- 1568 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
Zernişan - IV.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.
Figen kendi evindeki ilk gecesinde yol yorgunluğuna rağmen ancak sabaha karşı uyuyabildi. Parmaklarının ucuyla tutunmaya çalıştığı uçuruma yuvarlanmaktan, Sedat hocanın uzattığı dost eliyle kurtulmuştu. Feride hanım, sabah kahvaltısında Figen’in düşüncesini öğrenmek için:
-Canım, artık kendi evin var, bundan sonrası için ne yapmayı düşünürsün? diye sordu. Figen’in hazır olmadığı bir soruydu.
-Bir şey düşünecek halde değilim abla dedi. Her şey o kadar ani oldu ki... Bir rüyada gibiyim.
-Senin için kötü günler geride kaldı. Önünde yeni bir hayat var. Yakında enstitün açılacak, istersen okuluna devam edebilirsin. Nasılsa ikinci sınıfa geçmiş durumdasın.
-Bilemiyorum abla, gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum. Benim asıl düşündüğüm şey: Bu kadar iyiliğinizin altından nasıl kalkarım bilmem ki... Sizlere karşı ömrümce ödeyemeyeciğim bir borcun altına girdiğimi hissediyorum.
Sedat hocanın söylemek istediklerinin zamanı gelmişti:
-Bize karşı borcunu nasıl ödeyeceğini düşünecek hale geldiysen, kendini toparlamaya başlamışsın demektir, diyerek söze başladı. O zaman beni iyice dinle. Bu gün geri döneceğim. Gitmeden önce beraberce postahaneye gidelim, evine telefon bağlansın. Herhangi bir problemle karşılaşırsan bizi anında haberdar edersin. Sonra buraya en yakın bir banka şubesine gidip sana bir hesap açalım. Feride ablan her ay hesabına paranı yatırır. Maddî bir sıkıntı çekmezsin. Daha önce de belirttiğim gibi hesabına yedi yıl düzenli olarak para yatacak. Bize karşı borcunu nasıl ödeyeceğin meselesine gelince: Unutma ki; her nimet bir külfetin karşılığıdır. Sana bu imkânlar sağlandığına göre karşılığını beklemek gibi bir hakkımız vardır, değil mi?
-Ben ne yapabilirim hocam, ne gelir ki elimden?
-Bu gün olmazsa bile, yarın çok şey gelir elinden. Yeter ki sen kararlı ve mücadeleci ol. Şunu yapabilirsin: Başarılı bir talebe olduğunu biliyoruz. İmtihanlara yeniden girip neden tıp fakültesini kazanmayasın? Bunun için önünde bir yıla yakın bir zaman, istediğin dersaneye gidecek kadar da maddî imkânın var!
-Bana sağlanan olanaklarla bunu başaracağıma inanıyorum. Dershaneye gider sınavlara hazırlanırım. Büyük bir olasılıkla tıp fakültesini de kazanırım, peki sizlere karşı minnet borcumu nasıl ödeyeceğim?
-Böyle ödeyeceksin işte! Doktor olduğun gün borcunu ödemiş say.
-Bu kadarcık mı?
-Daha ne olsun?
-........
Feride hanım söyleyecek bir söz bulamayan Figen’e şefkat yüklü bir sesle:
-Karşılığı beklenerek yapılan bir iyiliğin ne manası kalır ki dedi. Sen bunları kafana hiç takma, bundan sonrası için düşün.
Sedat hoca, düşündüklerini gerçekleştirmiş olmanın huzuru içinde akşama doğru İstanbul’dan ayrıldı. Feride hanım ertesi gün alış veriş bahanesiyle Figen’i Eminönü’ne götürdü. Vapura ilk kez binen Figen; pencereden dışarı fırlatılan simit parçalarını havada kapan gümüş kanatlı martıları, tek sıra halinde ve kanatları denize değecek kadar su yüzeyine yakın uçan kuşları, kartpostallarda gördüğü Kız Kulesi ve Haydarpaşa tren garını ilk kez yakından görmenin sevincini yaşadı.
Kadıköy’e geri döndüklerinde güneş batmak üzereydi. Figen hanım elindeki paketleri mutfak tezgahının üzerine bırakarak:
-Bu manzarayı kaçırmak istemiyorum dedi, ben balkona çıkıyorum canım, sen bize bir çay demle.
Akşam kızıllığının ufkuna Sarayburnu’nun büyüleyici tüllenişinden gözünü ayıramayan Feride hanıma çay tepsisini uzatan Figen:
-Abla, çok derinlere dalmışsın diye takıldı. Buyur çayını al.
Feride hanım çayını yudumlarken:
-Denize baksana dedi, sanki su yanıyor!
-İstanbul, hayal ettiğimden de güzelmiş.
-Boşuna ’Taşı, toprağı altın...’ dememişler.
-Abla ben sana bir şey soracağım: Biz vapurla Eminönü’ne giderken, hani kanatları sanki suya değecekmiş gibi uçan kuşlar vardı, tek sıra halinde uçuyordu. Ne kuşları onlar, biliyor musun?
Feride hanım gülümseyerek:
-Onlar mektup kuşları dedi. Efsaneye göre hapsedilmiş bir âşığın mektubunu sevgilisine götürürlerken zarfı denize düşürmüşler. O günden beri suya düşürdükleri mektubu arıyor olmuşlar!
-Çok duygulu... diyen Figen’in gözleri, uzun süre içinden kor kesilmiş denizin üzerinde gezinip durdu.
Bir hafta sonra Feride hanım Bursa’ya dönmek istediğini belirtti. İstanbul’da tek başına kalmak istemeyen Figen de Bursa’ya kadar Feride hanıma yol arkadaşı oldu. Annesi kadar sevdiği Feride hanımla vedalaşırken göz yaşlarını tutamayan Figen, Manisa’ya buruk bir sevinçle döndü.
Otuz beş yaşındayken kucağında sekiz aylık bebekle dul kalan Saime kadının, yalnız başına yaşam kavgasına giriştiği çile yüklü yılları; saçlarının erken ağarması, yüzündeki hüzün çizgilerinin derinleşmesi ve son günlerde gittikçe sıklaşan kâlp çarpıntısına sebep olmuştu. Tek katlı kerpiç evini çevreleyen derme çatma bahçe duvarına sırtını dayamış, eylül güneşiyle romatizmalı dizlerini ısıtmaya çalışırken sokağın başında beliren karartıya dikkat kesildi. Elini güneşe siper ederek süzdüğü karartının kızı olduğuna emin olduğu anda, kireçlenmeye yüz tutmuş ve ağrıyan dizlerine rağmen çabucak doğruldu.
