- 1280 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
GÖÇÜN 50. YILINDA EDEBİYATIMIZ
GÖÇÜN 50. YILI VE ALMANYA’DAKİ TÜRK EDEBİYATI
1. Giriş :
Tarihi değiştiren olaylar vardır; fakat, ezgilere, mısralara, heykele, renklere, desenlere, resimlere ve diğer sanat ve zanaat eserlerine giremediği için; halkın hafızasından silinir gider. Sanki sıradan bir olay gibi görülüp yazılı ve resmi tarihin arşivinde kalır. Bazı olayları, bir şair mısralarına, bir yazar romanına, bir bestekâr ezgisine, bir ressam tablosuna, bir halk ozanı türküsüne yerleştirir; işte, o zaman göç göç olur. Ardında bir sanat ve edebiyat eseri bırakan göç veya tarihi olaylar, halkın hafızasında bin yıllarca kalır, izlenir, söylenir ve yaşar.
1961 ylında Türkiye’den getirilenlerin 50 yıllık mazisine bir bakalım. Büyük bir kitlesi kırsal kesimden gelenlerin, yeni yaşantıya, yeni dünyaya, yeni iş sahalarına uyum sağlayıp, önce küçük işyerleri kururak, bazı meslek dallarıyla serbest girişimci olarak Almanya’daki iş dünyasına girdi. Eşit olmayan eğitim ve kanuni şartları zorlayarak, iş alanlarını değiştirip – geliştirerek; bu gün marketler zinciri, tekstil, deri ve hazır giyim sanayinde, bankacılık ve hizmet sektöründe, eğitimde, üniversitelerdeki öğretmen ve bilimadamları, politikacı, sporda, müzik, tiyatro, resim ve diğer sanat dallarında bir çok insan yetiştirmişlerdir.
Göçün 50.ci yılında ele aldığım konu; Almanya’da Türklerin elli yılda ürettiği ve geliştirdiği “Edebiyatımızdır”. Almanya’da gelişen edebiyatımıza nasıl başladığını, hangi bakış ve görüşlerden geçtiğini, siyasi akım ve ideolojilerle bakılıp, değişik kimlikler verilmiştir. Almanya’da yaşayan bir Türk sanatkarı ve yazarı olmak çok zor. En başta, toplumun siyasi ve çeşitli cemaatlerle bölünüp; dünyaya kendi inanç penceresinden bakara, gerçeğin tek kendisi olduğu zannetmesidir. Kendi dışındakilere “öteki” deyip; ürettikleri eserlerini görmezlikten gelmeleri; edebiyat ve sanat alanındaki gelişimleri olumsuz etkilemektedir. 50 Yılın Türk Edebiyatı cılız adımlarla da olsa belli bir yere gelmiştir.
2. Göçler
Tarih boyunca bir bölgeden bir başka bölgeye göçler olmuştur: Belki bu göçler, insanın keşfedeceği bir araç ve yöntemle bu gün bir hayal olsa da evrenin başka gezegenlerine kadar sürecektir. Göçü incelersek; temelde yurt değiştirme ve hayatını bir başka ülkede sürdürmek diyebiliriz. Siyasi güç ve egemenliklerini yitiren toplumlar; yeni yaşama ve siyasi egemenlik kurulacak yer buluncaya kadar yapılan işlemler bu göçlerdendir. Kuraklık ve kıtlığın etkisiyle hayat şartları zorlaşan toplumlar; sulak, bereketli topraklara göçmüşlerdir. İnanç ve hayat tarzlarını bulundukları bölgelerde sağlıklı bir biçimde sürdüremeyenler; aynı Yahudiler, ya da Orta Avrupa ve Balkanlardan gelenler gibi göç etmişlerdir. Bunun yanında yeni keşfedilen topraklar olan Amerika, Güney Afrika, Okyanusya adaları ve Avustralya gibi yerlere; kimisi macera için, kimisi yeni zenginlikler ve altın aramak için, kimisi de daha iyi bir hayat tarzı için gitmiştir. “Sanayi Devriminden” sonra köyden şehire, özellikle sanayi bölgelerine iş imkânı için göçler olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Şehirlere göçler bir çok sorunu beraberinde getirmiştir ama buna rağmen hayat şartlarını; sağlık hizmetleri, eğitim imkanları, ulaşım ve iletişim kolaylığı, ticaret, kültürel faaliyetler açısından rahatlık sağlamıştır: Fakat, kırsal kesimde süren insani, aile ve komşuluk ilişkileri; yardımlaşma ve paylaşmaları etkilemiştir. Her yeniliğin olumlu ve olumsuz etkileri olacaktır: İnsanlar, yeni bir hayat tarzına uyum sağlamak zorundadır; yoksa uyum sağlayamazsa yok olacağının bilincindedir.
