- 7830 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Mehmed Akif Mısır'a Neden Gitti?
Mehmed Âkif, bugün sadece adıyla, bir milletin imanını, irfanını, ahlakını, milli değerlere olan sevgisini hatırlatan ve temsil eden yüksek bir şahsiyettir. Bu büyük adam,
“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hûda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda”
diye istiklal marşında, sevgisini, bağlılığını ifade ettiği vatanını acaba neden terk etmeye mecbur kalmıştır?
Milli mücadele için gönüllü çalışan Mehmed Âkif, 24 Nisan 1920’de Ankara’ya gitti. Burdur milletvekili olarak I. Meclis’e katıldı. Milli mücadele döneminde Anadolu’yu dolaşırken büyük bir alaka ile karşılandı. Mehmed Âkif vaaz ve nasihatleriyle halka mücadelenin ehemmiyetini anlatıyor, bir nevî manevi destek oluyordu. Âkif’in bu vaazları kulaktan kulağa yayılıyordu. Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaaz ise yurdun çeşitli yerlerindeki camilerde okunmuş, bastırılarak her tarafa dağılmıştı. Bunların yanında İstiklal marşını da yazarak bağımsızlığını kazanan milletin gür sesi haline geldi ve Türk milleti tarafından milli ve manevi bir önder olarak tanındı.
Mehmed Âkif’in başyazarı olduğu “Sebil’ür-Reşad” dergisi milli mücadele döneminde çok faydalı olmuştur. Eşref Edip ve Mehmed Âkif halkın milli ve dini inançlarını ayakta tutacak yazılar yazıyor ve bu dergi halka adeta coşku, heyecan ve dinamizm yüklüyordu..
Düşman vatandan çıkarıldıktan sonra, I. Meclis seçim kararı aldı ve dağıtıldı. Âkif de ailesiyle beraber İstanbul’a döndü. Mehmed Âkif o günlerde milli ve dini şahsiyetiyle yeni rejim liderleri için önemli bir tehdit oluşturuyordu. Bu sebeple emekli maaşı bile bağlanmadan II. Meclis için milletvekili adayı gösterilmedi. Hatta bunun yanında istiklal şairinin peşine, iktidar tarafından polis taktırıldı ve takip ettirildi. Bu polis hadisesini, Mısır’a gitmeden evvel M. Akif, sevdiği bir dostunun yanında ağlamaklı bir sesle dile getirmişti. Adeta Mehmed Âkif’in memleketi terk etmesi için elden gelen her şey yapılıyordu.
Vatan haini gibi polis tarafından takip ettirilmesinin yanı sıra laik rejimin peşpeşe gelen inkılaplarını da kabul edemeyen ve bunları dini şahsiyetine sığdıramayan milli şairimiz 1925’te, 11 yıl kalacağı, Mısır’a hareket etti.
YORUMLAR
Fadıl Okay'a cevaptır.
1. M.Akif'in Kur'an Meali işini kabul ettiği doğrudur ancak bu Meali ülkeye döndükten sonra idarecilere vermemiştir. Hatta M. Kemal çok yüksek bir ücret teklif ettiği halde bunu kabul etmemiş ve Mısır'da bir dostuna eğer geri dönmezse yakılmasını vasiye etmiştir.
2. M. Akif'in din bilgisi değil de Türkoloji kürsüsüne getirilişi meselesinin altında birşey aramanın mantığı yoktur. Çünkü M. Akif hiç bir yerden maaş almadığı için Ezher Üniversitesindeki bir hoca tarafından üniversiteye davet edilmiş, Türkoloji kürsüsünde ise üniversitenin eksiği olduğu için bu bölüme verilmiştir.
3. M. Akif'in Safahat'ını okuyanlar tamamen anlar ki, kendisi tamamen şeriatı savunan bir kimsedir! Softaların elinden kurtulmasını istediğiniz M. Akif, bir kısım solcular tarafından softaların başı kabul edilir!!!
4. Soner Yalçın'ı okumadan önce, M. Akif'in yanında bulunan dostlarının hatıralarını oku. Bunları derleyen M. Ertuğrul Düzdağ'ın "Mehmed Akif ve Mısır Hayatı" adlı eserini oku.
Kurtuluş savaşının önemli komutanlarının, birinci meclisin büyük çoğunluğunun hilafetin kaldırılmasına karşı olduğundan bir çok kaynakta bahsediliyor..Mehmet Akifin ve islami hassasiyetleri yüksek olan bir çok Kurtuluş savaşı kahramanının yaşanan gelişmeler karşısındaki küskünlüklerinden belki bahsedilebilir..