Elindeki ağır valizi yere bırakarak kollarını annesinin boynuna dolayan Figen:
-Çok özledim anne dedi, seni çok özledim!
Boynuna sarılan kolları gevşetmeye çalışan kadın:
-Bırak da bir nefes alayım dedi. Böyle sıkmaya devam edersen, vaktinden önce canımı sen çıkaracaksın!
Figen kollarını çözüp valizini yerden alırken:
-Canım annem dedi. İste sana kendi canımı vereyim.
Saime kadın, bahçedeki dut ağacının altındaki eskimiş tahta iskemlesine oturuncaya kadar kızının elini bırakmadı. Bir sırrı çözmek istermiş gibi ısrarlı bakışları kızının yüzünde dolaştı:
-Sende bir değişiklik var kızım dedi, neyse anlayamadım!
Renk vermemeye çalışan Figen:
-Nasıl bir değişiklik anne? diye sordu.
-Bilebilsem ne olduğunu... dedi kadın, bir değişiklik işte... Gözüme farklı göründün.
Figen, annesinin gerçeği okuyacağı hissine kapılarak gözlerini annesinden kaçırıp:
-Seni çok özledim, çektiğim hasretten gözüne farklı görünmüşümdür dedi. Kızının küçüklüğünden beri suçlu olduğu zamanlar gözlerini kendisinden kaçırdığını bilen anne:
-Peki dediğin gibi olsun, diyerek inanmış gibi görününce; Figen konuşmaları başka bir yöne kaydırmak için:
-Biliyor musun, Bursa’dayken kestiğin mantı bile rüyama girmişti dedi. Bize bu akşam için mantı keser misin anne?
-Demek canın mantı çekti ha! Keserim kurban olduğum. Sen mantıyı şimdi yoğurtlu istersin, yoğurt yok.
-Ben alırım. Başka eksiğimiz varsa onu da alırım.
-Paranı idareli kullanmışsın anlaşılan.
-Para için tasalanma, ne eksiğimiz var sen bana onu söyle.
Biraz dinlendikten sonra alış veriş için çarşıya giden kızının arkasından bakakalan anne, kısık bir sesle kendi kendine: ’Bu işin içinde bir iş var dedi. Verdiğimiz üç beş kuruşla hem okusun, hem böyle giyinsin hem de cebindeki para suyunu çekmemiş olsun ha! Bi’ haller olmuş bu kızıma. Neyse, ben akşama söyletmesini bilirim!’
Erken uyumayı alışkanlık haline getirmiş olan Saime kadın yere serdiği yatağında oturmuş, başını dizine koyan kızının saçlarını eliyle tarar gibi okşuyordu. Gönlündeki endişeyle aklına takılan soruların yanıtını almak için sabırsızdı. Okulu ve yaz tatili hakkında sorduklarına kızının isteksizce ve mümkün olduğunca kısa yanıtlar vermesi, tedirginliğini arttırmıştı.
-Seni değişmiş görüyorum kızım diyerek söze başladı. Seni doğuran ben, seni büyüten ben, okula gönderen ben... Anlamaz mıyım sendeki değişikliği? Bir şeyler saklıyorsun sen. Benden bir şey saklamanın sana faydası olmaz bilesin. Ne oldu? Okul tatil değil miydi, niye geciktin? Kimseye mi kapıldın kızım? Bana doğruyu söyle, benim bilmediğim ne var? Kendine yeni kıyafetler almışsın. Bana getirdiğin bir sürü şey... Bunlara harçlığın nasıl yetti kızım? Söyle bana!
Figen’in, Bursa’dan Manisa’ya gelinceye kadar otobüste düşünüp yanıtlarını hazırladığı sorulardı.
-Beni tanımaz gibi konuşma anne! Ben değişmedim, değişmeye de niyetim yok. Zaten zamanla kendin de görürsün. Ben neysem O’yum. Bursa’da Feride adında bir ablayla tanıştım. Kendisi bir doktorun yanında hemşire olarak çalışıyor. Beni çok sevdi. Derslerimde çok başarılı olduğumu görünce bana yardımcı oldu. Kendi evinde misafir etti. Ben sınıfı geçtikten sonra İstanbul’a tatile giderlerken beni de götürdüler. Benim sınavlara yeniden girip doktor olmamı istiyorlar. Kazanırsam bütün okul masrafımı onlar karşılayacak. Bunun için şimdiden her ay hesabıma para yatırıyorlar. Ben de söz verdim. Yeniden sınavlara katılacağım. Bunun için kursa gideceğim. Kazanırsam okul bitinceye kadar masrafımı onlar karşılayacak. Kursa gitmem ve İstanbul’da barınabilmem için bana bir daire aldılar. Yemin ederim ki doğru söylüyorum.
Figen’in söylediği son cümleler, annesinin endişelerini gidermeye yetmediği gibi merakını büsbütün arttırmıştı:
-Bana İstanbul’da daire mi aldılar dedin sen?
-Yalan söylemiyorum, gerçekten bir daire aldılar.
-Kızım, bir şey almadan vermek Allah’a mahsustur; bir karşılık almadan ne diye sana daire versinler ki? Anlatmaya çalıştığın masala inanmamı beklemiyorsun değil mi? Hangi zamandayız kızım? Evine ekmek götüremeyen kocanın, yüzüne karısı gülmüyor! Sen ne diyorsun, kaç yaşında bu doktor, sana göz mü koydu yoksa?
-Tövbeler olsun anne, yok öyle bir şey! Kırk yaşını geçmiş koskoca adam.
-Kendi karısı, çocukları yok mu bu adamın, ne diye sana ev açmış olsun ki?
-Ben görmedim. Her halde yok.
-Bu işte bir bit yeniği var... Neyse kokusu zamanla ortaya çıkar! Bu hemşire neci peki? Beraber mi oturuyorlar?
-Feride ablam kendi evinde oturuyor. Doktorun da kendi evi var.
-Seni dizlerimin dibinden ayırmakla hata etmişim! Aklım almıyor işte... Senden ne aldılar ki, karşılığında sana daire verdiler? Dur bakalım, işin aslını nasıl olsa anlarım. Eninde sonunda...
Kızının söyledikleriyle tatmin olamayan anneyi uzun ve uykusuz bir gece bekliyordu. Başını annesinin dizlerinden kaldıramayan, büzüşmüş bedeniyle olduğundan daha küçük gibi görünen Figen, annesinin son sözleri üzerine önüne geçmeye çalışsa da üşüyormuş gibi titremesini engelleyemedi. Yavrusunu sanki bir çaresizliğin pençesine düşmüş hissiyle süzen anne, öfke ve endişesinin derin bir acıma duygusuna dönüşmesiyle başka bir şey sormadı. Yarım saat kadar süren sessizliğin sonunda annesi dizindeki ıslaklığı hissedince kızına çıkıştı:
-Madem ki bir dümen çevirmedim diyorsun niçin ağlıyorsun o zaman, suç mu bastırıyorsun? Kalk şu lambayı kapat da uyuyalım artık.
