- 523 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAZAR ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ BU?
“(…) ‘Ne istedin adamdan’ dedi. ‘Keyfini kaçırdın oruçlu oruçlu.
‘Bırak allasen müdür bey. Bazen kanıma dokunuyor vallaha.
Sen onun oruçlu olduğuna inanıyor musun? O ne hinoğluhindir,
o ne kahpe dinli kızılbaştır o! Müslüman olsa acımak bilir.”
(sayfa 46)
*
“(…) Tam ben böyle düşünürken üzgün gözlerini kaldırıp ıslak ıslak
bana baktı. Ve işte o anda, tövbeler olsun, abla-kardeş, Kızılbaş-
lar gibi sarmaş dolaş oluverdik.” (sayfa 61)
Haldun Taner (Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu / Ayışığında, Çalışkur.) Bilgi Yayınevi 2005
Birinci alıntı Kızılbaşların, hem hinoğluhin hem de kahpe dinli olduklarını söylerken, ikinci alıntı Kızılbaşların, abla-kardeş demeyip sarmaş dolaş kendilerini yatağa atan ahlâk yoksunu kimseler olduğunu ifade ediyor.
Bu somut durumu saptadıktan sonra, konuyla ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum:
En iyi tanıdığım ve sevdiğim yazarlardan Haldun Taner’in kitaplarının yeni baskılarının yapıldığını duyunca sevinmiş birkaçını birden edinmiştim. Ellisinden sonra öykü yazmaya soyunmuş biri olarak, bulunduğum yeri doğru algılamamı onun öykülerinden daha iyi kim/ne sağlayabilirdi ki?
“Şişhanede Yağmur Yağıyordu” öyküsünü kimbilir kaçıncı kez zevkle okudum.
Arkadan onun kadar güzel başka bir öykü. Daha onların tadı damağımdayken “Kantar Kâtibi Alirıza Efendi”yi okumaya başlıyorum. Derin entelektüel birikimini her tümceye sindirmekte güçlük çekmeyen yazarımın ustaca kurguladığı serüvene takılmış gidiyorum. Öyküde, evine gitmek üzere kıraathaneden ayrılan emekli Alirıza Efendi’nin arkasından kahveciye söyletilen sözlerle irkiliyorum.
Kahveci, masada kalanların onaylayan tavırları eşliğinde şöyle söyleniyor:
“O ne hinoğluhindir o, o ne kahpe dinli Kızılbaştır o.”
O güne değin severek okuduğum, belleğimde kişiliğiyle ilgili hiçbir olumsuz iz taşımadığım, televizyon ekranından yitirdiğimizi öğrendiğimde yakın bir arkadaşımı yitirmiş gibi acı duyduğum adam mı yazmıştı bunları? Daha önce okumamış mı, okumuş da anlayamamış mıydım bu öyküyü? En yakınımda kim varsa onunla konuşup dertleşmek için kitabı kapatıyorum. Eşime ve kızlarıma aktarıyorum okuduklarımı.
Hep birlikte şaşırıyoruz.
"Yazarın özgürlüğü ve özgünlüğü" açılarından bakmaya çalışıyorum. Olmuyor.
Bir yanlışlık eseri yazılmış olabileceğini düşünmek istiyorum. Yayınevinin ciddiyeti, kitabın dokuzuncu baskısının yapılmış olması ünlü yazarımı koruma girişimlerimi boşa çıkarıyor.
O gün bir daha açamıyorum kitabın kapağını. Oysa daha okunacak hayli öykü var. Ayrıca, öteki öykülerde de benzeri yaklaşımların yer alıp almadığını merak ediyorum.
Birkaç gün ara verdikten sonra merakıma yenik düşüp okumayı sürdürüyorum.
Yazarıma yakıştıramayacağım yeni bir olumsuzlukla karşılaşma korkusu büyüyor içimde. Güzel, yetkin öyküler okuyorum birbiri ardına.
Sıra “Ablam” adlı öyküde.
Kahramanımız, Almanya/ Haidelberg Üniversitesinin yaz okuluna devam etmektedir. (yazarımızın özgeçmişinde de Heidelberg Üni. Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenim gördüğü yazılmaktadır) Bir gün üniversite bahçesinde yeşil çimenler üstünde çıplak ayaklarıyla kayar gibi yürüyen bir kadına ilişir gözleri. Adeta çarpılır genç adam.
Kadınla tanışmak için yollar aramaya başlar.
Öykünün akışı içinde beklediği gün gelip çatar. Çarpıldığı kadın Amerika’da büyümüş bir Türk/ Osmanlı kızı değil midir?
Körün aradığı bir göz hesabı.
Ancak olaylar kahramanımızın istediği gibi gelişmez. Bir sohbet sırasında kadın, özlediği, gıpta ettiği Türkiye’deki kardeşinden söz eder:
“Tam yedi senedir görmedim onu. O bizden daha vatansever çıktıydı. Ankara Lisesinde okuyor… Adı da sizinkine benzer zaten. Zavallı Halûkcuğum.”
Haldun’la Halûk arasında sizce de bir benzerlik yok mu?