3. Üçretli İşgücü Göçü
Bizzat yaşayarak şahit olduğum göçlerden birisi de; “Üçretli İşgücü Göçü” olan ve rahmetli babamın 1962’de katıldığı ve bu benimle, aynı zamanda çocuklarımla süren dönemdir. Rahmetli babam, 1962 Aralık ayında Almanya’nın daveti ve de “Alman Devletiyle” pijamasına kadar yazılan bir antlaşma yaparak Bereitscheitd’de işe başlamıştır. Ben o zamanlar yedi yaşındaydım. Sağlık sorunlarımdan dolayı okula dahi başlayamamıştım. 1963’de okula başladıktan sonra onun mektuplarıyla okuma ve yazmamı geliştirdim. O zamandan bu güne gerek Türkiye’de, gerekse Almanya’da nelerin değiştiğini bizzat yaşayarak gördüm. Üç dört defa doktor kontrolünden geçirilen bu ilk insanlar; adı konmasa da bir nevi “Üçretli İşgücü” olarak Almanya’ya getirilmiştir. En küçük esen ekonomik ve siyasi rüzgardan hemen etkilenmişlerdir. 1974 yılına kadar sadece kendileri olan bu yeni göçerler; artık ailelerini ve çocuklarını da getirmişler, 1984’deki “Geri Dönüşü Özendirme Primleriyle” dönen dönmüş, ve dönemeyenlerde her sene memlekete dönmeyi düşünmüş, 2000’li yıllara gelinirken artık geri dönmeler eskisi kadar zikredilmez olmuştur. Bu göç, birer sosyolojik ve kültürel olay olarak; insanların ve milletlerin hayatına nakşetmiştir. Göç olgusu bu gün değişik yöntemlerle “Geri Kalmış Ülkelerden” ya da sözüm ona “Az Gelişmiş Ülkelerden” uygarlığının zirvesinde olan dünkü sömürgeci Batı’ya yönelmiştir. İletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla ve yapılan propaganların etkisiyle hâlâ dünyanın yoksul bölgelerinden zengin ülkelerine doğru bir akım vardır. Bu göçler, bazen antlaşmalarla “İşgücü” getirme olarak yasal yoldan, evlilik ve aile birleşimi, siyasi, dinsel ve etnik nedenleri ortaya koyarak sıgınma yollarıyla olmaktadır. Hatta, bu göçlerden milyarlarca Dolar kazanan; ne yazıkki, “İnsan Tacirleri” dediğimiz illegal kişiler ve örgütler mevcut olduğunu her gün yazılı basın ve görsel yayın organlarından izlemekteyiz. Geçen bir kaç asırda Afrika’dan insan onuruna yakışmayacak bir biçimde köle getirip, bu işin ticaretini yapıp, Yeni Dünya’ya satanların uzantıları ne acı ki bu günde vardır.
4. Batı Avrupa Türkleri
Batı Avrupa´da yerleşik düzene geçen Türkler içinde hâlâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını taşıyanlar olduğu gibi, yaşadıkları ülkelerin vatandaşı olanlar milyona yaklaşmaktadır. Batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Türklerin; bazı kaynaklara göre beş milyonun üzerindedir. Yerleşik düzene geçmiş ve Batı Avrupa´da yaşayan bu topluluğa “Türkiye Toplumu, Anadolu Toplumu, Türkiyeli Müslümanlar, Anadolular, Türkiyeliler, ” denemez: Bunlara ancak ve ancak “Batı Avrupa Türkleri” denilebilir. Büyük çoğunluğunun Türk olduğu bu topluma; başka başka adlar bulmak, bu işi çarpıtmak gayesi gider ve altında Türklere karşı bir art niyet olduğu anlaşılır.
