- 612 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÖNÜL DEFTERİMDEN NOTLAR
1. Gurbet O kadar Acı ki…
17 Kasım 1986 tarihi öğretmenlik rüyalarımı gerçeğe dönüştürmek için attığım ilk adım. Rüya gibi bir yere gidiyordum, inci bir gerdanlık gibi denizin kıyısına dizilen Ünye’ye…
Tayinimin Ünye’ye çıktığını duyan herkes ne kadar şansl¬¬ı olduğumu söylüyordu. Nihayet şansımı sınamak için cebimde kararnamem yollara düştüm. Bir yatak, bir yorgan ve ufak tefek mutfak eşyasından oluşan göçümü sırtlayarak Faruk Nafiz’in izinden: “Gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya…”
Henüz tam olarak yaza veda etmeyen Adana’dan yola çıktım. Kışı yaşamakta olan Orta Anadolu’dan geçerek sabahın erken saatlerinde Ünye’ye indim. İner inmez de aceleyle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün yolunu tuttum. Ankara’dan bana ulaşan kararname henüz Ünye’ye gelemediğinden Ordu’ya gidip geri dönmek zorunda kaldım. Tekrar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne intikal ettiğimde vakit çoktan öğleni aşmış, gün akşama dönmüştü. Göreve başlamam için Milli Eğitim Müdürlüğünden alacağım evrakla okula gitmem gerekiyordu. Vakit geçti ve memur gönülsüz davranıyordu. Neredeyse nereden çıktın, der gibiydi. Bu yüzden işi ağırdan alıyor ya da bütün işler zaten ağırdan alınarak yapılıyordu da ben o zamanlar bunu bilmiyordum.
2. Pelitliyatak Neresi?
Memur bir taraftan yazı çizi işleriyle uğraşırken bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. O da halinden şikayet ediyor, fırsat bulmuşken içini döküyordu. İşler uzayınca atandığım okulu görmek için memura:
- İşlemler devam ederken okulu görebilir miyim, diye sordum. Cevap tam bir şok yarattı üzerimde.
Memur:
–Bugün göremezsiniz hocam. Okul Pelitliyatak’ta, zaten otobüsü de gitmiştir, dedi.
İlk şok, ilk şaşkınlık… Pelitliyatak da neresi? Kararnamede böyle bir şey yazmıyordu. Birden Ünye’ye ilişkin hayallerim soluklaştı, rengini kaybetti. Yüreğimdeki heyecan yerini şaşkınlığa bıraktı. Bu şaşkınlıkla bir süre ne yapacağımı bilemeden kalakaldım. Kendime gelince memurdan Pelitliyatak’ın neresi olduğu ve oraya nasıl gidebileceğimle ilgili bilgi aldım. Memur anlattıkça her söz kurşundan bir yük gibi ağırlaşıyor, yüreğimi eziyordu. Daha maçın başında mağlubiyeti kabul etmiş boksör gibi havlu atmak üzereyken memur:
–Artık göreve başlamış sayılırsınız hocam, isterseniz yarın sabah da gelip evrakı alabilirsiniz, dedi.
“Hocam” sözcüğü sevinçle karışık içimi ürpertse de kader “beyaz kağıda sütle yazılmış yazı” gibi belirsizdi benim için. Her dakika yeni bir istikamete yöneltiyordu beni. İsteksiz ve kararsız adımlarla dışarı çıkıp deniz kenarına attım kendimi. Balıkçı teknelerinin haraç mezat balık pazarladığı İskelenin ucuna kadar yürüdüm. Balıkçıl kuşların haykırışları arasında Karadeniz’in hırçın dalgalarının çıkardığı ritmik seslere kendimi bıraktım. Dalgaların kıyıya çarparken çıkardığı ses ve engin deniz alıp beni götürdü eşyanın ötesine. Gün batımı bütün ihtişamı ile son oyununu oynarken denizle, kendime geldim. Denizi kızıla boyayarak ufukta kaybolan güneşin ardından uzun uzun baktım. Gün batarken birden üşüdüğümü hissettim, üşümek yaşamak gibi geldi bana. Şimdi daha iyiydim.
