- 988 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Yeşil Rize Bakkaliyesi-1
Spordan geldim. Arabayı evin önüne park ettim. Pazar sabahı erken kalkmayı seviyordum. Herkes uyanmadan ben spor salonunda oluyor, yirmi dakika kardiyo, yirmi dakika spor aletleri ve yarım saat de pilatesten sonra eve gelip güzel bir kahvaltı hazırlıyor ve sonra da gazeteyi ve eklerini aile efradı ile paylaşıp öğlene kadar doya doya okuyordum. Pazar keyfimin üçlüsü; sıcak duşun rehaveti, taze sıkılmış portakal suyu ve dünya haberleriydi.
Oturduğumuz cadde hareketli bir yerdi. Eski evler yıkılıp güzel apartmanlar yapılıyordu. Dört banka şubesi, iki pizzacı ve okul durağına kadar yedi tane süpermarket vardı. Bir tanesi de hemen bizim apartmanın karşısındaydı. Ama süpermarkette gazete yoktu. Gazeteyi alabileceğim en yakın yer, arka sokaktaki Yeşil Rize Bakkaliyesiydi. Caddeden sağa sapıp, perşembe günleri semt pazarının kurulduğu meydana doğru yürümeye başladım. Yeşil Rize Bakkaliyesi o meydana bakıyordu.
On beş yıldır buradaydık ve geldiğimizde mahallenin iki bakkalından biriydi. Ertesi sene yandaki dükkânı da tutmuşlar, üstüne Yeşil Rize Yufka Kadayıf tabelasını asmışlardı. Bu arada diğer bakkal topu atmıştı ve cadde üstünde market zincirlerinden halkalar birer birer parlamaya başlamışlardı. Rekabet artmıştı, kampanyalar, halk günleri, manav reyonunda indirimlerle kıran kırana bir savaş vardı. Kocaman dükkânlar kiralanıyor, konsepte uygun şekilde dekore ediliyor, personele aynı renk tişörtlerle beraber, gülümsemeler ve müşteriye satılmak üzere standart cümleler giydiriliyor, birkaç ay sonra mücadeleye dayanamayan tası tarağı toplayıp gidiyor ve yerine yenisi geliyordu. Caddede bu hengâme sürerken, arka sokaktaki Yeşil Rize Bakkaliyesine hiçbir şey olmuyordu.
Yeşil Rize Bakkaliyesinde başka yerde kolayca bulunacak şeyler ama başka yerde asla bir arada bulunmayacak şeyler satılırdı. Açık deterjan, hulahop, köy yumurtası, tel kadayıf, çamaşır leğeni ve bunlara benzer bir sürü şey. Burası bir aile işiydi. Anne ve oğul bakkala bakıyorlardı, gelin de yufkacıya. İş çok olursa kız da yardıma geliyordu. Bugün de herkes iş başındaydı. Oğlan, dışarıdaki askıdan kendilerine top beğenmeye çalışan afacanların nazlarıyla uğraşıyordu. Dirseklerine kadar una bulanmış olan gelin, iki dükkân arasında mekik dokuyordu. Paketli yufkalar bakkala, yeni un çuvalı yufkacıya. Oğlan sac kadar kara, gelin mayalı hamur kadar beyaz. Allah’ın denk getirmesiydi işte.
Gazetelere baktım. Çoğunda Avrupa Birliği ve kriz manşet olmuştu. Komşuda istifa bekleniyormuş. Çizme de Avrupa’nın ayağını sıkmaya başlamış. Az resimli ve kalınca bir gazete seçip aldım. İçeri girdim. Önümde birkaç müşteri vardı. Köşedeki televizyon her zaman olduğu gibi kendi kendine konuşuyor, ak sakallı bir amca kıssadan hisseler anlatıyordu. Gözüm raflara takıldı. Altmış mumluk ampul, düdüklü şeker, Gripin ve tuzruhu. Hala var mıydı bunlardan? Varmış demek. Her yeri sel gibi basıp geçen zaman burada koyulmuş, çerçöpünü bu dükkâna yığmış ve sonra yoluna devam edip gitmişti sanki.