5. İletişim Dili Olarak Türkçe
Türkiye kökenliler, gerek Batı Avrupa ülkelerinde ve gerekse dünyanın bir başka yerinde aile veya yakınları arasında “iletişim dili” olarak; Türkçeyi kullanıp, eserlerinde Türkçeyi ilim ve edebiyat dili olarak işlemektedir. Verdikleri eserler Türkçedir ve Türkçe de Türk Edebiyatının iletişim dilidir. O eserler Türk Edebiyatına aittir. Şayet böyle saymazsak; Türk musikisinde, mimarisinde, resminde, şiirinde, edebiyatındaki birçok eseri Türk Sanatının ve Edebiyatının bir ürünü olarak görmememiz gerekir. Lemi Atlı, Tatyos Efendi, Yorgo Bacanos, Paçacıyan, Onno Tunç, Agop Dilaçar, Şemşettin Sami, gibi daha nicelerinin eserlerini Türk Kültür ve Sanat Dairesine almamamız mı gerekir? Karacaoğlan, Yunus Emre, Baki, Nedim, Şeyh Galip, Ahmet Mithat Efendi, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı kadar, onlarda bizdendir. Onların eserleri de bizimdir. Kesinlikle ayrılmamıştır ve ayrılamaz.
Alman Edebiyatında da bir çok şair ve yazar Alman asıllı değildir. Gerçi onların kitapları Hitler tarafından yaktırılmıştır. Din ve mezhep değiştirmiş Yahudi asıllı Heinrich Heine´yi, herkes Alman Edebiyatı´nın en büyüklerinden sayar ve onun eserlerinin yer aldığı edebiyata “Almanca Edebiyat” denmez; Alman Edebiyatı denir. Bu örnekleri dünya üzerinde çoğaltmak mümkündür. Karazin, Cengiz Aytmatov Rusça, İbni Sina, Cabir, Cahiz, Farabi, El Buruni gibi düşünür ve bilim adamları Arapça yazdığı için, onların eserlerini Arap Edebiyati´ndan, Mevlana Celaleddin-i Rumi´nin mesnevisi Farsça olduğu için İranlılar da onun Türk asıllı olduğuna bakmazlar ve eserini Fars Edebiyatından sayarlar. Her kim Türkçe yazıyorsa; yazdığı eser Türk Edebiyatına dahildir ve “Türkçe Edebiyatı” ise uydurmadır ve böyle bir kavram olamaz. Türkçe ile edebiyat yapılır ama o edebiyatın adı Türk Edebiyatıdır.
6. Almanların Türk Sanatkar ve Yazarlarına Bakışı
Almanlar, yazar ve sanatçılarımızın ürettiği eserlere; bir sanat ve edebiyat değerlendirmesi ile bakmayıp; “göçmen ve yabancının” ürettiği “ekzotik eserler” diye nitelendirerek adeta Afrika, Amerika –Kızılderili, Okyanusya ve Uzak Doğu sanatları gibi görürler. Bizzat sergilerimde bazı meraklılar “Hangi millettensiniz?” diye sorar ve Türküm deyince; gözlerini açarak; “Aaaa! Türklerde de ressam var mı?” diye cehaletlerini gösterirler. Genellikle Almanlar, Türkleri tanımak için edebi eserlerimizi okurlar ve hem yazarlarımıza, hem de eserlere egzotik, bezgin ve sorunlu insanların serüvenleri damgasını vururlar.