Konakladığım otelin odasına çıkarken derin bir muhasebe içindeydim. Kısmen rahatlamış ama bir karara varamamıştım. Ayın çekimine kapılan deniz gibi gelgitler arasında sabahı zor ettim. Evrakı aldıktan sonra daha iyiydim. İlk şoku atlatmıştım. İdealist bir ruhla, karşıma çıkacak yeni sürprizlere şimdi daha hazırdım. Artık hiçbir şey beni yolumdan döndüremezdi. Okulun Ünye’de olduğunu düşündüğümden yanıma palto almamıştım ve şimdi üşüyordum. Ceketimin önünü ilikleyerek yakasını diktim, adeta içine gömüldüm ve yürümeye başladım.
3. Siste Yolculuk
Beldenin Ünye’deki hareket noktasına gittim. Otobüs saat on dörtte hareket edecekti. Daha vaktim vardı. Bu boşluktan yararlanarak kıyıya kadar yürüdüm. Amacım hem çevreyi tanımak, hem de vakit geçirmekti. Hep özlemini çektiğim deniz ayaklarımın ucundaydı. Ancak o da bana keyif vermiyordu. Hareket saatine yakın elimde eşyalarımla otobüsün kalkacağı yere geldim. Burası pek çok yerde olduğu gibi bir kahvehaneydi. Ötede beride kümeler halinde bırakılmış eşyalar sahibini bekliyordu. Ben de göçümü yerleşeceğim yeri belirledikten sonra almak üzere buraya emanet bıraktım.
Kamyondan bozma belediye otobüsü ile saat on dörtte yola çıktık. Yolumuzun otuz kilometre civarında olduğunu öğrendim. En çok bir saatte Pelitliyatak kasabasına varacağımızı düşünürken şoförün mütebessim “inşallah!” sözü, bu tahminimin pek de mümkün olamayacağını işaret ediyordu. Bu düşünceler arasında Reşat Nuri’nin Anadolu notları bölük pörçük geçti gözlerimin önünden. Çalıkuşu’nun Feride’sini düşündüm.
Ünye’den uzaklaştıkça yerleşim yerlerinde farklılaşan mimari, yaşama şartları buraların medeniyeti yirmi otuz yıl geriden takip ettiğini gösteriyordu. Kendimi bir an için büyüklerimin elli yıl öncesinin yol hikayelerinde hissettim. Üstelik bu yol Ünye’yi Akkuş’a ve Çamlıbel üzerinden Niksar’a bağlayan bir yoldu. Ama ne yol! Yolun hali ve otobüsün yamacı tırmanırken azalan hızı yol süresi ile ilgili tahminimde çok yanıldığımı gösteriyordu. Aracın arada bir çıkardığı “zıst” sesi, “Han Duvarları”ndaki arabacının ıslığını hatırlattı bana, yol da aynı yol!..
Henüz hava kararmamıştı ama önümüzü görmek gittikçe zorlaşıyordu. Bir süre sonra, yürüsek arabadan daha hızlı gideceğimiz kanısı ağır basmaya başladı. Saat on dörtte başlayan yolculuğumuz sona ermeden gün karardı Canik dağlarının zirvesinde. Yüksek ve ormanlık bir alanda ilerliyorduk. Sileceklerin arada bir hareketlenmesinden dışarıda hafif bir yağmurun yağdığı anlaşılıyordu.
Yükselti arttıkça yolculuğumuz ilgi çekici bir hal alıyordu. Gittikçe koyulaşan karanlığın içinden geçiyorduk. Cama yapışmış gibi dışarıyı gözetlerken birden otobüs durdu. Elinde fenerle muavin aşağıya indi. Ne olduğunu anlamaya, aşağıya inmeme gerek olup olmadığını kavramaya çalışıyorum. Muavinin inmesi dışında bir aksilik görünmeyince ve kimsede bir hareket olmayınca aşağıya inmedim. Anlaşılan bu durum alışılmış bir durumdu. Muavin önde biz otobüsle arkada bir süre gittik. Sonra muavin bindi otobüse. Bunu birkaç kez yaptı. Çünkü Karadeniz’de yükseltinin artmasına paralel sis yoğunlaşıyor ve görüş alanını neredeyse sıfırlıyordu. (Hele ağuların yamaçları pembenin ve yeşilin her tonuna boyadığı baharda sis dizlerinize kadar yükselip vadileri griye boyayınca manzara görsel bir şölene dönüşüyor.)
Yolda köyler, kasabalar geçtik. Yolun sonuna yaklaştıkça otobüsteki yolcular da tek tük eksildi. Derken Akkuş’a dokuz-on kilometre kala, Dumantepe’de anayolu terk ettik. Artık daha kötü ve riskli bir yolda bata çıka ilerliyorduk. Yolun bozukluğundan mı, arabanın gürültüsünden mi bilmiyorum kimsenin bir şey sormamasından kendimi görünmez adam gibi düşünürken yandaki koltukta oturan orta yaşlarda bir bey:
–Yabancısınız galiba, ne iş yapıyorsunuz, diye sorunca derin bir “oh!” çektim. Demek görünmez adam değilmişim.
