- 438 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
FAŞİZM DE BÖYLE BİR ŞEY İŞTE
Birkaç aydır saplantı halinde Kardeş Türküleri dinliyorum. Evde iş yaparken, yolda yürürken ya da arabada giderken. Her dinleyişimde daha güzel her dinleyişimde daha hüzün verici ezgiler. Utanarak da olsa söylemeliyim ki dinlediğim türküler Ermeni türküsü müdür, Kürt ezgisi midir, Süryani müziği midir anlamaktan acizim. Belki sözlerinden değil ama ritimden biraz fikir yürütebilirim. Her türküde kızıyor, hüzünleniyor tarifsiz bir boşluk hissediyorum. Biraz isyankar, biraz arsız ama nefis bir sesle türküsünü okuyan bu adam ya da kadın şu anda ne diyor acaba. Bu kadar hüzünlü bir ezgi neyi anlatıyor olabilir. Peki bu neredeyse sokakta yürürken beni omuz sallaya sallaya oynatacak kıvama getiren Fadike kimdir neyin nesidir.
Aylardır bayıla bayıla okuduğum Taraf’ın arka sayfa sorularından biri en zevk aldığınız kötü huyunuz nedir sorusu. Soruyu ben de kendime soruyorum kimi zaman. Tartışmasız bir yanıt çıkıyor ortaya. Amaçsızca gezip tozmak, sokakları arşınlamak. Bu derde düştüğümden beri Balat’ın dar sokaklarını, Sultan Ahmet’in arka taraflarını, Arnavutköy’ün ya da Tophane’nin ara sokaklarını arşınlayıp duruyorum. Kardeş türküleri dinlerken hissettiğim boşluk ve huzursuzluk duygusu eşlik ediyor bu gezilerimde bana. Ara sokaklarda kalmış modern şehir hayatının tatsız tuzsuz, yağsız, lapa kıvamında görüntüsüne yenik düşmüş tek tük tarihi yapıları tanımıyor, pek çoğunun hakkında önünde bir açıklama notu bile bulamıyor, çeşmelerin, camilerin üzerindeki eski yazıları okuyamıyorum. Kimilerinin kapısına kilit vurulmuş, kimileri yıkıma terk edilmiş, bazıları büfe yapılıp üzerine, cipsler asılmış, hangi hoyrat el tarafından reva görülmüşse üzerlerine tabelalar çakılmış medreselerin, kiliselerin, türbelerin ya da eski Bizans kalıntılarının yapıldıkları dönemle ilgili zihnimde bir bağlantı kurmakta aynı Kardeş Türkülerin şarkılarını dinlerken yaşadığım acziyet kadar acizim bu gezilerde.
20 yıl önce İstanbul’a geldiğim zaman başlayan uzun yıllar atamadığım bir duygu aynı bir kaza sonrası travma geçiren, hafızasının bir bölümünü yitirmiş boşluğa kapılmış bir insanın yaşadığına benzer bir duygu idi. Yaşadığım şehirle o güne kadar şimdikilerin ‘tiki’ dediği hayat tarzındaki arkadaşlarımla bir anda tüm bağlarım kopmuştu. Acaba şimdi nerede ne yapıyorlar, hayattalar mı? Meslek sahibi oldular mı? Gezdiğim mekanlar şimdi nasıldır. Ara ara hala merak ederim. Bir Süryani ezgisi ile bir Ermeni türküsünü bu yaşımda ayırt edemeyen bendenizin o yıllarda Pink Floyd, break dans ve heavy metal bilgilerine diyecek yoktu doğrusu. Yine de bu kadarcık geçmişinden kopmuşluk duygusu 60 yıl kadar önce Siirt’ten İstanbul’a göç eden büyüklerimizin kopuşları yanında oldukça naif kalır. O yıllarda İstanbul’a göç eden aile büyüklerim bu göçle birlikte Siirt’te konuştukları dili, giydikleri kıyafetleri tüm alışkanlıkları da orada bırakma kararı ile gelmişlerdi İstanbul’a. Çünkü