Gittin Gideli
Senin bıraktığın yerde değilim sevdiceğim, çok şey oldu sen gözünü yumalı…
Sıcak, sevecen bir buluttu koynun. Tüm dertlerimi emen güleç bir denizdi gözlerin. Dokundun mu boyardın günün rengine beni ve olacakları. Formundaysan eğer karnımıza ağrılar sokardın gülmekten. Sonra günlerden bir gün gideceğini öğrendiğimizde çok ağladık, yıkıldık. Sen bizim her şeyimizdin, sensizlik korkunç bir kâbus olacağından ürktük. Öyle de oldu…
Nermin gülünce yüzünde çiçekli bahçe beliren insanlardandı. Gözleri küçüldükçe kendi büyüyen, tanımasanız da seveceğiniz kişilerdendi. Uçuşan etekler giymeye bayılırdı. Saçları bir yandan etekleri öte yandan ‘Kenar mahallede bir Pazar günü’ uçuşan bayraklar gibi delerdi bağrımı. Ona olan yangınımın ilk çırası da bu manzara benzeri bir sabahtır. Bizim sokağa kurulan pazarı, giriş katındaki evimizin penceresinden seyrettiğim günlerden birinde vuruldum ben ona. Bir bahaneyle evden çıkıp, gizlice takip ettiğimi ve oturduğu sokağı, her gün gittiği mekânları öğrenirken ki heyecanımı bugün bile sıcacık hissediyorum.
Nasıl olduysa bir sabah cesaretimi toplayıp tanışmıştım onunla. Nerdeyse kekeleyerek de olsa açılmak beni çok rahatlatmıştı.
İşte o ilk buluşmanın olduğu yerdeyim yine. O eski bina yıkılmış, yüksek duvarlı avlusundan ve içindeki o şirin çay bahçesinden eser yok. Kocaman bir beton yığını ve alt katında bir perdeci var. Vitrine dalıyorum, Osmanbey’de beni süründürene kadar gezdiğimiz kumaşçılar, perdeciler geliyor aklıma. Halime acıyan, şivesinden Rum sandığım bir Teyze sandalye vermese bayılıp kalacaktım yorgunluktan. Bir ara dükkân sahibiyle göz göze geliyoruz, mallarını beğendiğimi düşündüğünden bana gülümsüyor. Mecburen içeriye girip fiyat soruyorum bu kez Nermin gelmiyor…
Herkesi kucaklayabilen bir gönlü vardı onun, kimseyi üzmek istemez, hayır demezdi. Herkesin acısına koşar, merhem olurdu gözyaşlarıyla. Şifalı bitkiler konusunda uzmandı, tüm mahalle ondan fikir alır ilaç yerine önce otları denerlerdi. Büyük nenesinden kuşaktan kuşağa aktarılan önemli bilgilere, güncel değişik otları da ekleyince bu konuda koca bir derya oluvermişti. Arkadaşları ona Lokman Abla diye seslenirlerdi, ilk başlarda kızar gibi yapsa da bu lakabı benimsemiş hatta sevmişti.
Sokakta bulduğu yavru kedileri alıp bir iki ay besledikten sonra bulduğu sokağa bırakırdı. Eğer evin yolunu bulabilirse kediyi sahiplenir ona bir isim verirdi. Taşkın, Coşkun, Servi, Sıska yıllar geçtikçe sayıları artan yaşlanan hayvanlar ecelleriyle ölmeden evden uzaklaşamıyorlardı. Çınarlı tepede gömülü olan diğerlerinin yanına gömerdi ölen kedileri. Bir keresinde iş bana düşmüştü, bu ritüelin saçmalığını yüzüme yansıtmış olmalıyım ki beni evden çıkarken başka yere değil o tepeye diye uyarmak zorunda kalmıştı. İnanmayacaksınız ama cenaze merasimi boyunca hep aynı şarkının çalınması gibi bir takıntısı vardı. Yanlış duymadınız ölüp giden hayvancıkların anısına Zeki Müren’i son ses açardık arabanın teybinden ‘Veda Busesi’ kondururdu ikimizin yanaklarına kedicik. Gülün canım utanmayın, ben o tepede gülemediğim için Nermin’i eve bırakıp aşağı mahallede kahkahalarla gülüp durdum her seferinde…
Ne zaman neye susacağı belli olmazdı, gün boyu aynı divanda bağdaş kurup konuşmadan aynı noktaya bakarak öylece durup, suskunlaşırdı. Bazı gecelere hatta diğer sabaha kadar uzayan bu kopmalarla sağalırdı o. Ben anlamasam da aramıza döndüğünde öyle derdi işte. ‘Susamışım ki susmuşum’ derdi. Yaralarından sarkan insanları ısırıp duran bir şahinden bahsederdi. Kanatlarında cebi olduğuna, o cepte ellili yıllardan kalan mısralar olduğuna ve o şiirin bugünü anlattığına, günümüz dertlerini emecek bir sünger olduğuna inanırdı.
En duygusal anlarımda, rakıdan lal olmuş bakışlarımla çok aradım o şahini ben sen gittin gideli…
09.12.11
Nadir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.