–Öğretmenim, dedim. Bunu söylerken biraz böbürlendiğimi hissediyorum. Öyle ya artık öğretmendim. Bekledim ki başka sorular da gelsin. Hayır, yol boyunca kurabildiğim tek diyalog bu oldu.
Kasabaya yaklaştığımızı anlamak için bütün dikkatimi dışarıya veriyorum. Bakınırken şairin mısraları düşüncelerime tercüman oluyor:
“Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali”
Yolun kenarındaki “Pelitliyatak, Nüfus:3451” levhasını görünce evlerin çoğalmasını, ışıklı yolları, elektrik ve telefon direklerini görmek istiyorum. Bunların hiçbirini göremeden belirsizlik içinde ilerlerken birden otobüsümüz durdu. Muavin:
–Son durak, bagajı olanlar beni izlesin, dedi.
Muavinin ardından aşağıya indim. Yağmur halen yağıyordu ve yerler çamurdu.
4. Burası Pelitliyatak
Otobüs farlarının yolu aydınlatmasından yararlanarak seke seke kenara çıktım. Bir çamur deryasının içinde durmuş otobüs. Etrafıma bakınarak gideceğim yeri kestirmeye çalıştım. Karşıda, buğulanmış camların arkasında titreyen lüks lambasının aydınlattığı kahvehaneye yöneldim bata çıka ilerleyerek içeri girdim. Selam verip çoğu boş olan masalardan birine oturdum. Ayaklarıma bakınca sekmelerin bir işe yaramadığını ve ayakkabılarımın çamur içinde olduğunu gördüm. Mahçubiyetten olsa gerek ayaklarımı hemen masanın altına çektim. Bir çay istedim. Çayımı içerken etrafımı incelemeye başladım. Ortada gürül gürül yanan bir soba, etrafında bir iki kişi… Herkes kendi halinde. Yabancılığımı kimse fark etmiyor. Çayın ince çizgiler halinde yükselen buğusu kahvehanenin tavanını kaplayan sigara dumanına karışarak dağılıyor. Çay içiyor ve bekliyorum.
Düşünceler içinde gezinirken içeriye iki kişi girdi. Biri kısa boylu, şapkalı, parkalı ve biraz şişmandı. Diğeri zayıf ve uzun boylu, kıvırcık saçlıydı. Üzerinde sadece ceketi vardı. Kapıdan girdikten sonra bir müddet bekleyip içerisini süzdüler. Birini arar gibi bir halleri vardı. Bakışlarımız karşılaşınca oturduğum masaya yöneldiler. Selam verip oturdular. Kısa bir tokalaşma ve hoş geldin faslından sonra uzun boylu, kıvırcık saçlı olanı söze girdi:
– Ben Hüseyin, arkadaşım Necdet, Aşağı Mahalle İlkokulu’nun öğretmenleriyiz. Siz de orta okulun yeni öğretmeni olmalısınız, zaten bu mevsimde öğretmenden başka kim buralara gelir ki, dedi. Son sözlerini söylerken dudaklarına acı bir gülümseme yerleşti Hüseyin’in. Belli ki, buralarda kalmaktan muzdarip. Bana da, buralara nasıl düştün der gibi acıyan gözlerle bakıyordu. Ben de:
– Sizi gördüğüme çok sevindim. Adım Mehmet Nuri, edebiyat öğretmeniyim. Mustafa Necati Çetinkaya Ortaokulu Türkçe öğretmeni olarak atandım, diyerek kendimi tanıttım. Memnuniyetimi her halimle belli ediyorum. Sevincim sözlerime, jest ve mimiklerime yansıyor. Nasıl memnun olmam ki, birkaç saatten beri tek başıma umutsuzca beklediğim bu dağ başında iki can yoldaşı bulmak az şey miydi…
O akşam Hüseyin’le Necdet’in birlikte kaldığı ilkokul lojmanına misafir oldum. Sofralarını ve yüreklerini paylaştılar benimle. Hesapsız kitapsız ve içten; İnsan gibi... Bu yakınlığı ömrümün hiçbir döneminde unutmadım. Halen aziz bir hatıra gibi muhayyilemde taşıyorum. Bu dağ başında iki isimsiz kahramanın yürekleriyle ısıttıkları evde hayatımın en lezzetli yemeğini yemiş ve en tatlı uykusunu uyumuştum. Onlara minnet borçluyum. İyi ki vardınız.