7. Yerleşik Döneme Geçiş
Yerleşik döneme geçen “Türkler” şu üç şekilde gözlemlenir. Birinci kümeye giren göçmenler: Memleketi, ya da kültürü ile bütün bağlarını kesenlerdir. Bunlar gittikleri ülkelerin vatandaşlığını alırlarken; isimlerini dahi değiştirebilirler. İkinci kümede olanlar da ana vatan ve kültürleri ile bağlarını zaman içerisinde azaltmakta ve incelen bir ip gibi kopma noktasına getirirler. Ana vatan ile bağları eritilmeye müsaittir. Almanların deyimi ile “Reiseland – izin yapılan ülke” anlamındadır. Üçüncü bölüm ise; öncekilere benzemez: Bunlar, memleketlerini adeta sandıklarında, göç bohçalarında alıp, geldikleri memleketlere getirenlerdir. Bu toplum, adeta, adetlerini, dilini, kültürünü, kimliğini, ibadethanesini, düğününü de göç ettiği ülkeye getirmişlerdir. Bunlar, genellikle anlaşılmadıkları, anlaşamadıkları için “geto” şeklinde yaşamaktırlar. Alman şehirlerinin bazı semt ve banliyöleri “Küçük İstanbul” terimleriyle anılan yerleşim yerleri bunlara misaldir.
8. Göçmen Kültürü ve Edebiyatı
Almanya’da artık “Göçmenlik” olgusu gerçektir ve Almanya “Göçmen” alan bir ülkedir. Yaşlanan Alman nüfusu, Almanya’dan başka ülkelere göç eden Almanlar, azalan çocuk doğumları buna neden olarak sayılabilir. Bütün bunlara rağmen Almanya’da günlük çalışmamızı, eğitimimizi, devlet dairelerinde işlerimizi, sağlık, adalet, iletişim gibi daha nice sahalarda kullanılan dil şüphesiz “Almancadır” ve öyle olması da gerekir. Çocuklarımızı, gençlerimizi kendi dil ve kültüründen kopmadan; Almanca ile çok iyi yetiştirmemiz gerekir.
Göçmenlerin de edebiyatları vardır ama her göçmen grubu kendi etnik ve inanç grubuna göre eser verebilirler. Edebiyat ya ana dil ile, ya da ana dilin yerine konulan ve çok iyi öğrenilen iletişim diliyle yapılır. Türkler, Almanya göçmenlerinin içinde büyük bir yekûn tutmaktadırlar ve sanırım binlerle ya da yüzlerle ifade edilen filan ülkenin göçmeni ile aynı seviyeye tutmak; kesinlikle gerçekçi olmaz ve konmak istenirse de bunda mutlaka bir art niyet vardır.
1990’lı yılların başında benim yazdığım ve Doğu – Batı Araştırmalar Merkezi tarafından bastırılan, “Türk Kültürü ve Batı Avrupa Türklüğü” kitabımızdan sonra, bir çok kişi ve kurumlar; “Batı Avrupa Türkleri” demeye başlamıştır. Bu sosyolojik - kültürel terim ve kavramın isim babası olmanın bahtiyarlığı bizleri sevindirmektedir. Artık Almanya’da üretilen eserlerimiz; “Gastarbeiter – Misafir İşçi, Türkiyeli, Türkiye Toplumu, Anadolu Toplumu, Göçmen Edebiyatı, Türkçe Edebiyatı” gibi yakıştırmaların yama tarifleriyle izah edilemez; ne kadar karşı olsalar da bunun adı, Almanya, ya da Batı Avrupa Türk Edebiyatıdır.
Bu edebiyatın içinde Türk kökenliler olduğu gibi, Türkçe eserler veren başka milletlere ve inançlara mensup dostlarımızda; aynı zaman da Türk olmasına rağmen Almanca veya bir başka dil ile eser verenler de gözümüzde gönlümüzde güzide insanlar olarak yaşayacaklardır.
