iki oda var. Evde dört amca oğlu kalıyoruz. Mustafa Ağabeyim Konya DMMA İnşaat Mühendisliği bölümünde, kardeşi Hayati Sanat Okulu Motor, Şinasi amcamın oğlu rahmetli Nazmi Sanat okulu Torna ve Tefsiye bölümünde okuyor.
Babam her hafta Ilgın’dan sepetle köy yumurtası gönderiyor. Tereyağını Mustafa Ağabeyim köyden getiriyor. Her öğün yumurta yiyoruz. Yağlı, kara bir tavamız var. Öğleyin yemek için eve geliyoruz. Akşamdan tava yıkanmamış usulen soruyoruz.
- Bu bulaşık taze mi? Koro halinde
- Taze, taze… Denilince aynı tavaya yeniden yağ konulup, kızaran yağa yumurta kırılıyor. Her akşam aynı seremoni… her akşam bulaşığımız taze.
Yumurta, yumurta, yumurta…. İçimiz dışımız yumurta olmuştu. Okulda kaldığımız öğleleri aynı siyasi görüşlü arkadaşlarla grup olarak SSK hastanesinin karşısındaki bakkala gidiliyor, yarım ekmek arasına haşlanmış yumurta alınıyor. Bir gazoz eşliğinde öğün geçiriliyordu. Gruptan ayrılmak ölüme razı olmaktı. Buna rağmen Alavardı’da oturan amcamın kızı Fethiye Ablamın evine öğle yemeği yemek için kaçtım. Bahçe içindeki tek katlı evlerine ulaştım. Zillerini çalıyorum, kapıyı açan yok, kimse yok… Duvardan atladım. Kapı kilitli değil, açıp doğru mutfağa girdim, eyvah! Buzdolabında hazırda hiçbir şey yok. Hayal kırıklığı içinde çıkmak için duvara tırmanırken ablam geldi.
- Gel ablam sen açsındır. Hemen bir şeyler hazırlayayım. Dedi. Umutlandım, içeri odaya uzandım uyuklayarak beklerken tepside ekmek, yağa kırılmış yumurta geldi. Büyük bir zevkle yiyormuş görüntüsü vererek karnımı doyurdum. Akşam evde taze bulaşık tavada yağa kırılmış yumurta yerken öyküyü anlattım. Çok güldüler… Ertesi akşam için aramızda sözleştik. Bir yakınımızın evine, yemeğe baskın yapacaktık. Ev yemeği yiyecektik. Yemek saatini ıskalamışız. Sofra kaldırılırken yetiştik…
- Aç mısınız? Diye sordular… Nasıl açız diyebiliriz ki ?
- Yok yok tokuz… Dedik ama, yine de bir tepsi içinde yağa kırılmış yumurtalar geldi. Hiç kimseden gık çıkmıyor. Yumurtaya saldırıyoruz.
Artık bizde takıntı oldu. Mutlaka şu yemek işini çözüp yemek yapmayı öğreneceğiz. Güzel güzel yemekler yapacağız. O sırada amcam, akşama işkembe çorbası yemeğe davet etti. Hazırlandık coşku içinde çorba içmeye gidiyoruz. Yengem sofrayı hazırladı. Çorbalar dağıldı.
Çorbasından bir kaşık alan usulca diğerlerini süzüyor. Olağan dışı bir şey var. Ama ne? Ancak bir kaşık alınca anlayabileceğim.
Vah vah! Çorba ağırlaşmış. Yengem erkenden hazırlamış, dolaba geç almış, pastırma yazı, sıcak havada işkembe ağırlaşmış. Bir kaşık alan bir daha almıyor. Salatadan garnitürlerden yiyor. Bir kaşık da amcam aldı. Yengeme seslendi.
- Hanım…. Bak hele bu çorba ağır mı ? Yengem can havliyle geliyor. Tadıyor…
- Aman yavrum yemeyin. Diyor. Çok üzülüyor.
- Siz şöyle beş on dakika oturun. Deyip bizi salona alıyor. Tekrar sofraya çağırdığında tabaklarımızdaki yağa kırılmış yumurtayı yiyip Allah’ımıza şükrediyoruz.
O sıralarda muharrem ayı güze rast geldi. Sokağa bakan penceredeyim. Mahallenin çocukları birbirlerinin evine ha bire aşure taşıyor. Her geçen tepsiden umutlanıyorum. Tepsiler de bizi teğet geçiyor. Akşam saatlerine kadar sabırla bekledim. Umudum kırılmaya başlayınca yüzümü kızartım. Çocuklardan istedim.
-Annenize söyleyin bize de göndersinler… Bu gün bile şaşırıyorum. Nasıl istediğime, “Ben Çingenlik yapıp istedim ya, onlar da bir yolunu bulup gönderemediler…” Bütün mahalle birbirini ağırladı. Biz dört öğrenci gelip geçen tepsilere baktık…
Ah! Benim delikanlı yüreğim…
Hafta sonu Ilgın’a, eve gideceğim, annemin yemeklerinden
yiyeceğim. Konya Garajı çocukluğumdan beri ülkenin en düzenli otogarlarından biridir. O yıllarda bile Kalkış saati geldi mi, zil çalar ve aynı anda vakti gelen tüm araçlar peronları boşaltır. Kalkış saatinden sonra hiçbir aracın peronlarda bekleme şansı yoktur.