Şairin köy öğretmenleri için söylediği gibi:
“Siz kara göklerin yıldızları,
Işıtın yurdumuzu sabaha kadar!
Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu..
Alın benim gönlümden de o kadar.”
Alın benim gönlümden de o kadar…
5. Turgut Özal Caddesi’nden Okula
Kış olmasına rağmen, ertesi gün Pelitliyatak’ta yeşil ve güneşli bir sabaha uyandım. Gürgen ağaçlarının göğe yükseldiği ve sisin vadinin derinliğine gizlendiği serin bir Karadeniz sabahında yaptığımız mütevazı kahvaltıdan sonra kasabanın merkezine doğru yola çıktım. Nihayet okulumu görecek, ilk öğrencilerime kavuşacaktım.
Sağında solunda tek tük evlerin sıralandığı yoldan geçtikten sonra evlerin sıklaştığı ve dış görünümlerinden işyeri oldukları anlaşılan yapıların iki tarafını kapattığı bir yola ulaştım. Üçer beşer ev ve işyerinin çevrelediği yolun girişinde asılı levha ister istemez beni gülümsetti:
“Turgut Özal Caddesi”
“Caddeyi(!)” yarılayınca ikinci bir cadde levhasıyla daha karşı karşıya kaldım. Kasabayı boyuna ikiye ayıran caddeyi bu kez enine kesen ve uzunluğu elli metre civarında olan ikinci bir caddeydi bu. Caddenin her iki istikameti de uçuruma doğru gidiyordu. Caddenin ismi “Kenan Evren Caddesi” olunca bu isimlendirmede bir muziplik olabileceğini düşündüm. Allah’tan burası ayak altı bir yer değildi de bu durum basına yansımadı. Aksi halde, “Netekim”, belediye başkanının başına bir şeyler gelebilirdi.
Kasabanın çarşısını(!) geçtikten sonra önüme çıkan düzlüğün ilerisinde yolun alt tarafında kasabanın camisi, üst tarafında ortaokul binası vardı. Okulun arkasında da kasabanın mezarlığı… Okulun kapısını kapalı buldum. Ortalıkta kimseler yoktu. Okulun etrafını dolaşarak yanlış yere gelip gelmediğimi anlamaya çalıştım. Levhada yazılı isimden okul binası olduğu kesindi lakin ne öğrenci vardı ne de öğretmen.
Okul binası prefabrik malzemeden yapılmış derme çatma bir binaydı. Siyasi bir yatırım olduğu her halinden belliydi. Öyle ki, zaten elektriğin bulunmadığı kasabada aceleden okulun su hattı bağlanmamış ve en önemlisi tuvaleti bile unutulmuştu. Okulun bahçesine yığılan ve sahipsizlikten dağılan inşaat malzemesi muhtemelen eksikleri tamamlamak için getirilmişti ancak o da ilgisizlikten ve talandan nasibini almıştı.
6. Ben artık Öğretmenim
Ben okulun etrafını birkaç kez dolandıktan ve orasını burasını kurcalarken zayıf, şapkalı bir genç telaş içinde çıkageldi. Adeta suç üstü yakalanmış, ne diyeceğini şaşırmıştı. Aceleyle elini uzatarak:
– Hoş geldiniz, ben okulun hizmetlisi Mevlüt, siz de yeni Türkçe öğretmenisiniz her halde, dedi. Elimdeki çantayı alıp okulun kapısına yöneldi. Onu izlemekten başka çarem yoktu. Yığma taştan yapılan üç dört basamaklı merdivenden çıkarak okuldan içeri girdik. Okul üç sınıf ve müdür odasından ibaretti. Müdür odası, hem memur odası hem de öğretmenler odası olarak kullanılıyordu. Ancak ortalıkta ne memur, ne müdür, ne öğretmenler ve en önemlisi ne de öğrenciler vardı.
Biraz sonra dışarıdan sesler gelmeye başladı. Birkaç çocuk ve bir iki kişi okulun bahçesinde konuşuyordu. Biz de dışarı çıktık. Mevlüt Efendi bahçedekileri imam, öğrenci ve öğrencilerin velileri olarak tanıttı, beni de yeni Türkçe öğretmeni diye takdim etti onlara.