Figen, el yordamıyla bulduğu annesinin kolunu aralayıp, başını koltuğunun altından göğsüne uzattı. Annesinin saçlarında gezinen şefkatli elinden cesaret alarak:
-Seni çok özledim anne dedi, kokunu özledim. Ellerini, sıcaklığını özledim. Her gece üşüdüm. Yatağım hiç ısınmadı anne. İnsan bir şeyden ayrı kalmayınca kıymetini anlamıyormuş. Benim senden başka kimim var ki?
-Peki, benim senden başka kimim var? diyen annenin sesi, karanlık odada sabaha kadar asılı kaldı.
Göğsünde derin bir uykuya dalan kızının, hayatındaki esrar perdesini aralamayı aklına koyan anne; ancak gece yarısından sonra kesin kararını verince uyuyabildi.
Figen üç gün sonra annesi ile birlikte İstanbul’a geri döndü. Uzun süren otobüs yolculuğu boyunca yolda hiçbir şey yiyemeyen Saime kadın, eve geldiklerinde yorgun bedeni, dönen başı ve kulaklarındaki otobüs uğultusu ile televizyonun karşısındaki koltuğa yığılıp kaldı. Uyuyormuş gibi gözlerini kapatıp bir süre hiçbir şey düşünmemeye çalıştı. Figen’in getirdiği kahve ve suyu içtikten yarım saat kadar sonra kendisini zinde ve acıkmış hissetti. Yemeklik bir şeyler almak için kızı dışarı çıktıktan sonra oturduğu koltuktan doğruldu, merakla evin mutfak, banyo ve odalarını dolaştıktan sonra tekrar yerine döndü. Hayal edemeyeceği kadar güzel mobilya ve halılarla döşenmiş, musluklarından sıcak su akan daire; Saime kadının içindeki tedirginlik ve şüpheleri büsbütün arttırmıştı. Karşısındaki televizyona bakıp: ’Nasılsa göreceğiz bakalım dedi, bu değirmenin suyu nereden geliyor! Kendi başına ne dümenler çevirdin yakında göreceğiz kızım.’
Alış verişten dönen Figen, elindeki kese kâğıtlarını mutfağa bırakarak salona gelip annesine:
-Televizyon açılmıştır dedi. Ben yemek yapıncaya kadar sen istersen televizyon seyret.
Üstündeki yorgunluğu atmış gibi görünen anne yerinden doğruldu:
-Yok, yemeği beraber yapalım dedi. Yemekten sonra dediğin şeye bakarız. Figen’in yemeklik için aldıklarını kontrol edip: Keşke yumurta da alsaydın...
-Buz dolabında var, dört gün önce koymuştuk. Kaç tane çıkarayım?
-İki tane yeter, diyen anne ilk ip ucunu yakalamıştı, sordu: Dört gün önce koymuştuk dedin, dört gün önce kim vardı bu evde?
Figen yüzüne yayılan tebessümle:
-Kim olacak dedi, Feride ablam vardı. Ben İstanbul’a alışayım diye bir hafta yanımda kaldı.
Figen akşam yemeğinden sonra televizyonu açtı. Elindeki bir çubukla onlarca kişiyi idare etmek için garip hareketler yapan adamı anlamayan gözlerle süzen kadın, konser bitiminden sonra başlayan sinema filmine kendisini kaptırmış, heyecanla izliyordu. Filmin ortalarına doğru hıçkırmaya başlayan annesinin yüzüne bakan Figen:
-Anne niçin ağlıyorsun diye sordu. Kadın elini televizyona uzatarak:
-Baksana şu teneşir horozuna kızım dedi, koca adam genç kızı mahvetti ya... Teneşir horozu yaşından başından da utanmıyor.
-Anne onlar film, gerçek değil ki...
-Kızım gözümün gördüğüne mi inanayım, senin dediğine mi? Kart horoz bal gibi kızın boynuna bindi işte...
-Onlar film çeviriyor, gerçek değil. Sen de üzülme artık.
Filmin sonlarına doğru içkili haliyle araba kullanan adamın arabasının yoldan çıkarak kayalıklara çarpa çarpa denize yuvarlanışını ayağa fırlayarak seyreden anne:
-Oh olsun dedi. Allah kimsenin ahını kimsede bırakır mı? Teneşir horozunun boynu altında kaldı işte!
Yol yorgunluğu ve izlediği filmdeki zalim adamın belâsını bulmasının hoşnutluğuyla yatağına uzanan anne, İstanbul’a geldiği ilk günün gecesinde deliksiz bir uykuya daldı. Dinlenmiş ve zinde olarak uyandığında gözleri loş odanın duvarlarında dolaşıp durdu. Göğsünde huzur içinde uyuyan kızının kolunu üzerinden kaldırıp doğrulmaya çalıştı. Uyandırmaya kıyamadığı kızının yüzünü sevgi dolu gözlerle süzdükten sonra yatağından kalktı.
Salon gün ışığıyla dolmuştu. Balkona çıktığında kamaşan gözleriyle denizi, vapurları ve Sarayburnu’nun ufkuna dokunmuş minarelerin zarafetini süzdü. Aklına takılan soruyla mutfağa dönerek kahvaltı hazırlamaya başladı.
Figen’in kahvaltı esnasındaki neşeli haline bakıp:
-Bu evde yaşamanın bedelini bakalım bize nasıl ödetecekler kızım dedi. Doğrusunu söylemek gerekirse yarın için endişelerim var.
Figen’in ilk günlerdeki tedirginliğiyle örtüşen bu sözler, kadının içindeki endişelerin, aklına takılan ve yanıtlarını henüz alamadığı soruların ifadesiydi. Figen annesinin söylediklerini onaylayan bir tavırla:
-Ben de başlangıçta senin gibi düşünmüştüm anne dedi, ancak endişelerim uzun sürmedi. Bana yardım etmekten başka düşüncelerinin olmadığını kısa zamanda öğrendim. Uzun sürmez sen kendin de anlarsın: Benim okuyup doktor olmamı istemekten başka bir düşünceleri yok.
