- 1169 Okunma
- 10 Yorum
- 0 Beğeni
Kiracılar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İnsanı olmazsa ev de yaşamıyor.
Emekli ikramiyesi ve birikmişlerle rahmetli dedemin yıllar önce yaptırdığı iki katlı ev boş kaldı bu sene. Telefonu kapattım. Sandalyede oturup kaldım bir süre. Koca ev harap olup gidiyordu. Düzgün bir aile de çıkmamıştı ki kiraya verelim. Memurlar artık kaloriferli apartmanları tercih ediyordu. Öğrencilere teyzem itimat etmezdi. Bizim evi soran başka kimse de olmayınca “boş dursun” deyivermişti teyzem kızgınlıkla. Kiracısız kalınca da böyle oluyordu işte.
Sanat okulunda öğretmenmiş dedem. Trabzanı, balkon demirlerini kendisi yapmış. İki renk boyatmış binayı; uçuk pembe ve pencerelerin etrafına da beyaz. Çocukluk hayallerimin köşküydü orası. Biz asil, köklü, dallı budaklı bir aileydik ya- öyle diyordu annem ama şehirde ben diğer orta halli ailelerden bir farkımızı göremiyordum niyeyse- o da bizim pembe köşkümüzmüş, ben de o köşkün güzeller güzeli kızıymışım falan filan. Camın önündeki mindere yaslanıp böyle hayal kurardım ben.
Komşularımız vardı. Arka bahçede Menevşenin annesigil, yanda her sabah merdiven yıkıyan halı çırpan titiz teyze ve her akşam kocasına vardan yoktan sebeple bağıra bağıra sesi sokağa taşan kavgacı teyze vardı, yolun başında süt almaya gittiğimiz ev vardı, ama en önemli komşularımız kiracılarımızdı. Kışın evimiz onlara emanetti. Mart ayında ağaçların budanması, bahçenin tertibi onların işiydi. Patlayan su borusunu, bahçe duvarından düşen sıvayı onlar takip eder, onlar onarırdı. “Odunları oraya yığma, tavukları şuraya salma” gibi ev sahipliğinin şanından olan ihtarların da muhatabı onlardı.
Benim hatırladığım ilk kiracı “hocalar”dı. İyi insanlardı ama pek karışıp görüşmezlerdi . Bir iki defa evlerine cüz okumaya göndermişlerdi beni. Çekinmiştim niyeyse, gitmedim sonra. Kızları benden büyüktü, ortalıkta görünmezdi de zaten. Oğlanlarla oynardım bahçede ben. Ömer Faruk benden küçüktü. Gözleri kendinden sürmeli, hırçın bir oğlan. Ağzının kenarında hep mürekkep rengi bir aft ilacının bulaşığı olurdu. Mızırdar durur, yok yere kavga çıkarır, bize de dirlik vermezdi. İsmail başkaydı. Zayıf, sessiz, mahzun. İncecik bir boynu ve armut gibi muntazam bir başı vardı. Tanıdığım her İsmailde aynı boyun aynı güzel baş. Sanki hepsi de kal-u belada aynı tevekkülle o boynu babalarının önünde yere koymuş ve sonra aynı şükürle kaldırmış. Topacını vermişti bana. “İstemem” demiştim. “Olsun al” demişti. Ben de ona avuçiçi kadar bir suaygırı vermiştim. Çocukça bir bilgelikle bilirler çocuklar aşkın ne olduğunu işte.
“Pek acıdım” diyordu telefonda komşu “pek yağmur yağdı bu kış, afet oldu, sizin çatıdan da kiremitler düşüdüşüverdi. Su bile girmiştir artık tavandan. Kiracı da olmayınca çocuklar alt katın camlarını kırmışlar. Kuş mu vuracaklardı neyse, camlar hep kırık hep çatlak. ‘Ah şu teyzemin evceğezi, bakan yok eden yok’ diye vallahi oturdum ağladım, ‘ev yıkılıp gider, haber edelim de gelsinler bari’ dedim bizim oğlana, o buluvermiş sizin numarayı kahveden” Kınıyordu bizi besbelli.
Sonra Nihal teyzeler geldi. Sinemacının hanımı. Akça pakça yeşil gözlü bir kadın. Bizim oralarda o kadar güzel değildir kadınlar. Nihal teyze de İzmirliymiş zaten. Çay demler, mercimekli köfte yapar çağırırdı bizi. Sohbeti gören mahalle kadınları birer birer damlardı. Küçücük bahçeye o kadar kadın ve çocuk nasıl sığardı anlamazdım. Emzikler reçele batırılıp küçüklerin ağzına verilir, laf dinleme tehlikesi olan daha büyükler arka bahçeye tavuklara bakmaya gönderilir ve kadınların sıkışık bir hayatın içinde uğraşa didine kendilerine açtığı serin ikindi boşluğunda kadınlığa dair hikayeler bir bir ortaya dökülürdü. Kim kocaya kaçmışsa, kim kaynanadan çekmişse, kim oğlanı bulana kadar doğurmuşsa, bütün dertler iki satırlık hikayeler olur, yaşlı cevizin dalları arasında azıcık eğleşir ve güneşle beraber batıp giderlerdi. Annesinin titizliğini anlatırdı Nihal teyze, laf söz olur diye kapı önüne bile salmadığını, sokağa kaçsa dönüşte yediği odunlu maşalı dayakları anlatırdı. Öz ananın eziyetinden kurtulmak için onbeşinde ilk isteyene varıp İzmir’den taa buralara gelişinin hikayesini. Yıllarca oturdu bizim evde. Her gittiğimizde sofra çıkardı, her dönüşümüzde biber domates yolluk koydu yanımıza. O küçücük evde, kocasının getirdiği azıcık parayla geçindi, üçe iplik beşe yumak derken bir dikiş makinesinden üç kızının çeyizini çıkardı Nihal Teyze. Eski harman yerine kooperatif kurulunca borçlanıp bir ev aldılar, taşındılar.