Kur'an meaili çalışmaları sırasındaki Mehmet Akifin ruh halini anlatan aşağıdaki internet paylaşımı onun da bu kırgınlığına işaret ediyordu belki de..
*****
Mehmet Akif, her şeyden önce “Kur’an şairi”dir. Çünkü Akif, bütün hayatı boyunca bir insan, bir fikir, bir mücadele ve aksiyon adamı olarak Kur’an’dan hiç kopmadı, bütün kalbiyle Kur’an’a bağlı kaldı. Madden ve mânen Kur’an ile birlikte yaşadı. Zira o, Kur’an’a inanmıştı. O, Kur’an’lı bir evde doğdu, cami kürsülerinde hep Kur’an ile konuştu. Vaazları hep Kur’an ayetlerinin tefsiri şeklindedir. Balıkesir, Kastamonu, Eskişehir, Burdur, Afyon, Antalya ve Konya’da halka hep Kur’an’la konuştu. Dolayısıyla Milli Mücadele’nin ateşini Kur’an ile yaktı. Böylece Akif, cami ile cephe arasında sağlam bir köprü kurdu. Akif’in Kur’an ile başlayan hayatı, yine Kur’an’la sona erdi. Son nefesini verirken, bir yandan da Hafız Necati’nin okuduğu Kur’an’ı dinlemekteydi. Ölünce de “Kur’an sesleri” ile ebedî istirahatgâhına defnedildi. Ülkemizin en değerli hafızları, onu Rabbimizin huzuruna hatimlerle uğurladılar. O, “Arab’ın adamı” değil; “Kur’an’ın adamı” idi.
Gelelim Akif’in Kur’an meâli çalışmasına ve daha sonra bu meâlin vasiyeti üzerine yakılması meselesine...
Akif’in, Kur’an ile asıl derinden meşguliyeti ve beraberliği Mısır yıllarında gerçekleşti. 1926’da gidip yerleştiği Mısır, onun için zorunlu bir itikaf ve inziva mekanıydı adeta. Çünkü redd-i miras türünden yapılan inkılâblar, onu sükût-u hayale uğratmış, Akif de Mısır’a hicret etmişti. Bulunduğu psikolojik durum da buna eklenince, kendini çokca ibadete verdiği Mısır’da, vakitlerinin çoğunu Kur’an okumakla ve dinlemekle geçirirdi. Diğer yandan da Mısır’ın ünlü hafızı Şeyh Muhammed Rıfat’ın Kur’an okuyuşuna hayrandı ve sırf bu amaçla sık sık ikamet ettiği Hilvan’dan Kahire’ye giderdi.
Akif’in Kur’an ile hemhal olması, Kur’an’ın Türkçe meâli çalışmalarıyla daha da yoğunlaştı. Zira, Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM, Kur’an’ın tefsir ve meâli, Sahih-i Buhari’nin tercüme ve şerhinin hazırlanmasını kararlaştırmıştı. Bu işler için en ehil kişiler de, tefsirde Elmalılı Hamdi Yazır, hadiste Ahmet Naim, meâlde ise Mehmet Akif idi. Meâl işi, Akif’e teklif edildi.
Akif, bu işi yapabilecek bilgi ve ehliyete sahip olduğu halde, bu işin ağır bir sorumluluk getirmesi, Kur’an’ın bir başka dile hakkıyla tam olarak çevrilmesinin imkansızlığı nedeniyle bu işi önce kabul etmek istemedi: “Kur’an, hiçbir şeye benzemez. Onun içinde öyle kelime ve mefhum (kavram)lar vardır ki, Türkçe karşılığı yok. Öyle ayetler vardır ki, muhtelif manalara gelir. Bu bakımdan da Kur’an’ın aslını Türkçe’ye çevirmek çok müşkil bir iştir.” diyordu.
Fakat, araya Ahmet Hamdi Aksekili’nin girmesi ve umumi arzunun da bu şekilde olduğunu söylemesi üzerine teklifi kabul etti. Daha sonra sözleşme yapıldı. Akif meâl çalışmasına başladı. Akif, bütün zamanını bu işe ayırmıştı. Ama, bu çalışma kolay olmuyordu. Çünkü bu işin ağır bir manevî sorumluluk getirmesinden dolayı bunalıyor, sıkılıyordu. Diyar-ı gurbet saydığı Mısır’da karşılaştığı bir takım maddî-manevî zorlukların yanı sıra Mısır’ın iklimi de bu çalışmanın zorlukları arasında idi.