İçeride adım atacak yer yoktu. Annenin boynundan aşağısı, koca buzdolabının arkasında kaybolmuştu. Kız ince uzundu ve tezgâhta tek patron oymuşçasına dikiliyordu. Yazması gibi oyalı kirpikleri ve tatlı ela gözleri vardı ama pek zeki sayılmazdı. Müşterinin verdiği ekmek parasının üstünü kız bir türlü hesaplayamayınca, anne parayı kendisi alıp üstünü de kendi eliyle verdi. Kız bozuntuya vermeyip diğer müşteriye döndü. “Sizin ne vardı ablacım?” Yanında çocuğu olan kadın iki şişe süt istedi. Kız sütleri bir torbaya koydu. Çocuk sakız istiyordu. “Sakız kaça?” “Yirmi kuruş ablacım” Kadın avucunda kalan paraları kızın avucuna boşalttı. Sonra sakızı açıp dişleriyle ikiye böldü ve yarısını heyecanla bekleyen çocuğun ağzına tıkıştırdı. Sakız kâğıdındaki falı okuya okuya dükkândan çıktılar. En son ne zaman sakızın kaça olduğunu sormuştum? Galiba ilkokuldayken. Sonraki yıllarda cebimdeki paranın sakıza yetip yetmeyeceğine dair bir kaygım hiç olmamıştı ve bu yüzden sakızın kaça olduğunu da merak etmemiştim. Pekâlâ, ekmek kaçaydı? Bunu da bilmiyordum. Bir tuhaf oldum. Soruyu içimden sormuş cevabını da içimden bilememiştim ama bir an bakkaldaki herkes beni duymuş gibi hissettim. Gözlerimi gazeteye doğru indirdim. Sürmanşette dünkü konserde biletlerin yok sattığı yazıyordu. Ünlü yıldız İstanbul’u sallamış. Bu turneyle yılın en iyi kazanan şarkıcısı olmuş. Devamı sayfa yedideymiş.
“Fotomaç geldi mi abisi?” “Abisi?” “Kimin abisi?” Nasıl bir Türkçeydi bu böyle! Başımı kaldırdım. Oydu.
YORUMLAR
Dün bu bölümü okudum, fakat neden yorum yapmamışım bilmiyorum. Unutmuş olmalıyım.
Malum eski şeylere oldum olası ayrı bir merakım vardır. Fakat bu ilgiyi görmezden gelerek değerlendirdim öykünüzü. Modern zamanların dişleri dibinde kalmış küçük ve eski yaşamlar "biz daha ölmedik" diye çığlık atmakta. Ben bu yaşamların değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatımızda daha önemli bir yere sahip olmalı küçük hayatlar. Çünkü elli yıl sonra insanlar bu ve bundan önceki zamanları masal gibi dinleyecekler. Öyle bir gün gelecek ki, sobanın ne olduğunu bilmeyecek çocuklar. Bakkalın ne olduğunu, eskicinin, mahalle kahvelerinin...
Bana modern zamanın puslu şehir gölgesinde geçmiş zamanın otantik tadını verdi öykünüz. İlgiyle okudum, diğer bölümleri de öyle okuyacağımdan eminim.
Çok beğendiğim bir kalemsiniz ve yazmanın çok yakıştığını düşündüğüm site yazarlarındansınız.
Başarılar diliyorum.
Süpermarketlere yenik düşmüş bir mahalle bakkalı, her mahallede kıyıya köşeye sıkışmış böyle aile bakkalları var hâlâ !
Devamını merakla bekliyorum, tebrikler değerli kardeşim, selam ve sevgiler.
cizgilikagit
Yorumlarınız için çok teşekkürler.
Selamlar.
o küçük bakkalların ne değişik kokusu olurdu.. .
değilmi?
şimdiki süper marketlerde ne ararsan var.
ama çocukluğumuzun bakkalları..
horoz şekerleri..
naneli şekerler...
daha niceleri..
yazınızı zevkle okudum..sevgiler..
cizgilikagit
Teşekkür ederim yorumlarınız için.
Selamlar.
Allah insanı gördüğünden ayırmasın derler, varlık da yokluk da hayat macerasının bir parçası. Zenginliğin ya da yoksulluğun tam tanımını aklımda oturtabilimiş değilim. Ama maddi farklılıklardan çok kültürel değişimden söz etmeye çalıştım bu hikayede, ikinci bölümde daha çok bahsedeceğim bundan. Umarım detaycılığım sizi sıkmamıştır. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama mizacım böyle. Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Uykunuzdan feda etmişsiniz üstelik. Sağolun.
:) pazar günlerimi öğlen 12 ye kadar uyumayı tercih ederim..zaten hafta içi okadar gunu doya doya kovalıyoruz..
güncel bir hikaye ama detaycı noktalarıda almış kaleme..
bir vakit bende bilmezdim ekmeğin pirincin fiyatını..dediğiniz gibi bilmemi gerektirecek bir maddi hesap durumu yoktu..
sonradan bir öğrendik,pir öğrendik,ekmeğin pirincin,suyun,sakızın dahi hesabını ince ince yapmayı...: ) neydik ne olduk daha ne olacağız bakalım son nefese dek diyebilmek güzel...
son olarak devamını yakalarmıyım bilmiyorum ama ONU merak ettim doğrusu...:)))