Mutfağa geçtim, canım sıkılmıştı iyice. Çatının kiremiti neyse ne, bir de el diline düşmüştük. Ölenin eşyasına sahip çıkmamak ağır bir ayıptı bizim oralarda. “Eşyalarını kapının önüne koyuverdiler, bir mevlüt okutmadılar, helvasını da komşular yapıverdi, töbe töbe ne günlere kaldık anam.” denirdi ya öyle sahipsiz ölüp gidenlerin arkasından, işte evimiz de sahipsiz ölüyordu ve onun için de böyle cümlelerin kurulmaya başlandığını tahmin ediyordum. Eskinin muteber ailesi şimdi mahallenin ağzına sakız mı olacaktı yani. “teyzecağızımın kemikleri sızladı, gelen giden yok koca ev perdeleri çekili kör kör kaldı, çocukların torunların kimi İstanbul’da kimi Ankara’da hepsi de zengin ama ata malına sahip çıkan yok” mu denecekti hakkımızda. Gücüme gidiyordu.
Sonra gelen kiracıya, Lütfiye miydi, Şükriye miydi neyse, Allah biliyor ya, içimiz ısınmamıştı. Ev sahibi olarak alıştığımız izzet ikramı göremediğimizden mi, kadının yüzünün soğukluğundan mı, kızlarının hoppalığından mı bilmiyorum. Bahçede ocak yansa, sac böreğinin başında herkesten önce biten, ama televizyonda reklamı çıkan her selülit kremine de bir dolu para döken iki şişman kız işte. Bir kış oturup gittiler zaten.
Tekrar geldim telefonun başına. Kimi arasam da söylesem? Enişte yaşlanmıştı, hastaydı, iyice huysuz olmuştu. “yıkılırsa da yıkılsın ne yapayım” diyecekti belli. Büyük kuzen yıllardır Amerika’daydı. Küçük kuzen yeni bir proje aldı, işi bırakamaz. Zaten ne taşra insanından, ne inşaattan, ne ustadan anlardı, gitse belki evin yerini bile bulamazdı. Haksız da değildi kimse. Taşralı dedikodu edecek şeyi her yerden arayıp buluyordu. Asalet kanımızda bakiydi. Yazları bir hafta tatili vardı herkesin onda da sahilde bir otele gitmek en iyisiydi. Yani o evde belki de kimse oturmayacaktı artık. Hatta satılsa mıydı vakitlice acaba? Hepsi hayatın gerçeği ve herkes tercihini akıllıca yapmak zorunda.
Ahizeyi yerine bırakıp kalkacaktım. Ama kıyamadım. Ne camın önündeki mindere, ne pembe köşküme, ne İsmail’in incecik boynuna kıyamadım. Hala hayal kuran bir ben kaldığıma göre. Çare yoktu. Otobüs firmasını arayıp yerimi ayırttım. Varınca bir usta bulunurdu nasılsa.
YORUMLAR
Çizgili kalem'in yazısını ilk kez okuyorum ve çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bence sen bu seriyi devam ettir. Kalemin güzel, hikaye güzel... Bakalım penbe ev kurtulacak mı? Yeni sahipleri nasıl olacak? Şu armut boyunlu çocuk şimdi ne hallerde:))
Tebriklerim günün yazarına.
sevgimle.
cizgilikagit
Saygılar
cizgilikagit
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Keşke daha tertipli olabilsem.
cizgilikagit
Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim. Saygılar.
Esma KAHRAMAN
Esma KAHRAMAN
ona istinaden
Böyle güzel bir yazı güne gelmese, okumadan geçmişim, çok üzülürdüm.
Tebrikler,yeni çalışmalarınızı izleyeceğim, selamlar.
cizgilikagit
cizgilikagit
Anlatım şahane..Kutluyorum..Kaleminiz daim olsun ve nice güzel dizeleri getirsin soframıza inşallah..@---->---
cizgilikagit
cizgilikagit
Tema gerçek ama üzülmeyin ev tamir edildi zaten.
Çok güzel bir anlatım ve sahiden dinlendirici. Tebrik ediyorum. Sayfanız umu vaad ediyor, ışık saçıyor:)