O gün amcalarımın çocuklarlı ile aramızda bir iletişimsizlik olmuş, birlikte kaldığımız öğrenci evinde bir ben kalmıştım. Evde kimse yok, çantamı alıp sokağa fırladım. Ailem Ilgın’da oturuyor. Ilgın’a gitmek istiyorum, cebimde beş kuruş yok. Dolmuş otogara bir liraya götürüyor. Konya’dan Ilgın’a otobüs 7,5 lira, parayı bulup Ilgın’a gitmeliyim. Para bulmalı ama nereden?
O sıralar büyük ağabeyimin eşi Konya’da, eş durumundan Siirt’te olan ağabeyimin tayinini Konya’ya almak için nikah kıyıldı ancak henüz düğünleri yapılmadı. Yengem, onları uğradığımda kimi zaman cebime harçlık koyardı. O yol parası cebime koyabilir düşüncesi ile ziyaret ettim.
- Ben Ilgın’a gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı ? Dedim. Teşekkür edip, bir diyeceklerinin olmadığını bildirerek bolca selam gönderdiler…
- Yengemin müteahhit olan amcasına uğradım. O’nun da bir diyeceği yokmuş, bolca selam gönderdi.
Konya Ilgın 90 Km. yürüyerek gitme şansım yok, yol parasını bulmalıyım. O yıllarda Koya Belediyesi Alaeddin tepesi karşısında, çok önemli bir kavşak, Konya’da bulunup da çarşıya çıkan herkes mutlak o noktadan geçmesi gerekiyor. Bu saptamaya göre köşeye dikildim, bekliyorum. Saatlerce bekledim. Tanıdığım bir hayli Ilgınl’ı da geldi karşıma, ayak üzeri selamlaştık, kimsenin Igın’a bir diyeceği yok. Halimden anlayan, senin paran var mı yok mu ? Soran da yok.
O yıllarda “Kutluk Hoca” Adıyla tanınan Mehmet Amcam Konya Kama Orta Okulu’nda müzik öğretmeni. O’na gittim. Derste imiş. İşgüzar bir müstahdem, tüm karşı koyuşlarıma rağmen derste olan amcamı yeğenin geldi diyerek çağırmış. Buna alışık olmayan amcam büyük bir heyecanla beni öğretmenler odasında buldu?
-Hayırdır amcam, bir şey mi var? Diye sordu.
- Yok amca bir şey yok, Ilgın’a gedeceğim de bir diyeceğin var mı diye sormaya geldim. Dedim.
- Ne olsun yavrum çokça selam söyle. Dedi.
- Tamam amca, allahaısmarladık. Dedim Elini öptüm, geri döndüm. Artık gözlerime ve göz yaşlarıma hükmedemiyorum. Başımı öne eğdim. Ağladığımın görülmesini istemiyorum. Hızla uzaklaşıyorum. Arkamdan birkaç kez peş peşe seslendi.
- Güner… Güner… Durdum, geri dönemiyorum. Öylece donup kaldım. Yanıma geldi, hiçbir şey söylemeden cüzdanını çıkardı. Bozuk para bölümünde ne kadar para var ise tamamını avucuna boşaltıp, cebime doldurdu. Kesinlikle eminim ki O’nun da yanında başka para yoktu Artık ağladığımı gizleyemiyordum. O’nun da içini çektiğini fark ettim.
Karma Ortaokulu’ndan otogara kadar hem ağladım, hem yürüdüm.
Amcamın cebime koyduğu paranın yetip yetmeyeceğini bilmiyorum. Yürüyerek otogara kadar geldim. Ilgın’a bilet istedim. Cebimdeki, amcamın koyduğu bütün parayı avuçlayarak bankoya bıraktım. Bankodaki adam, bilet parasını kestikten sonra kalan birkaç lirayı geri vermişti. Bu beni daha çok duygulandırdı. Perona koştum. Otobüs yanaşmış kimseler yok. Bindim, Allah’ım otobüs tertemiz silinip süpürülmüş, güzel güzel kokular sıkılmış, radyo ağır şarkılar çalıyor. Otobüsün huzur dolu tertemiz havasında 50 yaşlarında bir adam keyifle radyodan söylenen şarkılara eşlik edip yerine yerleşmeye çalışıyor.
Adamı, otobüsteki huzurlu mutlu havayı kıskanmıştım.Bir an önce o havadan kurtulmak için kendimi dışarıya attım. Geri geri perona yanaşan otobüslerin egzoz gazları yoğun bir kirlilik oluşturuyordu. Otogardaki karmaşa tam da ruhuma uygundu kendimi rahat hissettim. Son anons gelmiş, herkes otobüse binmişti, aşağıda bir ben kalmıştım. Hareket zili ile birlikte yürüyen otobüse son anda bindim. Aynı makamdan o güzel şarkılar yine devam ediyordu. Otobüs içinde bir kaynaşma vardı, dışarıdaki egzoz kokusu sigara dumanı olarak içeriye dolmuştu. Yerimi aradım.