devir bunu gerektiriyor, devlet politikası bunu emrediyordu. Ailenin çocukları sokakta, okulda oynarken şiveleri sebebi ile alaylara maruz kaldıkça bir yandan hırsla şivelerini düzeltmeye çalışıyor bir yandan da kendi annelerine, evde Arapça konuşmayı da yasak ediyordu. Böylece aslında Arap kadınlarına özgü hoşsohbetlik özelliğini sonuna kadar taşıyan bu kadınlar kendi çocukları ile bile ömrünün sonuna kadar “geliyor ki, gidiyor ki, ben bilmiyor ki” gibi cümleler ile konuşmaya mahkum oldular. Bir tek bayramlarda artık tek tük kalmış bu yaşlı başlı kadıncağızlar bir araya geldiklerinde kendi aralarında öylesine neşeyle Arapça konuşurlardı ki o günlerde evlatlara çaresiz bu duruma katlanmak düşüyordu. Dört kuşak önce İstanbul’a göçen Gürcü anne tarafımdan ise tek bildiğim bir gün yakalayıp bana Gürcüleri anlat diye sıkıştırdığım bir Gürcü kızının şaşkın şaşkın beni memnun edebilmek için söylediği ‘Gürcüler kıyma yerine cevizle taze fasulye pişirirler’ bilgisi maalesef. İki farklı halktan bana ne bir kelime ne bir türkü ne de kendine özgü bir adet kalmış. Ailenin kadınları 40 yaşında aklı ve konuşma yetisi sapasağlam iken kelimesizliğe, dilsizliğe mahkum edilmişler. Torunlarına bir masal anlatamamışlar, bir bilmece soramamışlar.
Neden birbirimizi anlayamıyor ve bir türlü konuşamıyoruz. Dili, tarihi yok sayılan bir halkın tek isyanının ekonomik gerilik olmayacağını, daha yüzyıldan kısa bir süre önce bu topraklardan sürülen milyonların ve onların torunlarının yaşadığı travmanın, toprağından, geçmişinden koparılmışlık duygusunun yarattığı öfkenin ‘Türk soyuna sopuna’ düşmanlıkla ilgisinin olmadığını, modern gurular beğensin beğenmesin saçını örtmesinin dinin bir emri olduğuna inanan bir kıza ya eğitim, iş, aş ya yallah evine demenin ne menem bir zulüm olduğunu anlamak bu kadar mı zor. Bunları hissedebilmek için çok benzer hayatlar sürmemiz gerekmez. Bir iki kuşak öncesinde benim gibi benzer hikayeler de bulamayabiliriz. Ama yine de hiç mi bizleri rahatsız eden normal dışı bir şeyler yok şu hayatlarımızda. Ola ki birgün sıradan bir hafta sonu gezisinde dev bir marketin raflarını yağmalayan kalabalık içerisinde kendinizi maymunlar cehennemine düşmüşçesine sıkıntıda hissederseniz ya da dilini anlamadığınız bir ezgi kulağınıza çalındığında hoşunuza giderse, tatsız tuzsuz bir şeyler var bu çorbada sanki sadece pırasadan yapılmış bir sebze çorbası içiyorum bu konforlu konforsuz sofralarda gibi bir düşünce sararsa sizleri de, birbirimizi anlamaya yaklaşmışız demektir.
Kimi zaman kafamıza vura vura gelmiş, kimi zaman biz zevkle içselleştirmişiz ama büyük tahlillere, sosyolojik tanımlara gerek yok; o bize sunulan mecbur kılındığımız tatsız tuzsuz tek yiyeceğimiz, tek hayat tarzımız. Geçmiş yok, fark yok, bir boy, bir örnek. Tek millet, tek adam, tek dil, tek tarih, tek ideoloji, tek hayat tarzı, değiştirilmesi düşünülemez tek bir rüya…Bir ağaç gibi tek başına ve tek bir ağaçtan oluşmuş bir orman gibi korkunç.
Faşizm de böyle bir şey işte.