O Samur Fırça
uyandı
aynaya baktı
çok tanıdık birine benzetti siluetini
üzülmedi
hiçbir şeye benzetmese
daha mı iyiydi…
Ne ara geçtiğini anlamadığı otuz yıl boyunca tek değişmeyen gerçek ona duyduğu özlem oldu. Neyle ve neden yandığı bilinmeyen teninin büyüsünde aşınmış bir ömürdü bu. İçine parlak bir ışık gibi, kavuran kızgın yağ gibi damlayarak artan hasretin parçacıkları kanatıyordu bağrının çeperlerini.
Kendinden uzaklaştıkça hayalinin vücuduna daha çok kaynaması değildi onu şaşırtan. Ellerini benzetemedi kendi soyundan gelenlerinkine. Tuhaf olan, tüm dünya ona kahkahalarla gülüyor ve yenilgisini bir karnaval havasında kutluyordu.
Anlaşılmamak hayatı boyunca gölgesi gibi peşinde olmuştu. İçten içe hoşuna gittiği bile söylenen bu karmaşık duyguyu aileden biri gibi kabullenmişti.
Gençliğinde saç sakal birbirine karışmış haldeyken ki netliğini düşündü. Şimdi saçlarını ne kadar fırçalarsa kafası o denli daha fazla karışıyordu.
Herkes gibi olmak gibi bir derdi hiç olmamıştı.
Gülebildiği günlerde daha dayanıklı hissediyordu kendisini.
Onların istediği gibi olmadı hiç.
Doyasıya günü tatmaktı tüm istediği belki de bunu istemekti tüm suçu.
Masanın aylarca silinmediğinden tozlu olması kimin isteğiydi. Dilediğini yaşamakta özgür olabilmesi adına eritilmiş gamzelerden yapılı bir heykelcik değil mi yaşam denilen şiir.
Memleketten gelmiş zahterle yapılmış bir kahvaltının damaktaki tadını katlayacak bir plak seçme hayali ona çok görülmüştü. Antika bir pikap dolabı ve elli yıllık plakları edinebilmek için neler kaybettiğini düşündü.
Berbere gitmeyeli iki ay olmuştu. Sinemaya gitmeyeli sekiz yıl. Birine bağlanmayalı ise tam otuz yıl geçmişti.
Zar zor bulduğu işten ayrılmasına çok kızan arkadaşları da gelmiyordu artık.
‘Beni yalnız bırakın’ demenin, aslında kucaklayın ne olur beni diye yalvarmak olduğunu anlayamayan iyi insanlardı onlar.
Sehpanın üstü ödenmemiş faturalarla doluydu. Erken ölen pederden kalma bu ev olmasa sokakta donarak ölmesi beklenebilirdi.
Sürekli iç gıcıklatan bir kaşınma hissi başına bela olmuştu. Bacaklarını, kollarını kaşımaktan kendini alamıyor ve her defasında kanatıyordu. Vücudunda açtığı yaralarına sinekler konuyor ve o buna aldırış etmiyordu.
Görünmeyen yaralarını süpürmek için pederden kalma tıraş fırçasını kullanıyordu. Aile hasreti çektiğinde, aşktan yandığı gecelerde, iyi bir romanı bekler gibi çömeldiği pencere önünde süpürüyordu yaralarından akan irini.
İyi insan olmak dışında hiçbir yeteneği olmayan babasının yadigârı kahverengi samur fırça evin başköşesinde durur her zaman. Kimselerin onu duymadığı anlarda yetişir yardımına. Sessiz çığlığı ile söylenmiş bir çocuk şarkısı gibi öper yanaklarını. İlk kez dokunulmuş sevgili saçları gibi titretir içini. Ağlamaktan şişmiş gözaltlarına masaj yapar bazen.
Onların istediği yerlerde durmadı hiçbir zaman.
Zamanlamasının kötülüğünü de kabul etmiştir.
Tüm dünya namussuz olana dek aynı kalmak istiyordu.
Gidecek bir işi olmayalı iki ay olmuştu. Gidecek bir komşusu olmayalı kaç sene? Öpecek bir sevgilisi olmayalı ise otuz sene…
Tozlu ardiyeden çıkardığı baba yadigârı akordeonun başında ağladığı bu gece çok yıpratıcı geçmişti.
İçinin pisliğinde yüzen kötü insanların yüzleri ile didişmekten bıktığını anladığı gün bırakmıştı işini.
En ince ayrıntısına kadar temizledi akordeonu. Samur fırça yorgunluk nedir bilmeden omuz veriyordu yaşamına. Bezlerin giremediği köşeleri temizledi fırçayla. Duvarda asılı fotoğraftan göz kırpıyordu pos bıyıklı bir adam.
Bu kez babası değil o çaldı akordeonla ‘Bessame Mucho’ yu. Hiç görmediği annesiyle babası dans ettiler yazlıklarından görünen gölün üstünde. Dondurma almadılar diye sızlanmadı sahilde üçü yürürken bu kez…
25.10.11
Nadir