9. İlk Yazanlar
Almanya’daki Türklerin hakkında ilk yazılan kitaplardan birisi Bekir Yıldız’ın “Türkler Almanya’da” (1966), adlı romanıdır. “Alman Ekmeği”, “Demir Bebek” “Harran-Berlin” bu minfal üzerine verilen ilk eserler arasında; Orhan Murat Arıburnu şiirlerini, Ümit Kaftancıoğlu “Almanya Dönüşü” öyküsü, Başaran’ın şiiri “Almanya Düşleyen Köy”, Gülten Dayıoğlu, “Dönemeyenler”, Tarık Dursun K, “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep”, Tomris Uyar “Ormanların Gümbürtüsü”, Burhan Arpad “Büyük Kapının Önünde Bir Fener”, Aras Ören “Berlin Üçlemesi”, “Gündoğduların Yükselişi”. Mustafa Balel “Kargalar Öterken” (1974), Fethi Savaşçı “İş Dönüşü” (1972), “Özel Ulak” (1973), Dursun Akçam “Ballı Ana” (1978), “Almanya’nın Üvey Çocukları”, Nevzat Üstün “Bir Kadın” (1976), “Alamanya Beyleri”, Adalet Ağaoğlu “Fikrimin İnce Gülü”, Abbas Sayar “Dik Bayır”, Güney Dalı “E-5” (1979). Necati Tosuner “Sancı... Sancı...”, “Yengelerimiz”, “Yarım Elma”, Zülfü Livaneli, “Arafatta Bir Çocuk”, “Dönemeyenler”, Işıl Özgentürk, “Almanya Bugün”, Yüksel Pazarkaya, “Oturma İzni” öykü (1977), “Ben Aranıyor” (1989), Habib Bektaş “Cennetin Öteki Yüzü”, “Hamriyanım”, “Gölge Korkusu”. Sıtkı Salih Gör “Yaban El”, “Kehribar ile Tuğra”. Tekin Sönmez, “Yeryüzü Gurbeti”, Füruzan “Yeni Konuklar” (1977), “Berlin’in Nar Çiçeği” (1988) sayılabilir. Aslında bir çok yazarımız Almanya’daki Türkleri eserlerine konu almışlardır. Bu eserlerin çoğunluğu Türkiye’den buraya çalışmaya ya da gezmeye gelen yazarlarımız tarafından üretilmiştir. 60’lı yıllarda ülkemizde bir akım olan köylü edebiyatının mimarlarında Fakir Baykurt, Almanya’ya göç ederek, Türklerin yoğun yaşadığı Duisburg’a yerleşmiştir. “Yüksek Fırınlar” (1983), “Barış Çöreği” (1982),“Gece Vardiyası” (1982), “Dünya Güzeli” (1985), “Saka Kuşları” (1985), “Duisburg Treni” (1986), “Koca Ren” (1986), “Bizim İnce Kızlar” (1992), “Yarım Ekmek” (1997), ”Dikenli Tel” (1998), “Bir Uzun Yol”, gibi eserlerinde, göçebelikten yerleşikliğe doğru değişim izleyen göç sürecinin insanlarını çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Almanya’da meydana gelen Türk edebiyatını veya Türklerin oluşturduğu edebiyatı; Türkçe yazanlar ve Almanca yazanlar, ya da Türkçe eserler, Almanca eserler ve iki dilli eserler olarak ele alabiliriz.
10. Türkçe Yazanlar
Yurt Dışı Göçmen Türk Edebiyatı’nın ilk kuşağını, Türkiye’de doğmuş daha sonra Almanya’ya göç etmiş Nevzat Üstün, Bekir Yıldız, Yüksel Pazarkaya, Güney Dal, Fakir Baykurt, Aras Ören, Hasan Kayıhan, Mehmet Niyazi Özdemir, Ali Erkan Kavaklı, Osman Çeviksoy gibi yazarlar oluşturmaktadır. Bu yazarlar daha sonraları ikinci kuşağın yetişmesine çok büyük katkıda bulunmuşlardır. İkinci kuşağın önde gelen temsilcileri ise Habib Bektaş, Kemal Yalçın, Zafer Şenocak, Halit Ünal, Şinasi Dikmen, Yaşar Miraç, Fethi Savaşçı, Yücel Feyzioğlu, Servet Yüksel, Hüsnü Özdilek, Ozan Yusuf Polatoğlu, Ozan Arif Şirin, Orhan Aras, Nida Öz, Halil Gülel, Ömer Albayrak, Mustafa Can, Ali Kemal Akar, Hasan Sami Emiroğlu, Gülbahar Kültür, Suzan Emine Kaube, Neşet Erol, Osman Engin, Özgen Engin, Mevlut Asar, Levent Aktoprak gibi yazar ve şairlerdir. Bu yazar ve şairler, Almanya’da Türkçe eserler vermişlerdir.
