- 984 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAHYA KEMAL VE BAYRAMLARIMIZIN RUHU
Türkiye’de halkın bayramı algılama ve kutlama şekli değişti mi dersiniz? Bayram tatilleri uzun oldukça yollarımızın bereketi artıyor. Bunda, tatile gidenleri ayrı bir kefeye, bayram dolayısıyla Anadolu’da yakınlarını ziyarete gidenleri ayrı bir kefeye koymak gerekiyor.
İslam’a göre, Bayram’ın kutsiyeti, ailesiyle, akrabalarıyla ve çevresindeki insanlarla mutluluğu paylaşılarak yaşanır.
Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da farklı kültürlerden gelen insanlar farklı anlayışlar ortaya koyabilirler. Tatil Müslüman için veriliyor ama, Müslüman olmayan, Müslüman olduğu halde oruç tutmayan, Müslüman ismi taşımasına rağmen orucu ve bayramı kabullenmeyen ama tatilinden yararlanan insanlara; “bu tatil oruç tutanların hakkıdır”, gibi bir dayatma hakkınız yok, olamaz da. Bırakalım, onlar da İslam’ın bu izzetinden faydalansın, kendine göre bunu tatile dönüştürsün. Belki içlerinden bazılarına bir ses, “Müslümanların bu ibadeti olmasaydı, biz bu şansı kullanamazdık. Onlara bir minnet borcumuz var herhalde”, dedirtebilecektir.
Bizim üzerinde esas duracağımız mesele: Bayram’ın kültür ve medeniyetimiz içerisindeki belirleyici rolünün artıp artmadığı olmalıdır.
Öyle sanıyorum ki, Bayram’ı bir medeniyet hareketi olarak algılayışımızın yanında onun kültürel cephesini bize ilk hatırlatan Yahya Kemal olmuştur. O’nun “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli şiiri, bizde bayramı halk geleneği içindeki kendi hususi halinden alarak entelektüel kavrama seviyesine çıkarmış ve millî idealizmle dinî duyarlılığın sentezini yapmıştır:
Tarihle hayat arasındaki her düşünce, insanın ölüm gerçeğiyle yüzleşmesine de kapı aralar. Tarihine aşık olan Yahya Kemal, hayatı Bayram Sabahı’nda bir başka cephesinden kavramaya yönelmiş bir farklı kimlikle Süleymaniye Camii’ndedir. Onun bu şiirinde Bayram namazını yalnızca halk kılmamaktadır. “Gökte kanat, yerde ayak sesleri”ni duyarken camiye şehitlerle insanların birlikte girdiğine dikkatimizi çeker ve bunun sevinçten ziyade tarihe dönüşen bir kıyam halini aldığına işaret eder:
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
Her ufuktan yola düşen binlerce hayalet, “Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, / Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.” Dolayısıyla “ruh orduları”nın neferleriyle, Müslüman halkın müminleri burada Süleymaniye’yi tarihe dönüştürmenin huzuru içindedirler. Burada iki ayrı ruhun bir bütünün ana parçalarını oluşturduğunu görürüz. Birisi, şehitlerin ruhaniyetleriyle orada olmaları, ikincisi orada olanların caminin ve bayram namazının ruhaniyetiyle kendi ruh dünyalarını ilahi tecelliye teslim etmeleri…
Yüce Yaratıcı, kendi lisanıyla, Kur’an’ın indiği Kadir gecesinden söz ederken; “O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar”, (Kadir, 97/4) buyurur. Bu, meleklerin yeryüzüne indiğinin ifadesidir. Şair, bu mübarek geceden üç gün sonra gelen Bayram sabahında melekleri değil, şehitleri indirmektedir. Kur’an’da şehitler için, özendirici ve olumlu ve hatta müjdeleyici ifadeler yer alır: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızklara mahzar olmaktadırlar.” (Ali İmran 3/169.) Şimdi böyle bir ortamı oluşturan bu caminin varlığını da ayrı bir ulvî tecelli olarak görür ve şiir de bu da özel olarak dillendirilir:
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.
Bu bayram sabahında camide ruh ve beden bütünleşmesi, insanın kendi deruniliğine yönelişiyle birlikte şehitlerin insanlarla bir araya gelmesi şeklinde anlatılmaktadır. Hatta öylesine bir anlatış vardır ki, getirir şehitleri saflara yerleştirir ve onları bize nefer (asker) figürüyle bütünleştirerek tanıtmayı da ihmal etmez:
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i
Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü’min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Camide, asker elbiseli bir genç’in vecd hali, kendisini tarihin o eşsiz derinliğine götürür, O gencin şahsında, “Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz”i görür.
Aslında Yahya Kemal’in bir figür olarak aldığı saftaki bir asker’in duruşu, masumiyeti, saflığı, gücü, bir yerde gelir vatanın bütünlüğü için anıtlaşan Müslüman Türk iradesinin resmi haline dönüşür.
Şair, Bayram Namazı’nın, o teslimiyet panayırının içerisine bu askerle birlikte şehitlerimizi de getirmeyi ihmal etmez. Şehitlerin ruhaniyetine kendi gönlündeki cismaniyeti giydirir. Onları mücessem hale getirir ve tablo halinde anlatır. Burada Malazgirt’ten gelenlere işaret ederken, şiirinin devamında, Kosova’dan Niğbolu’dan Varna’dan, Belgrad’dan, Budin’den, Uyvar’dan Adalar’dan, Tunus’tan, Cezayir’den Çaldıran’dan Mohaç’tan ve hatta “Yeni Doğmuş aya baktıkları yerden” gelmekte olduklarını dillendirir.
Yahya Kemal, bu şiirinde öylesine bir uhreviyet çadırı kurmuştur ki, sadece şehitleri ve bayram’a gelenleri toplamaz buraya. Caminin içerisindeki o ses mahşeri içerisinde, “Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; / Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine”, diyerek Anadolu’nun bütün şehirlerinin siluetini görür. Hatta bu ulvî ortamda top seslerini yalnız kendisi duymaz: Oraya gelenle birlikte paylaşır bu geçmişin ihtişamını:
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Bu şiir modern ifadesiyle pastoral bir şiirdir. Burada, caminin neresine bakarsanız bakın, askerleri, şehitleri, müminleri, Anadolu şehirlerinin aynı heyecanı yaşayan hareketliliğini gösterir bize. Sonra döner, bir teselli yumağını açar gönümüze ve “Senelerden beri rüyâda görüp özlediği Cedlerin mağfiret iklimine” girerek, oradan bize “Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan”ların portelerini sunar. Artık Şair, bu mabed’in taştan bir yapı olmadığının da idrakine ulaşır. Şiirini kendi inanç muhasebesini yaparak bitirir:
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
*
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Bayram’ı kendi ulvî ortamından çıkararak tatile dönüştürenler ve hatta bayramı bir gelenek coşkusu içerisinde görenler de keşke Yahya Kemal’in bu duyarlılığının farkında olabilseler… Onu bir ölüm yıldönümünde daha anarken, Bayramın gölgesi üzerimize düştüğü için Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nda bayramlarımızın ruhunu aramayı düşünmek herhalde en güzel bir anma şekli olacaktır. Ruhu şad olsun.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.