Bütün bu sıkıntı ve zorluklara rağmen, büyük bir azim ve gayretle Akif, yaklaşık dört yıl boyunca bu işle uğraştı. Ortaya her bakımdan mükemmel bir meâlin çıktığı bilinmektedir. Nitekim Eşref Edip, Mısır’a M. Akif’i ziyarete gittiğinde, bu meâli baştan sona okuyarak buna bizzat tanık olmuştur.
Akif, meâlle ilgili yaptığı tashihleri yakın dostlarına göstererek şöyle der: “Bunları hep, müsveddeden temize çektim. Bir kelimenin, en güzel zannettiğim karşılığını bir zaman sonra beğenmem. Daha münasip bir kelime aklıma gelirse, o kelimeyi çalışmamın ilgili kısmına koyarım.”
Bu çalışmadan Akif’in kendisi de faydalanmış, büyük bir manevî huzur duymuştur. Nitekim yakın dostlarına: “Kur’an’ın Türkçe meâli için yaptığım çalışmalar, bu dünyada en üstün zevk ve huşû ile geçirdiğim anlar olmuştur. Hâlimde çok büyük manevî değişiklikler gördüm. Kimseye bir şey veremedim. Fakat, ben çok şeyler aldım. Duyduğum manevî feyz çok büyüktür.”
Hakikaten, Akif’in, Kur’an üzerinde uzun yıllar yaptığı bu çalışma, Akif’i, teravih namazını hatimle kıldıracak derecede sağlam bir hafız yapmıştı.
Fakat, ne yazık ki, bu meâlden faydalanılamadı. Zira meâl, bir rivayete göre, son zamanlarındaki sağlık problemleri nedeniyle yeterince çalışılmadığından kendisini memnun etmemiştir. Çünkü Akif gibi, güçlü bir imana sahip birisinin, Kur’an’a olan hürmet ve saygısından dolayı, yaptığı meâlin kendisini tatmin etmemesi gayet normaldir. Bu mesele açıldıkça: “Beni tatmin etmeyen bir eser, bir başkasını nasıl tatmin eder?” diyordu.
Diğer yandan ise Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri, meâlin gönderilmesini istiyorlardı. Akif ise, meâlin henüz tam kemale ulaşmadığı gerekçesiyle meâli göndermedi. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı, sözleşmeyi feshetti. Bu durum, Akif’i çok rahatlattı. Çünkü, artık başladığı işi, hiçbir resmi makama karşı sorumluluk hissetmeden hür ve serbest bir şekilde sürdürecekti. Eseri yarım bırakmadı, bitirdi. Fakat, Akif’i sözleşmeyi feshetmeye iten asıl neden, ibadetlerde reform(!) yapmak, namazlarda Kur’an yerine Türkçe tercümesini ikame etme cereyanlarının başlamış olmasıydı.
Bu durum, gayet tabii ve haklı olarak Akif’i endişelendirmiş: “Demek, benim meâli, bu iş için istiyorlarmış. Ben, meâli verirsem, onu Kur’an yerine okutmaya kalkarlar. Ben, o zaman Allah’ın huzuruna nasıl çıkarım, Peygamberimiz (a.s.)’in yüzüne nasıl bakarım?” demiştir.
Meâl işinin bundan sonraki gelişmesi ise şöyle olmuştur:
Akif, üzerinde çalıştığı meâli, son zamanlarda ağırlaşan ve ilerleyen hastalığına rağmen, bitirmiş ve temize çekmeye muvaffak olmuştur. Fakat son defa, ağır hasta olarak çıktığı İstanbul yolculuğunda (1936) ne olur ne olmaz diyerek, meâli yanında getirmemiş, Mısır’da Ayn Şems Üniversitesi’nde profesör olan yakın dostu Mehmet İhsan Efendi’ye -Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlunun babasıdır- emanet eder ve şunu vasiyet eder: “Ben, şifa bulur, sağ salim geri dönersem, eksikliklerini tamamlar öyle basarız. Şayet ölürsem bu meâli yakarsın.”