Mevlüt Efendi, gösterdiği tedbirsizlikten dolayı mahçup ve tedirgin duruyordu. Sürekli bir şeyler anlatıyor, Kasım ayının sonlarına gelinmesine rağmen okulun doğru dürüst açılamadığını, zaten öğrencilerin de okula gelmediğini anlatıyor, muhtemelen vaziyeti idare etmeye çalışıyordu.
Mevlüt Efendi’yi yanıma alıp kasabanın tek toplanma yeri olan kahvehanesine gittik. Niyetim kalacak bir yer ayarlamak ve Ünye’de emanet bıraktığım eşyalarımı getirmekti. Kısa bir araştırmanın sonunda ev bulamayacağımı anladım. Tek ihtimal kalıyordu geriye. Okula kırk beş dakika yürüme mesafesinde olan ve geldiğim ilk gece misafir olduğum ilkokulun lojmanında kalmak. Hüseyin ve Necdet ilk gün araladıkları gönül kapılarını bir kez daha bana açtılar.
Kasabadaki ikinci günümde okulun memuru geldi. Okul müdürü hâlâ ortalıkta yoktu. Memur göreve başlamam için gerekli evrakı hazırladı. İş okul müdürünün imzasına kaldı. Hafta sonu Ünye’ye gidip eşyalarımı getirip lojmana yerleştim. Müdür ertesi pazartesi günü geldi. Elbirliğiyle okulu öğrencilerin hizmetine açtık. Bütün sözel derslere ben giriyordum, fen ve matematik derslerine de okul müdürü giriyordu.
Toplam yirmi iki öğrencimiz vardı. On biri ortaokul iki, on biri ortaokul üçüncü sınıftaydı. Ortaokul birinci sınıfa o yıl öğrenci alınmamıştı. Karlı bir kışın bizi zaman zaman mahsur bıraktığı, ilçeye inemediğimiz için aşsız, ekmeksiz kaldığımız birinci dönemi iki öğretmenle atlattıktan sonra ikinci dönem birkaç öğretmen daha atandı okulumuza. Şubat, Mart derken 1987 yılının Nisan’ına ulaştık.
Nisan ayının başlarında ağular çiçek açtı. Ağular çiçek açınca pembeye boyandı Canik dağlarının yamaçları. Yeni bir mevsim başladı Karadeniz’de. Baharla birlikte kurulmaya başlayan kasaba pazarı ortalığı şenlendirdi. Pazar yerinde çoluk çocuk, genç ihtiyar herkes bir faaliyet içinde olurdu. Cuma günleri kurulan kasaba pazarı aynı zamanda bir görüşme ve buluşma yeriydi. Genç kızlar ve delikanlılar “yabanlıklarını” giyer bir aşağı bir yukarı “pazar ederlerdi.” Pazar, onlar için adeta bir görücüye çıkma fırsatıydı. Bazen pazarın ardından düğün parası denkleştiremeyen gençlerin “samanlığı seyran” eylediği haberleri ortalıkta dolaşır, buna çeşitli hikayeler uydurulurdu. “Öğretmene varamadım, naylon çorap giyemedim” türküsü de bu türden rivayetlere uyan bir hikayeydi:
“Pelitliyatak’ta işittiğim rivayete göre Akkuş’un köylerinden birinde bir ilkokul öğretmeni görev yapmaktadır. Öğretmen şehirle köy arasındaki köprüdür. Medeniyetin köye yansıyan yüzüdür. Naylon çorap giymek bir özlemdir köylü için, medeniyetle tanışmaktır. Öğretmene âşık olan ancak ailesi tarafından köyün çobanı ile evlendirilen genç kız, öğretmen köyden ayrılıp gidince kem talihine ağıt yakar, hem de içindeki naylon çorap giyme özlemini bu türkü ile dile getirir… “
Ünye ve Pelitliyatak yirmi iki yıllık öğretmenlik hayatımın en meşakkatli, aynı zamanda en zevkli günlerinin hatırasını taşır. Pişmanlıklarımın, imkânsızlıklara meydan okuyuşumun, delice kararlarımın ilk durağıdır burası. Yol vermeyen dağlar, açılmayan yollar ve pembeyle yeşilin her tonunu içinde barındıran yaylaların hatırasıdır içimde kımıldanan. Geriye dönüp her baktığımda burada geçen zamanın, dudaklarımda yarım kalmış bir “hayali cihan değer” tebessüm olduğunu görürüm.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.