Bir başka paragrafta; kadının, kahramanımızın Türk olduğunu yakasındaki Galatasaray Lisesi rozetinden tanıdığını söyler yazar. Merak edenler, Haldun Taner’in, ünlü Galatasaray Lisesi öğrencilerinden olduğunu öğrenmekte zorlanmayacaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı kadın, kahramanımızın beklentilerine yanıt vermek şöyle dursun, ondan kendisine abla demesini ister.
Sözü fazla uzatmaya gerek yoktur. Bu eleştiriyi ciddiye alacak olanların, öyküyü baştan sona okumaları gerekmektedir.
Olayın en dikkat çekici yanı ise yazarımızın, insanın içini donduran sözleri cahil, gerici birine değil aydın, üniversite mezunu ya da öğrencisi birine söyletilmiş olmasıdır.
Bu öykü, benim metinden çıkardığıma göre çekirdeğinde özyaşam olan bir öyküdür. Yazarımız, öyküde bir kahraman tipi yaratmamış kendini koymuştur kahraman yerine. Yukarıdaki alıntılar bunu, netliğe yakın bir açıklıkla ifade etmektedir.
Alıntılardaki, yazarın özyaşamına yapılan vurguları yok saymak olası mı?
Bunu ima etme ihtiyacını neden duymuş olabilir dersiniz?
Bana göre; öykünün özyaşamı ile ilintili olduğunu belli etmekten hoşnuttur ve onur duymaktadır.
Öyküden bir miktar daha söz etmek zorundayım:
Abla kardeş olma teklifini ister istemez kabul eder bizimki. Ablası oluverir o güzel kadın. Uzunca bir süre bu sınır aşılamaz.
Ama kader ağlarını örmektedir(!)
Kahramanımızın bir sinema dönüşü, ablasına şöyle bir hatır sormak için uğraması tüm dengeleri alt üst eder.
Kadının, İstanbul Boğazı’nda başlayıp Amerika’da süren “talihsiz” hayat hikâyesi iki tarafa da duygulu anlar yaşatır. Odada hava o kadar değişmiştir ki gözyaşlarıyla ağırlaşan kirpiklerini aralamaya çalışan kadın, karşısında oturan genç adamdan yanına iyice yaklaşmasını ister.
Kabul etmek gerekir ki yazarımızın o anı anlatışı bir yönüyle çok başarılıdır.
Bilincine ne zaman, nerede sokulmuşsa, Kızılbaşların bacı kardeş demeyip bir birleriyle haşır neşir olmalarına benzetir içinde bulunduğu durumu.
Ve şöyle ifade eder duygularını:
“Ve işte o anda, tövbeler olsun abla-kardeş, Kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik.”
Bu irkiltici tümceyle vücudumun ter içinde kaldığını fark ediyorum.
Şimdiye kadar bu konuda hiçbir şey yapılmamış olması, öykülerin aynı biçimde tekrar tekrar yayımlanmış olması sarsıyor beni. Başka yayınevlerince de basıldığını biliyorum. Onca insan hakları kurumları, Alevi kültürünü yaşatma ve geliştirmeye yönelik (Pirsultan, Hacıbektaş, Cem Vakfı vb.) örgütler nasıl olur da bu çağdışılığı bugüne değin görmezler diye hayıflanıyorum.
Yayınevine koşmak oluyor ilk işim.
Yetkili; durumdan haberdar olduklarını, ilk tepkinin de benden gelmediğini, yazarın mirasçılarına ilettiklerini ama bir sonuç alamadıklarını söylüyor içtenlikle.
Öykülerde yer alan ifadelerin, Alevi/ Kızılbaş inançlı yurttaşları aşağıladığı kadar yazarı da onulmaz bir aymazlık töhmeti altında bıraktığını söylüyorum.
Mirasçılarının, bu sorunu bir biçimde çözümlemekten niçin kaçındıklarını anlamaya çalışıyorum.
Tanıdığım tüm yazın adamlarına anlatıyorum durumu.
Yalnızca bir kişiden, yazarın özgürce kalem oynatma hakkı olduğunu, buna saygı duyulması gerektiği işitiyorum. Geri kalanlar büyük tepki veriyor. Önce inanmak istemiyorlar, ayrıntıları, sayfa numaralarına kadar önlerine koyunca ikna oluyorlar.
Durumu ilettiğim ilgili kurumlar/ dernekler gereğinden de sert tepki veriyorlar önce. Duyarlılığım için teşekkür alıyorum hem de. “Biz sizi ararız” deyip, telefon ve adresimi özenle not ediyorlar.
Aradan yedi sekiz ay geçmesine karşın hiçbirinden haber çıkmıyor.
Değişik adlar altında, Alevi toplumunun hak ve hukukunu korumaya yönelik kurulmuş çok sayıda dernek ve vakıf başkanı arkadaşımız böyle bir durumda nasıl sessiz kalabiliyorlar? Yasal olarak yapabilecekleri hiçbir şey yok mudur gerçekten?
Bu yazıyı, başta ünlü yazarımız ve onun ünsüz mirasçıları olmak üzere beni düş kırıklığına uğratan ilgili dernek ve vakıf yöneticilerine de duyduğum tepkiyi ifade etmek için yazıyorum.
“Yazık, çok yazık” demekten başka ne denilebilir ki?…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.