Figen öğleden sonra annesini vapurla Eminönü’ne götürdü. Alış veriş yaparken: ’Evde oklava, tahta ve ekmek sacı yok!’ diyerek alışkanlıklarından vazgeçmeyeceğinin işaretlerini veren anne; dönüşünde arabayla Boğaziçi köprüsünden geçerlerken, korkudan gözlerini kapatıp bildiği duaları okuyordu.
Saime kadın, kızıyla ilgili endişelerinden yavaş yavaş sıyrıldı. Enstitüye dönüp ikinci sınıfa devam etmek yerine, üniversiteye hazırlık için gözde bir dershaneye kaydını yaptıran kızının parmağındaki yüzüğü gördüğü an endişeli bir sesle:
-Kızım, o yüzük ne öyle? diye sordu. Figen rahat ve neşeli bir edayla:
-Nişan yüzüğü dedi. Yeni satın aldım. Dersanede peşime takılmak isteyen çocuklar oluyor da onun için... Bir iki kişiye nişanlı olduğumu söyledim, peşimi bıraktılar.
-İnandılar yani... Peki nişanlın kim diye sorarlarsa ne cevap vereceksin?
-Sordular bile, bir doktorla nişanlı olduğumu söyledim, yanaşmadılar.
Kızının doğruyu söylediğine kâlben inanan anne rahat bir nefes aldı:
-Çok iyi düşünmüşsün kızım dedi.
Enstitünün açılışının üzerinden bir ay geçmişti. Bursa’da Figen’in izine rastlamayan Feride hanım pazar günü İstanbul’a geldi. Kızıyla hemşire arasındaki samimiyetten cesaret alan Saime kadın misafiri soru yağmuruna tuttu. Her soruyu düşünerek yanıtlayan hemşireye en sonunda:
-Bu doktor evli mi? diye sordu. Feride hanımdan:
-Hocamız evli değil, yanıtını alınca dilinin ucuna kadar gelen: ’Şimdiye kadar niçin evlenmemiş?’ sorusunu sormaya cesaret edemedi.
Feride hanım telefonu kulağına götürdüğünde:
-Hiç ses gelmiyor, kesik mi bu? diye sordu. Figen:
-Fişini takalım abla, şimdiye kadar hiç kimseye telefon çekmedik dedi. Bir keresinde bir adam buraya telefon çekti. Sarhoş ağzıyla bir şeyler geveledi, biz de korkup fişini çekmiştik.
Feride hanım Bursa için yazdırdığı telefonun bağlanmasını beklerken Figen’e:
-Düşün dedi, Sedat hoca’dan bir dileğin varsa söyleyelim. İstersen kendin de konuşabilirsin.
-Ben mi? dilim damağım birbirine dolaşır, sen konuş abla. Dershaneye başladığımı ve iyi olduğumu söyle, annemin hep yanımda kalacağını da söyle.
-Tamam bunları söylerim, bir dileğin, bir ihtiyacın olacak mı? İyice düşün.
-Aslında bir dileğim var. Bu benim için çok önemli. Nasıl olur, hocamız onu nasıl karşılar bilemiyorum.
-Çekinmeden söyle, dileğin nedir?
Annesiyle göz göze gelen Figen bakışlarını yere indirerek kararlı bir ses tonuyla:
-Adımı ve soyadımı değiştirmek istiyorum dedi! Kazanırsam fakülteye yeni bir isimle başlamak istiyorum. Bir de yanağımdaki bu benin alınmasını istiyorum. Hocamız bunlar için bana yardımcı olur mu? diye sordu.
Figen’in geçmişi ile bağlantısını koparmaya yönelik bu istekleri üzerine öfkelenen annesi:
-Bütün bunlar da ne demek oluyor böyle? diye kızına çıkıştı. Adınla ne zorun var ki senin? Ne dümenler çevirdin de kendini saklamak istiyorsun? Aman Allah’ım! Ben bunları da mı duyacaktım...
Feride hanım gerginleşen ortamı yumuşatmak için Figen’in annesine dönüp:
-Lütfen sakin olun dedi. Madem ki böyle istiyor bir bildiği vardır elbet. Figen’e yardımcı olalım. Saime kadın’ın sakinleşeceği yoktu:
-Figen adını rahmetli babası takmıştı dedi. Adamın mezarda kemikleri sızlayacak şimdi! Ne kadar şımarmış bu böyle. Okula başlamadan önce böyle değildi. Bir sene içinde kızımı tanıyamaz oldum. Keşke hiç okula falan göndermeseydim.
Feride hanım sakin ve yumuşak bir ses tonuyla:
-Bu o kadar da büyütülecek bir mesele değil dedi. Babası, Figen adını vermiş, bu sefer de siz bir isim verirsiniz olur biter.
Uzun süren sessizliğin hükmü, üst üste ve telâşla çalan şehirler arası telefonun ziliyle bozuldu. Feride hanım çantasından not defteri ve kalemini çıkardı. Ahizeyi kulağına götürdüğü andan itibaren söylediği her sözcüğü Figen’in annesi pürdikkat dinledi:
-Tamam efendim, bekliyorum... Hocam, İstanbul’dayım, Figen’in evinden arıyorum... Figen iyi... Annesini yanına almış, birlikte kalıyorlar. Dershaneye gidiyor... Hayır, hiçbir problem yok... Evet bir dileği var: Adını ve soyadını değiştirmek için yardımımızı rica ediyor... Evet öyle istiyor... Anladım, söylerim. Bir de yanağındaki ben vardı hani, o benin yanağından alınmasını istiyor... Kararlı görünüyor... Evet, öyle düşünmüş olmalı... Tamam hocam iletirim... Kalırım hocam... Söylerim. Tamam sizi yarın ararım.
Feride hanım, telefonu kapattıktan sonra:
-Hocamız size selam söyledi dedi. Sizin Figen’in yanında kalacağınıza memnuniyetini belirtti.
Figen sabırsızlıkla sordu:
-Benim için ne söyledi? diye sordu. Kızmadı değil mi?
-Hayır canım, kızmadı. İsteklerini düşünecek ve İstanbul’daki arkadaşları ile görüşecekmiş. Ben bu gece sizde misafim. Yarın hocayı tekrar arayacağım.
Saime kadının hazırladığı akşam yemeğinden sonra televizyon seyrederken göz kapakları ağırlaşan Feride hanım uyumak istediğini belirtti. Figen:
-Ablacığım, senin odan bıraktığın gibi duruyor. diyerek ayağa kalktı.
Feride hanım derin bir uykuya daldığı saatlerde Figen’in isteklerine üzülen anne kendini tutamadı:
-Seninki de iş mi dedi, kumanda verip duruyorsun. Baksana hemşiresi söylüyor, doktoru tasdik ediyor. Nesin sen, sultan falan mı?
Figen’in tartışmaya niyeti yoktu.