Sol ve sosyalist dünya görüşü olan yazarlarımızın büyük çoğunluğu; Almanya’ya Türklerin gidişlerini eserlerine konu edinmişler; daha ziyade gerçekleşmeyen hayaller noktasından bakmışlardır. Kendilerinden ayrı görüş ve inanışta olanların eserlerini yok saymışlardır. Buna karşılık olarak; vatan sevgisi, yurt ve yakınlarına duydukları özlem ve hasret duygusuyla yaklaşanların ürettikleri eserler de vardır. Hasan Kayıhan “Gurbet Ölümleri” “Sultan Kölnlü Bir Kız”, Mehmet Niyazi Özdemir, “İki Dünya Arasında” (1977), Ali Erkan Kavaklı, “Gerçeği Arayan Alman Doktor”, Osman Çeviksoy, “Ağlamak Yasak” (1984), “Beyaz Yürüyüş“ (1982), “Duvarın Öte Yanı” (1985), Servet Yüksel, “Kışlardan Bahara” (1988,)”Karanfil Düşleri”(1993), Hüsnü Özdilek, “Türkiye’den Uzaklarda” (1992), “Alaca Sayfalar” (2007), Ozan Yusuf Polatoğlu, “Gönlümü Dinlerken” (1988), “Göç Göç Oldu” (1996), (2000), Ozan Arif Şirin, “Bir Devrin Destan”, Orhan Aras, Aşklar Daha Ölmedi” (2000), “Ayrılığın Rengi Hüzün” (2002), Nida Öz, “Ahşap Bulutlar“ (2003), Halil Gülel, “Onların Destanı” (1990), “Yarının Adı Ümittir” (1990), “Türk Kültürü Ve Batı Avrupa Türklüğü” (1992), “Avrupa’da Yabancı Düşmanlığı ve Kaynakları” (1994), “Yabanda Solan Güller” (1999), “Bizim Köyden Mektuplar” (2001), “Gönlümde Gizledim Sırrımı” (2003), “Oyuna Geldik” (2009), Ömer Albayrak, “Anadolu Rüzgarı”, “Güle Zehir Damlattım”, “Feryadın İnkılabı”, Mustafa Can, “Bir Hikayem Vardı Anlatamamıştım”, “Şehri Sırtlamak isteyen Adam”, Mahmut Aşgar, “Müslümanı Avrupalılaştırmak”, “An(n)a Aşkı”, Dr. Latif Çelik, “Almanya’da Türk İzleri”, Şefik Kantar, “Çarmıha Gerilen Bebek”, Cengiz İyilik, “Uçun Kuşlar Uçun”, Ayten Kılıçarslan, “Amerika’dan İzlenimler”, Ali Kemal Akar, Hasan Sami Emiroğlu, Mehmet Poyraz, Feride Temel, Gülen Taşdelen, ve daha niceleri...