Mehmet Akif’in 27 Aralık 1936’da vefat etmesinden bir süre sonra o zamanlar El-Ezher’de öğrenci olan İsmail Hakkı Şengüler, Osmanlı Devleti’nin son dönem şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Efendi, Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu, meâl yakıldığı zaman Mısır’da öğrenimini sürdüren Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Ali İhsan Okur, Tokat eski milletvekillerinden Osman Saraç biraraya gelerek İ. Hakkı Şengüler’in Mısır Abbasiye’deki evinin balkonunda, büyük bir alüminyum leğenin içinde meâli parçalayarak yakarlar. Konuyla ilgili olarak şahitlerden bazıları şunları söylemektedir:
Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu (İslam İlim, Tarih, Kültür ve Araştırma Vakfı Başkanı): “Rahmetli babam Mehmet İhsan Efendi, Akif’in çok yakın dostu idi. Akif, son İstanbul yolculuğu öncesi meâli babama verdi: ‘Ben sağ olur da gelirsem, eksikliklerini tamamlar, meâli basarız; şayet ölürsem meâli yakınız.’ dedi. Daha sonraları, babam vefat etmeden önce beni çağırdı: ‘Evladım! Masanın sağ gözünde bir takım defterler var. Ben vefat ettikten sonra, o defterleri yakacaksın.’ dedi. Babamın vefatından bir süre geçtikten sonra, durumu İbrahim Sabri Efendi’ye bildirdim. Daha sonra masanın gözündeki meâlleri aldık. İ. Hakkı Şengüler’in Abbasiye’deki evinin balkonunda büyük bir leğen içinde meâlleri teker teker parçalayarak yaktık. Rahmetli babamın, dolayısıyla da merhum Mehmet Akif’in vasiyetini böylece yerine getirmiş olduk.”
İ. Hakkı Şengüler (Hikmet Yayınları Sahibi): “Ben, o zamanlar El-Ezher’de öğrenciydim. Akif’in meâllerini Ekmelettin Bey’in evinden aldıktan sonra bizim Abbasiye’deki evimize gittik. Evin balkonunda büyük bir alüminyum leğenin içinde meâlleri, birer birer parçaladık ve yaktık.”
Prof. Dr. Ali İhsan Okur (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi emekli öğretim üyesi): “Biz, o zamanlar öğrenciydik. Şeyhülislam Mustafa Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Efendi üstadımız, büyüğümüz olduğu için hepimiz ona saygı duyuyorduk. Bize, ‘Meâli parçalayıp yakın.’ dedi. Biz de meâlleri birer birer parçalayıp yaktık. Aradan yıllar geçti, ama o anın verdiği üzüntüm hiç geçmedi.”
Son olarak şunları söylemek gerekir ise; Mehmet Akif’in üzerinde çok büyük bir titizlikle çalıştığı ve büyük ölçüde tamamlamaya muvaffak olduğu meâl; dinde reform(!), namazlarda Kur’an’ın Türkçe okunması(!) gibi anlamsız ve yersiz tartışmalar nedeniyle -Akif, meâlin Kur’an’ın aslı yerine ikame edilmek istendiğini önceden sezmişti- Akif’in de vasiyeti gereği maalesef meâl yakıldı. Keşke diyoruz, bu tür yersiz ve anlamsız tartışmalar yerine; Akif’in meâli iyi niyetle kullanılmak istenilseydi de, bu şaheser meâli miras bıraksaydı.
Bibliyografya
- Cündioğlu, Dücane; “Mehmet Akif’in Kur’an Meâline Dair Tartışmalar”, Yedi İklim, sy: 117-118, Aralık-Ocak 1999-2000, ss:93-99
- Cündioğlu, Dücane; Bir Kur’an Şairi Akif Ve Kur’an Meâli, Birun Yay., İstanbul 2000.
- Özçelik, Mustafa; “Kur’an Şairi Mehmet Akif”, Yedi İklim, sy: 117-118, Aralık-Ocak 1999-2000, ss: 67-71
- Şengüler, İsmail Hakkı; Mehmet Akif Külliyatı, Mert Yay., c: X, İstanbul ts.
- Türk Edebiyatı; “Mehmet Akif’i Anma Sempozyumu”, sy: 353, Mart 2003.
- Vakkasoğlu, Vehbi; Mehmet Akif, Nesil Yay., II. bsm., İstanbul 2001.
- www.haber.superonline.com/haber/arsiv
Yakın tarihimizin karanlık sayfaları umarım bir gün aralanır ve bize aktarilanların, anlatılanların gerçek yüzünü görme şansımız olur...
Mehmet Akif'in yaşadıkları bu anlamda önemli, kurtuluş savaşını yapan bir milletin ilk temsilcileri olan birinci meclisden daha sonraları tasfiyeler olmuş mudur? Ne maksatla olmuşdur olduysa, umarım bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar...
Teşekkürler paylaşım için...