-Sen merak etme anne dedi, ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum. Haydi biz de uyuyalım artık, Feride ablam sabah erken kalkar.
Feride hanım, ertesi gün öğleye doğru Sedat hocayla telefonla görüştükten sonra Figen’in yanına oturdu:
-Canım, beni iyi dinle dedi. Eğer ki tıp fakültesini kazanırsan, isteklerin gerçekleşecek. Hoca bunun için İstanbul’daki avukat bir arkadaşıyla görüşmüş. Yanağındaki beni aldırıp aldırmaman konusunu tekrar düşünmeni istiyor. Aldırmaya karar verirsen bir saatlik iş... Hocamızın verdiği bir sözden caymadığını bilirsin. Tıp fakültesini kazanabilirsen, isteklerini olmuş bil. Yok kazanamazsan gelecek sene Bursa’ya dönüyorsun haberin olsun.
Figen kesin kararlıydı:
-Hocama söyle dedi. Kazanmak için çalışacağım bundan emin olsun. Kararım değişmez.
Feride hanım öğleden sonra vedalaşarak evden ayrılırken; Figen umut, heyecan ve dört elle test kitaplarına sarıldı.
***
Üniversiteye giriş sınavı sonuçlarının adaylara postalanmaya başladığı haberini televizyondan alan Feride hanım soluğunu ertesi gün İstanbul’da aldı. Figen’in kaderini değiştiren uzun zarfların ikincisi, iki günlük heyecanlı bir bekleyişten sonra geldi. Kazandığına emin olmakla birlikle zarfı açmaya cesaret edemeyip Feride hanıma uzatan Figen:
-Abla önce sen bak dedi.
Feride hanım heyecandan yaprak gibi titreyen Figen’in elinden tutup:
-Tatlım, dünyanın sonu değil ya... Otur şu koltuğa bakalım diyerek sakin bir şekilde zarfı açtı. Sınav sonuç belgesinin üzerindeki yazılardan: İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi yazısını okuduktan sonra elleriyle kulaklarını kapatan, Figen’in bileğine yapışarak sertçe çekti: Tebrik ederim diyerek belgeyi zarfıyla birlikte uzattı.
Figen, belgenin üzerindeki yazılar sanki kendiliğinden silinecekmiş gibi bir korkuyla defalarca kazandığı bölümü ve puanlarını okurken, Feride hanım Bursa’ya acele olarak şehirler arası telefon kaydını yaptırdı.
On dakika kadar sonra Feride hanım Sedat hocayla görüşüyordu:
-Hocam imtihanın sonucu belli oldu dedi. Figen, İstanbul üniversitesi İstanbul tıp fakültesini kazandı. İlk tecihiymiş... Rica ederim hocam, siz de sağ olun... Tamam hemen gideriz, adresi yanımda... Olur, söylerim. Yarın o işi de hallederiz endişeniz olmasın.
Telefonu kapatan Feride hanım:
-Hocam tebrik ediyor dedi. Çok mutlu oldu. Şimdi hemen avukata gidiyoruz. Adını ve soyadını değiştirmek için mahkeme kararı gerekiyor, bunun için hemen avukatla görüşeceğiz. Fakülteye kayıtlar sona ermeden mahkemenin neticelenmesi gerekiyor. Fazla zamanımız yok. Nüfus kâğıdını yanına al hemen çıkalım. Yarın da yüzündeki ben işini halletmek için doktora gideriz.
Annesi, kızının istediği fakülteyi kazanmasına ne kadar sevindiyse; yüzündeki beni aldırmasına, adı ve soyadını değiştirmesine de o kadar üzüldü. Fakülteye ’Tülay’ ismiyle kaydını yaptıran kızının yüzünde, yanağındaki benden de eser yoktu. Kızına yeni bir isim vermeye yanaşmayan anne, eski isminden bir harf dahi çağrıştırmayan yeni isme yıllarca alışamadı.
***
Tülay, parmağında sahibi olmayan nişan yüzüğü ile fakültede derslere başladı. İki hafta sonra öğleden önceki son dersin bitiminden sonra Tülay’ın yanına gelen genç bir bayan:
-Tülay hanım siz misiniz? diye sordu. Tülay endişeli bir sesle:
-Evet benim dedi, bir şey mi oldu? Genç bayan başasistan olarak kendisini tanıttıktan sonra:
-Beni dekan yardımcısı gönderdi dedi, bir konu hakkında sizinle görüşecekmiş. Hoca hanım şu anda odasında sizi bekliyor, müsait iseniz hemen gidelim.
Tülay, tedirgin adımlarla başasistanı takip etti. Dekan yardımcısı güler yüzlü bir hocaydı. Başasistanına gitmesi için izin verdikten sonra, Tülay’ın sınavdaki başarısını tebrik edip:
-Seninle konuşmam gereken bir iki konu var dedi. Öğle yemeği için dışarıya beraber çıkalım, misafirim olursun.
Yemek bahanesi ile Tülay’ı dışarı çıkaran hoca masaya oturur oturmaz konuşmaya başladı:
-Öğrenci olaylarını biliyorsun dedi. Bir kez bulaştın mı bir daha kurtulamazsın. Dağıtılan bildiriler ve yapılan eylemleri kendin de görüyorsun. Bu olaylar böyle devam ederse çok cana mal olacak, pek çok gencin hayatını karartacak. Kesinlikle bu olaylara bulaşma. Anneniz ile birlikte kaldığınızı öğrendim. Bu senin için bulunmaz bir nimet. İllegal örgütlerin tuzağına düşmene nisbeten engel olur... Dağıtılan bildirileri almak zorunda kalsan da sakın üzerinde taşıma. Kitap ve teksirlerinin arasında sakın bildiri barındırma!
Hoca hanım garsona yemekleri ısmarladıktan sonra konuşmasına devam etti:
-En önemli husus eylemlere katılma! Emniyete bir kez kaydın geçti mi, ondan sonraki her olayda seni de sorgulamaya alırlar haberin olsun.
Tülay, hoca hanımın anlattıklarını can kulağı ile dinliyordu:
-Hocam nasihatleriniz için teşekkür ederim. Benden yana bir endişeniz olmasın. Emin olun sadece derslerimle ilgileneceğim. Benim okumak için söz verdiğim, bana emek veren insanlar var. Onların yüzüne nasıl bakarım sonra?
-Bir sorun ile karşılaşırsan haberim olsun. Bana gelmekten çekinme, olur mu?
-Hocam ilgi ve desteğiniz için çok teşekkür ederim. Emin olun size mahcup olmamak için elimden ne gelirse onu yapacağım.