11. Almanca Yazanlar
Türkiye’de doğup Almanya’da büyüyen, Almanya’da doğup büyüyen, her iki dili de çok iyi şekilde kullanarak yazan, ikinci kuşağın devamı niteliğindeki yazar ve şairleri de şöyle sıralamak mümkündür: Osman Engin, “Lieber Onkel Ömer” (2008), “Tote essen keinen Döner” (2008), “Getürkte Weihnacht” (2006), “Dütschlünd, Dütschlünd übür üllüs” (1994), “Alles getürkt!” (1992), Akif Pirinçci, “Tränen sind immer das Ende, Felidae” (1989), “Francis - Felidae II” (1993), “Cave Canem. Felidae III” (1999), “Das Duell. Felidae IV” (2002), “Salve Roma! Felidae V” (2004), Zafer Şenocak, “Flammentropfen“ (1985), “Ritual der Jugend“ (1987), “Das senkrechte Meer“ (1991), “War Hitler Araber?“ (1994), “Deutschsein“ (2011), Feridun Zaimoğlu, “Kanak Sprak“ (1995), “Abschaum“ (1997), “Kopf und Kragen“ (2001), “German Amok” (2002), “Leinwand“ (2003), “Zwölf Gramm Glück” (2004), “Hinterland“ (2009), Kemal Yalçın, “Yüreğim, Sınıfta Çiçek Zor Açar“, “Dedem Almanya’ya Geldiğinde“, Emine Sevgi Özdamar, “Karagöz in Alamania“ (1982), “Keloğlan in Alamania“, (1991), “Das Leben ist eine Karawanserei“ (1992), “Die Brücke vom Goldenen Horn“ (1998), Selim Özdoğan, ”Es ist so einsam im Sattel”, “Die Tochter des Schmieds”, Kerim Pamuk, “Allah verzeiht, der Hausmeister nicht”, Yücel Feyzioğlu, “Der Zauberapfel“ (2005), “Keloglan in Deutschland“ (1992), Aygen-Sibel Çelik, ”Sinan und Felix”, ”Seidenhaar”, Mevlüt Âsar, “Dilemma der Fremde”, “Spuren im Herz”, Aslı Erdoğan, ”Tahta Kuşlar”, ”Mucizevi Mandarin”, ”Kırmızı Pelerinli Kent”, Alpan Sağsöz, “Die schwarze Katze aus Konstantinopel“, Mustafa Cebe, “Die Reise zum blauen See”, “Die Vogelscheuche und der Schneemann”, “Buzcan, der kleine Drache”, Serpil Pak, “Weggekehrte“, “Oscarverdächtige“, “Amozonen“, “Best Of Women“, sayılabilir.
12. Sonuç
Yazar ve şairler; ne kendi, ne de yaşadıkları ülkenin edebiyatını tam tanıyamadıkları için arzu edilen gelişim sağlanamamıştır. Konular, daha çok yaşadığımız dünyadan olmasını ve estedik değerler, biçim ile öz çağın gereğini yakalamalıdır. Ülkelerindeki siyasi ve ideolojik yelpazelerle zaman yitirmemelidir. Eserleriyle hem Türk edebiyatına, hem de yaşadıkları ülkenin edebiyatına katkıda bulunabilirler.
Çocuklarımızın kültür şoku yaşamaması için bir öneri olarak iki dilli kitaplarında önemi vardır. Bu iki dilli yayınlar her iki kültürü de sağlıklı tanımada yardımcıdırlar. Almanya’da yaşamakta olan ve Türkçe konuşanlara; Türk dili, Türk kültürü ve onun zenginliğini tanıtmak ve yaşatmak konusunda büyük bir görev düşmektedir.
Türk yazar ve sanatkarlarının ürettiği eserler aynı zamanda okullarda ders araçları içine sokularak okutulması girişimi yapılmalıdır. Bu eserler tanıtılarak aynı İngiliz, Amerikan ve Fransız eserleri durumuna getirilmelidir. Bu işlevsellik bir çok yeteneğe güç verirken, üretilen eserlerde bu ülkenin bir parçası olacaktır.
Almanya’daki resmi dil Almanca, diğer azınlık dillerini her yönden olumsuz etkiliyor. Almanya Türkçesin de farklılaşmalar meydana gelmektedir. Bunu önlemek için Alman okullarında Türkçe Derslerine içten ve doğru önem verilmelidir. Her ne kadar Almanlar görmezlikten gelse de; Türkçe, Almanya’da Almancadan sonra en çok kullanılan bir dildir. Batı Avrupa genelinde beş milyonun üzerinde insan aile içi ve günlük iletişimini Türkçe konuşarak yapmaktadır. Bu da bir çok Avrupa Birliği bazı ülkelerinin nüfusundan fazladır.