Eyvah! O adamın yanında yerim. Başımla selam verip oturdum. O da başıyla selamımı aldı. Bir yandan da büyük bir mutlulukla radyodaki şarkıya eşlik ediyordu. O’nu susturmalıydım. “O’nun mutluluğunu susturmalıydım. Ben mutsuzdum, bulaştırmalıydım.” Laf olsun da sussun diye sordum.
- Beyefendi, mutlu musunuz?
- Evet evladım, mutluyum. Hem de çok mutluyum. Dedi. Beni çok şaşırttı, halbuki o yaşlı ben geçtim. Mutlu olması gereken bendim.
Ah! Şu benim bencil yüreğim…
-Ne o yoksa sen mutsuz musun? Diye sordu. Başımı önüme eğdim. Kırık bir şekilde;
-Mutsuzum. Dedim. Bir süre suskunluk oldu.
-Yavrum, sana mutsuzluğunun nedenini sormayacağım. Ben mutluyum çünkü mutlu olma nedenlerimi çoğaltıyorum. Ben emekli ziraat mühendisiyim. İki kızım var ikisi de üniversite bitirdi. İyi evlilikler yaptılar, mutlular. Büyük kızımın yanında idik eşimle, torunlarımızı sevdik, küçük kızım da doğum yapmış eşim acilen onun yanına gitti. Sağlıklı bir bebeği oldu. Ben yeni torunumu, kızımı, damadımı, eşimi görmeye gidiyorum… Özledim…
Mutlaka kendince bir haklı neden vardır seni mutsuz eden, ancak hiçbir şey sonsuz ve kalıcı değildir. Evrende her şey değişim içindedir. Bak şimdi güz mevsimindeyiz. Bu mevsim hazan mevsimi, hüzün mevsimidir. Bu mevsimde hüzünlü olmak çok doğaldır. Hemen yakında kış gelecek bembeyaz örtüsüyle kar bu hüznü örtecek, ilk kardelenler yırtacak hüznün üstündeki karın örtüsünü o da kalıcı olamayacak. Ardından bahar gelecek, öldüğünü sandığımız doğa yeni bir yüzle gülecek… Hüzün bitecek… Baharın coşkusuyla, biz de doğayla birlikte dirileceğiz… Yeniden yeni şeyler sevip yeni aşklar yaşayacağız… Hangi gece direnebilmiş ki şafağa? Doğada teslimiyet vardır. Hakkına razı olmak vardır. Gece gündüze izin verir, gündüz geceye… Doğum, ölüme izin verir. Bir yandan doğar bir yandan ölürüz. Yani bir yandan yaşarken, öte yandan ölürüz. Bir gün yaşayan yanımız tükenir. İşte ölüm bunun adıdır. Yaşayan yanımızın tükenmesidir. Yaşayan yanımız tükenirken razılık başlar, razı oluruz ölüme… Sen, düşen yapraklara üzülme onlar razı olmuştur ölüme, ondan kurutmuştur kendini… Gitme zamanı gelmiştir onun… Dal, keyifle bırakır onu, hemen onarır yaprağın kopardığı yerini… Sabırla bekler yeniden yeşermek için… gürültüyle patlar zamanı gelen tomurcuklar…Artık dalda yeni hayatlar…
Hani bir türkü var ya bilmem biliyor musun? “Bir dağ ne kadar yüce olsa arkasına yol dolanır…” Ölümden başka çaresiz olan yoktur. Her şeyin çaresi vardır… Büyük bir keyif içinde anlatıyordu…
Muavin bağırdı.
- Ilgın’da inecekler…
Allah’ım! Ilgın’a gelmiştik, nasıl geldik ne çabuk geldik ?
Anlayamadım. Eşyalarımı toparladım. Elini öpmek istedim, büyük bir olgunlukla izin vermedi, yanaklarımdan öptü.
- Nasıl şimdi mutlu musun ? Dedi.
- Evet, mutluyum. Dedim. Güldü, ben de güldüm,
aşağıdan keyifle el salladım. Bana mutluluğunu bulaştırmıştı… İşin kötü yanı, mutluluğu bulaştırmanın tadını da bulaştırmıştı…
Eve gelmiştim. Annem merdaneli çamaşır makinesinde çamaşır yıkıyordu. Dağlar gibi çamaşırı var. Yazlıklar yıkanıp kalkacak falan filan… İş çok…
-Oğlum aç mısın? Dedi… Açım demeye utandım. Boynumu büktüm. İçeriye uzandım. Yol yorgunluğu uyuyakalmışım. Annem uyandırdı.
Sofraya geldim.
Yağa kırılmış yumurta vardı…
YORUMLAR
çok ama çok güzel birhikaye öğrenciye makarna hazırçorba patates kızrtması ve yağda kırılmış yumurta birde melemen yapılmaz sizdeçok utangaçmısınız yol parası kimseden istiyememişsiniz amahikaayeniz çok güzel keyifle okudum