-Öğrencilere ilk yıllarda fakülte hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Sonra yılların nasıl geçtiğini anlamazlar. Hele morfoloji bitsin, staj yılları rüzgâr gibi geçer.
Ekonomik gücü, bir doktorla nişanlı sanılması ve hocaların desteği Tülay’a dokunulmazlık zırhı sağlamıştı. Sayılı yıllar su gibi akıp gitti. Adı üstün başarıyla özdeşleşen Tülay, stajyerlik döneminde aldığı asistanlık teklifleri ile fakülteden mezun olduktan birkaç ay sonra da dahiliye servisinde asistanlığa başladı. Asistanlığının üçüncü ayında ziyaretine gelen Feride hanımın memnuniyeti yüzünden okunuyordu.
Tülay uzman olduktan bir yıl sonra annesini kaybetti. Kızının başarıları ile mutlu olan kadın tek evladının mürüvvetini göremeden kalbine yenik düştü.
Hayat, sakin ve parlak geçen doçentlik yıllarına nisbet, acı sürprizini Tülay hocaya profesör olduktan bir yıl sonra hazırladı. Annesinin vefatından sonra, ilk evini olduğu gibi bırakmış, İstanbul’un Avrupa yakasında satın aldığı yeni evine taşınmıştı. Fakülteye çok yakın olan ev yüzlerce kalp hastasının hayatının kurtulmasını sağlamıştı. Yorucu bir gün geçiren Tülay hoca, akşam haberlerini izlerken televizyonun karşısında uyuyakaldı. Israrlı çalan telefon sesiyle irkildi. Arayan nöbetçi asistan, hocanın uykulu sesini duyunca:
-Hocam özür dilerim dedi. Acil bir hasta getirdiler. Saygın bir işadamı oteldeyken fenalaşmış, bize yönlendirmişler. Haber vermek istedim.
Önemli bir sorunla karşılaşılmadan gece çağrılmayacağını bilen Tülay hoca:
-Peki, hemen geliyorum dedi.
Tülay hoca hastanın bulunduğu odaya adımı atar atmaz nöbetçi asistan elindeki EKG şeridini uzattı. EKG üzerinde gözleri hızlı bir şekilde gezinen hoca kâğıt şeridi asistana geri uzatırken:
-Enfarktüs dedi! Hemen morfinle atropin karıştırıp yapın. Damar yolunu açın, aritmi ve arrest olasılığı yüksek, dikkatli olun. Ben birazdan geliyorum.
Tülay hoca odasına çıkıp üstünü değiştirdikten birkaç dakika sonra hastanın odasına geri döndü. Kâlbini dinlerken hocanın endişeli yüzü asistanın gözünden kaçmadı. Hastanın göz kapaklarını aralayıp mavi gözüne ışık tutan Tülay hocanın yüzündeki ifadeye dikkat eden nöbetçi hemşire hastanın durumunun ağırlaşacağını düşünürken; asistan, hasta hakkında öğrenebildiklerini sıraladı:
-Otel görevlileri, hastanın Bursa’lı saygın bir iş adamı olduğunu söylediler. Yemekten sonra fenalaşmış. Yetkililer buraya yönlendirmişler. Sonradan gelen adamlar sizi hemen aramamı istediler.
-Kimmiş, adı neymiş, söylediler mi?
-Tayfun! Adamları Tayfun bey diyorlardı.
Tayfun adını duyan Tülay hoca, elinde olmayarak hastanın üzerine doğru eğilip bakarken, yüzü sararmaya ve dizleri titremeye başladı. Düşmemek için son gücünü kullanarak kendisini zar zor kapıdan dışarıya atabildi.
Ne olduğunu anlayamayan hemşire de peşinden dışarı fırladı. Duvara yaslanarak ayakta durmaya çabalayan Tülay hocayı kollarından tutup telâşlı bir sesle:
-Hocam neyiniz var? diye sordu.
Tülay hoca kupkuru bir sesle:
-Şöyle oturayım dedi, bana bir bardak su getirir misin?
Hemşire koşup getirirken içindeki suyun yarısını yere döktüğü bardağı hocaya uzattı. Titreyen elleriyle bardaktan bir yudum su alarak ağzını ıslatan Tülay hoca, endişe ve merakla gözleri fal taşı gibi açılarak gelen asistanına:
-Merak etme, ben iyiyim dedi. Çok yorgun ve uykusuzdum, eğilirken birdenbire başım döndü. Sen beni bırak da hemen hastanın yanına dön. Haydi, hastaya bir şey olmasın. Üzerindeki şaşkınlığı henüz atamayan hemşireye de: Siz de hemşire hanım, gidin ve hastanın başından ayrılmayın dedi!
Bir haftalık yoğun bakımın ardından, özel bir odaya alınan Tayfun beyin klinik durumu hızlı bir iyileşme gösterdi. Taburcu edildiğinde hayatını kurtarmak için yoğun bir çaba gösteren Tülay hocayı görmek istediğini söylediğinde kendisine hocanın izinli olduğu söylendi.
Üç hafta sonra üzerindeki şoku henüz atlatamayan Tülay hoca odasına gelirken kapının önünde bekleyen Tayfun beyle karşılaştı. Geçirdiği enfarktüse rağmen oldukça sağlıklı görünen Tayfun bey:
-Tülay hoca hanım siz misiniz efendim? diye sordu.
Hocanın hiçbir kaçış yolu yoktu, zamansız yakalanmıştı:
-Evet benim dedi, geçmiş olsun sizi sağlıklı gördüm.
-Size teşekkür etmek için özel olarak geldim diyerek elini bir anda uzatıp hocanın elini tuttu, Tülay hoca ateşe değmiş gibi elini hızla çekerken:
-Rica ederim, görevimizi yaptık. Müsaadenizle...
Tayfun bey konuşmaya isteksiz davranan hocaya:
-Hocam sizi bir yerlerden gözüm ısırıyor ama çıkaramadım. Daha önce hiç karşılaştık mı? diye sordu. Konuşmayı bir an önce bitirmek niyetinde olan Tülay hoca sinirli bir sekilde:
-Yoğun bakımdayken sizi kim tedavi etti? demiş bulundu.
-Ben o zaman kendimde değildim ki, baygınmışım. Kendime geldikten sonra sizi hiç görmedim. Daha önce hiç karşılaşmadık mı?
Tülay hoca sabrının son sınırındaydı.
-Beyefendi, sizi daha önce hiç görmedim dedi! Görseydim hatırlardım. Lütfen müsaade edin, çok işim var diyerek odasına girip çantasını alarak dışarı çıkması bir oldu. Kapısını kilitleyip önünde kalakalan Tayfun beyin bir şey söylemesine izin vermeden merdivenlerden indi.