Almanya ve Türkiye’deki yazarlar arasında gerçekçi kültürel ilişkiler kurularak, farklılaşma yerine yakınlaşma sağlanıp; birbirinin ülkesinde yaşamalı, konularına bu tür yaşantıları katarak okuyucularına yansıtmalıdır. Dünya görüşü ve kültür tanıtımı için çok önemlidir.
Burada yaşayan Türkler olarak, kendimizi bir kültür elçisi addederek, sanatçılarımıza ve yazarlarımıza destek olmak için eserlerini okumalıyız ve okutmalıyız. Neredeyse her şehirde yazarımız, şairimiz var: Bunları tanımalıyız ve tanıtmalıyız. İyi eser verebilmeleri için sıkıntı ve kalıplarını yok etmelerine yardımcı olmalıyız. Türkçe, okullarda, sokakta ve aile içinde canlı bir şekilde tutulmalı, doğru öğrenilip konuşulması teşvik edilmelidir. Karşılıklı olarak her iki kültürün eserleri tercüme edilmeli, okuma, dinleti, sergi günleri düzenlemelidir.
Almanya’daki Türk yayınevleri buradaki yazar ve şairlerin eserlerini yayınlasalar bile onları eritebilme imkanları dardır. Türkiye’deki yayınevleri de Almanya’da yetişen bir çok yazarın eserlerini küçümsüyor, ya da fahiş miktarda baskı paralarını alarak bir başka sıkıntı veriyor. Dolayısı ile eserler okuyucuya ulaşamıyor.
Düzenli edebiyat festivalleri ile her yıl düzenlenen ve çağın tekniğiyle halkın oy vermesi sağlanarak “yıllık teşvik ve başarı ödülleri” verilmeli, yayınlar yapılmalıdır.
Gerek Almanca, gerek Türkçe yazanlar benimsenmeli, teşvik edilmeli sivil ve resmi kuruluş ve kurumlarca her kültür için bir zenginlik addedilmelidir. Bu zenginliğin oluşması için sağlıklı destek sağlanmalıdır.
Halil GÜLEL Düsseldorf / 24.09.2011
YORUMLAR
Merhaba Halil Bey,
Çok, çok güzel bir çalışma yapıp bunu bizlerle paylaştığınız için size teşekkür ediyorum. Güzel çalışmanızı güzel bir şekilde anlatırken neredeyse sıfır yazım hatasıyla aktarmanızı takdirle karşıladım. Alınan alınsın. Sekiz- on satırlık bir yazıda bile yığınla yazım hatası yapanlar sizin şu yazınızı zahmet edip okusunlar.
Başarılı çalışmalarınıza yenilerin eklenmesini diler, saygılar sunarım.
Halil GÜLEL
Bu yazımıza ve özellikle Türkçemize olan saygımıza, saygınıza aynı zamanda yakın alakanıza, gönülden sıcak ve içten teşviklerinize çok teşekkür ederim. Saygı, sevgi ve selamlarımla...
Değerli Yazar,
Bu uzunca ama bilgilendirici yazınız için teşekkür ederim.Yaşım gereği bahsettiğiniz yazarların bir kısmını yetmişli yılların başında bolca okumuştuk.
Son paragrafınızdaki "teşvik" sözünü çok önemsiyorum.Zaten UNESCO,1972 yılını Uluslararası Kitap Yılı seçtiğinde,yazarların teşvik edilmesinin toplumun görevi olduğunu kayıt altına almıştı.
H.H'nin 200.doğum yıldönümünde Alman C.Başkanı Roman Herzog'un yazarlara yaptığı konuşma da ilgi alanımda olmuştur:
-Almanya'nın can sıkıcı düşüncelere ihtiyacı var!
Halil GÜLEL
Kaleme almış olduğumuz yazımıza ve diğer edebiyatçılarımıza gösterdiğiniz yakın alakadan dolayı ve gönülden sıcak ve içten teşvikleriniz için çok teşekkür ederim. Saygı, sevgi ve selamlarımla...