Tayfun beyin hayal ettiğiyle, karşılaştığı Tülay hoca birbirinden çok farklıydı. Merdivenlerde kaybolan hocanın arkasından:
-Saygısız insan dedi, Hoca olmuş ama insan olmasını becerememiş!... İyi de, ben bu hocayı daha önce nerede gördüm ya?... Tülay, Tülay,... Hiç de hatırlamıyorum ya...
Beklenmeyen bir yenilginin ağır yüküyle İstanbul’dan ayrılan Tülay hoca hava kararmaya başladığında Bursa’ya ulaştı. Feride hanımı evde bulamayınca Sedat hocanın kapısını çalmak zorunda kaldı.
Sedat hoca gelen misafirini gördüğüne inanamayan gözleriyle süzdü. Tülay hoca, donup kalan Sedat hocaya:
-Hocam, beni tanımadınız mı yoksa? diye sordu.
-Tanıdım, tanıdım hocam. diyen Sedat hoca hiç beklemediği misafirinin elini sımsıkı tutarak içeriye çekip kapıyı örttü.
Tülay hoca salonda masaya çantasını bırakır bırakmaz kolunu Sedat hocanın boynuna doladı, hıçkırıkları konuşmasına meydan vermemişti. Ömründe ilk kez ve güvendiği tek erkeğin göğsüne yüzünü gömdü. Sedat hoca, yaşça kendisinden küçük, akademik ünvan olarak en üst basamaktaki meslektaşını sevgi ve özlemle kucaklamıştı. İki hocanın sarmaş dolaş olması dakikalarca sürdü. Tüm çabasına rağmen gözyaşlarına hakim olamayan Sedat hoca kollarını gevşetip:
-Hocam ayakta kaldınız, lütfen şöyle buyurunuz demeseydi, Tülay hocanın hıçkırdığı göğüsten ayrılacağı yoktu.
Sedat hoca gözlerini silerken, Tülay hoca çöktüğü koltukta ellerini gözlerinden çekip:
-Yorgun ve bitkinim hocam dedi. Sabahtan beri hiçbir şey yemedim, içmedim. Otobüsten indiğim andan beri de başım dönüyor.
Sedat hoca su bardağını misafirine uzatırken:
-Yemeğim var dedi, biraz dinlen ikram ederim. Buyur önce suyunu iç.
Tülay hoca suyu yarısına kadar içerek bardağı elinde tuttu. Sedat hocanın sorgulayan gözlerine bakıp:
-Nereden ve nasıl anlatmaya başlasam hocam... Neyi anlatsam bilmem ki... Hiç tatmadığım baba sevgisinin özlemini mi?... Gündelik işlere giderek beni büyütmeye çalışan annemin çilesini mi? Yepyeni umutlarla geldiğim şehirde üç ay gibi kısa sürede düşürüldüğüm tuzağı mı?... ve bu güne kadar hiç kimseye anlatamadığım, ölünceye kadar aklımdan çıkmayacak olan acı gerçeğim: Feride ablam ilk bebeği sol göğsüme tutmuştu, o kadar masum bir süt emmesi vardı ki... Sağ göğsüme yapışan ikinci bebek de ilkini aratmadı. Masumların dünyadaki kepazeliklerden haberleri yoktu. Saf, masum ve günahsız yavrular... Hocam, inanır mısınız o bebekler beni çok iyi anlamışlardı. Süt emmelerini biraz daha uzatsalardı yeminle söylüyorum: Onları başkasına verme cesaretini kendimde bulamazdım. İkinci bebeğin götürülüşü, benim için tufan sonrasının korkunç sessizliği oldu. Esrarlı sessizliğe dayamadığımdan: Ben kalkıyorum! diye seslenmiştim. Benim hiçbir şeyim yok, kendimi gayet iyi hissediyorum. Eve gitmek istiyorum demiştim. Oysa kendimi hiç de iyi hissetmemiştim hocam. O anda, dayanılmaz sessizliğin beni çıldırtacağından korkmuştum!
O bebeklerin, göğüslerime miras kalan sıcaklığı; vuslatsız bir sevda gibi ömrümce terketmedi beni. Feride ablam size söyledi mi bilmiyorum: Verdiğiniz ilaca rağmen sütüm kesilmedi. Rüyalarımda o bebekleri hep emzirdim. Göğüslerimin ağlaması neredeyse bir aya yakın sürdü. Göğüslerimde hâlâ o bebeklerin sıcaklığını hissediyorum, anladım ki; ömrümün sonuna kadar da bu böyle sürüp gidecek.
Tülay hoca elindeki bardakta kalan suyu da içip, parmağındaki sahipsiz nişan yüzüğüne bakarak duygulu konuşmasını sürdürdü:
-Parmağıma kendi taktığım bu nişan tüzüğü ile geçen yıllarım... Herkes beni nişanlı biliyordu. Öğrencilik bitti, asistanlık bitti, uzmanlık bitti,... Gizil bir güç gibi, dokunulmaz bir tılsım gibi hep parmağımda taşıdım. Son yıllarda alay konusu olduğuna hiç şüphem yok.
Üzerimdeki hakkınızı inkâr edemem. Varlığınızı hep yanıbaşımda hissettim. Fakülteye başlar başlamaz dekan yardımcısının ilgi ve desteği, stajyerken aldığım asistanlık tekliflerinde sizin desteğiniz vardı. Hep yanı başımdaydınız. Hocam bir gün beni ziyarete gelir beklentisiyle yıllarım geçti. neden hocam, bana bu kadar yardımda bulunmuşken bir gün olsun beni ziyarete gelmediniz. Özür dilerim, sormadan edemedim!
Sedat hoca üzüntüyle dinlemekte olduğu misafirinin sorusu üzerine:
-Emin ol çok gelmek istedim dedi. Geçmişte yaşadığın acı günleri hatırlatmamak adına gelemedim. Hatta bunun için mecbur kalmadıkça Feride hanımı da göndermemeye özen gösterdim.
-Gördüğünüz gibi pek bir işe yaramamış hocam, acılarımı unutamadığım gibi bir de sizin özleminizi çektim. Biliyor musunuz sadece bir gece uyuduğunuz odanın kapısını kilitledim, o gün bu gündür bıraktığınız gibi kaldı!...
Sedat hoca konuşmanın yönünü değiştirmek için misafirinin sözünü kesmek zorunda kaldı:
-Hoca hanım, bunları anlatmak için gelmediğinize eminim dedi. Sizi buraya getiren asıl meseleye değinseniz diyorum...
-İrademin yenilgiye uğradığı bu günde elimde olmayarak söyleyemediklerimi de söylüyorum işte. Göğsümdeki sızı hocam, hiç geçmedi! Nereden geliyor bu ince sızı, bilemedim. Sinüs düğümünden mi, his hüzmesinden mi yoksa Purkinje hücrelerinden mi anlayamadım. Kardiyolog olursam sızımı kendim tedavi ederim sandım... Neyse asıl soruna gelelim: Tayfun beni buldu hocam. Yirmi yıl sonra...
-Tanıdı mı peki?
-An meselesi!
-Nasıl oldu?
-Bir gece servisten acil bir hasta için aradılar, Bursalı bir iş adamının otelde fenalaştığını söylediler. Hasta, arrest olasılığı yüksek akut myokart enfarktüsü olgusuydu. Hastanın Tayfun olduğunu anladığımda rahatsızlanmama rağmen tedavisi için elimden geleni yaptım. Yoğun bakımdan çıktıktan sonra beni tanımaması için yanına uğramasam da tedavisini takip ettim. Tedaviye umduğumuzdan da iyi yanıt verdi. Taburcu ettirdiğim gün serviste bulunmadım. Aradan bir ay bile geçmeden, bu sabah serviste kapımın önüne dikilmişti. Tanışmak ve teşekkür etmek amacıyla geldiğini belirterek benimle tokalaşmaya yeltendi. ’Daha önce hiç karşılaşmadık mı?’ diye sormaz mı, çok korktum! Kendisini daha önce hiç görmediğimi belirterek kapımı kilitleyip hemen yola çıkarak buraya geldim.
-Bence gereksiz bir panik, bundan sonra size hiç bir zarar veremez. Sizin isminiz, O’nun cismini bu dünyadan silmeye yeter de artar bile!
-Hocam korkum sadece bana zarar vermesi değil, zaten bana verebileceği en büyük zararı yirmi yıl önce verdi! Ya beni tanır da ikinci bir enfarktüs geçirirse bu sefer ben de kurtaramam. Daha önce ölümden kurtardığım bir hastanın kapımın önünde ölümüne sebep olmak... Düşünmek bile istemem!
-Hocam, eskiler: ’Su testisi su yolunda kırılır!’ diye boşuna dememişler. Kim bilir oteldeyken ne yaparken enfarktüs geçirmiştir. Bir de onu mu düşüneceksiniz? Bundan sonra size zaten istese de bir zarar veremez. Sizi tanıyacak olsa emin olun yüzünüze bakacak hali kalmaz. Sizi tanımamıştır, müsterih olunuz. Bence bunları düşünmeyiniz bile.
-Söylemek istediğin başka bir şey kaldı mı?
-Sormamam gerektiğini ve yanıt alamayacağımı bildiğim için; ne kadar merak etsem de, bence en önemli şeyi sormayacağım hocam!
-Soramadığın soruyu gene de cevaplayayım hocam: Bakarsın, onlardan birisi belki bu yıl, belki gelecek yıl belki de daha sonraki yıllarda senin öğrencilerinden birisi olur; dua et de ikisi birden olmasın!
-Tanıyabilsem...
Sedat hoca aç ve yorgun misafirinin daha fazla konuşmasını istemedi:
-Geldiğinizi, hemşire hanıma haber vereyim diyerek ayağa kalktığında, Tülay hoca:
-Gelirken Feride ablama uğradım dedi, evde yoktu.
-Şimdi dönmüştür. Telefon edeyim gelsin.
Sedat hocanın gerekçesini belirtmeden çağırdığı Feride hanım, Tülay hocayı görünce:
-Bu ne sürpriz böyle, canım gelmiş! diyerek kucakladı.Kaşla göz arası yemek masasını donattı. Tülay hoca, endişelerinden arınmış bir halde oturduğu masada iştahla yemek yedi. Yemekten sonra Feride hanımın ikram ettiği kahve ve sıcak dostluk ortamı Tülay hocanın iki ay süren sıkıntılı günlerini sona erdirmiş oldu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Feride hanımın kendisine bakıp bakıp güldüğünü gören Tülay hoca:
-Abla sen yine bir cinlik düşünüyordun dedi, Sakın...
Tülay hocanın sözünü kesen Feride hanım Sedat hocaya:
-Hocam biliyor musunuz: İstanbul’da zilli maşaları profesör yapıyorlarmış(!) der demez ayağa fırladı, kapısı salondan açılan odaya kendisini atar atmaz kapıyı kapatıp, arkasında durdu.
Tülay hoca, Feride hanımın kapattığı kapının önüne damlamakta gecikmedi. Kapının kolunu zorlayarak:
-Abla aç kapıyı dedi, aç diyorum sana.
-Açmam, niçin açayım ki...
-Sen lâzımsın bana, aç kapıyı diyorum.
-Ne yapacaksın beni?
-Seni, İstanbul’a götüreceğim.
-İstanbul’a mı, niçin?
-Ordinaryüs yapmak için bir zurnacı lâzım(!)... Aç kapıyı.
Sedat hoca, ellerini birbirine çarparak:
-Tamam, çocuklar tamam dedi. Teşekkür ederim, gösteriniz harikaydı. Gelin artık.
Ertesi gün İstanbul’a geri dönmeye karar veren Tülay hoca, gece yarısı Sedat hocayla vedalaşarak Feride Hanımla evden ayrıldı.
Tülay hocanın, Sedat hocayı evindeki bu ilk ziyareti ne yazık ki aynı zamanda son ziyareti oldu. Üç kişiyi son kez bir araya getiren bu buluşmadan altı ay sonra, şeker hastalığının ağırlaştırdığı böbrek yetmezliği ile Sedat hoca Feride hanım ve Tülay hocayı bir kez daha öksüz bırakarak dünyadan göçüp gitti.
Sedat hoca vefatıyla, bebekleri kime verdiğinin sırrını da beraberinde götürdü. O konuda Feride hanımın ağzını bıçak açmadı. Tayfun’la bir daha karşılaşmayan Tülay hoca, Sedat hocanın vefatından dört ay sonra; hayatını karartan adamın geçirdiği ikinci enfarktüs sebebiyle öldüğünü, telefonla Feride hanımdan öğrendi.
Göğsündeki sızıyla yaşamını sürdüren Tülay hoca bebeklerin izine rastlayamadı. Kader, on binlerce hastanın kurtuluşuna vesile olan, sayısız dua alan ve binlerce hekim yetiştiren Tülay hocayı; aynı şehirde yaşadığından habersiz olduğu talihsiz kızı Zernişan’ın, inanılmaz dramından habersiz bıraktı.
( Dördüncü bölümün sonu...)