- 732 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HAMAL (7. Bölüm)
4 Nisan 2010, Antakya
Uyandığından beri (uyumuş muydu ki) elli bininci kere saatine baktı Firuzan Hanım, neredeyse öğle olacaktı ama biricik evladı hala onu aramamıştı. Acaba şimdi neredeydi, yola çıkmış mıydı? Geceyi Konya’da geçireceğini söylemişti ama ne zaman yola çıkacağını, nereye kadar gideceğini söylememişti yine, gerçekten belirsiz bir yolculuk muydu bu yoksa oğlu bir şey mi saklıyordu? Sabah yola çıkarken arayacağını söylemişti ama aramamıştı, uyuyor muydu hala? Yola çok erken çıkmışsa aramaya kıyamamış olabilrdi ama bıraktığı çağrıya neden dönmemişti, mola mı vermemişti? ’Keşke arabayı kullanırken aradığında kızmasaydım hiç bir zaman’ diye geçirdi içinden, bir kaç saniye olsun sesini duyabilirdi o zaman... Başkalarını arıyor muydu oğlu arabayı kullanırken; içi huzursuzlandı birden, hemen Koray’ı aradı. Hayır ne Koray onu aramış ne de o Koray’ı aramıştı. Telefonu kapatırken sıkı sıkı tembihledi adamı: ’Sakın ama sakın arama oğlumu, araba kullanıyor olabilir; önemli bir şey olursa çağrı bırak, o sana döner uygun bir zamanda’...
’Merak etmeyin efendim, zaten Burak Bey onu hiç aramamam konusunda beni uyardı, dinlenmek istiyormuş’ dedi kısık bir ses tonuyla. Hem rahatladı hem de içini yine hüzün kapladı Firuzan Hanım’ın. Rahatladı, çünkü onu direksiyon başında en çok oyalayabilecek kişi onu aramayacaktı; hüzünlendi çünkü oğlu hala dinlenmek istiyordu... ’Dinlenmek değil, kendini dinlemek istiyor olmalı’ diye düzeltecekti Koray’ı ama vazgeçti. ’Tamam evladım ama seni ararsa beni mutlaka haberdar et’ diyerek telefonu kapattı.
Koray çok zeki bir çocuktu. Babası Haluk Bey’in eski bir arkadaşıydı köyden, üniversiteyi kazandığında onu kara kara düşünürken bulmuştu bir gün. ’Sıkma canını, oğlunu ben okutacağım’ demişti eski dostuna ve gerçekten de her ay hatrı sayılır miktarda para yatırmıştı çocuğun hesabına, burs çıkmamıştı ama öğrenim kredisi ile beraber yatan bu para ile hem babası hem de Koray rahat bir nefes almıştı. Hasan Bey, Koray’ın bazı ani ihtiyaçları dışında hiç para göndermemişti oğluna, böylece Koray’ın ablası da rahatça okumaya devam etmiş, küçük kızın da tahsili tehlikeye girmemişti. Çitfiçilikten eskisi kadar para kazanamıyordu ve işleri gittikçe bozuluyordu ama eski dostu Haluk’un bu yardımıyla hem rahat bir öğrenim geçirecekti oğlu hem de Haluk Bey’in kardeşinin şirketinde iş garantisi olmuştu. Bir mimarın, müteahhit bir firmada çalışması kadar doğal ne olabilirdi ki?
İki sade kahve yaparak bahçeye çıktı. Haluk Bey çardakta oturup günlük gazetelere göz gezdiriyordu, Haydut da ayaklarının dibine uzanmış yatıyordu, belli ki Haluk Bey onu çok yormuştu bu sabah. Kahveleri masaya indirirken ’Oğlan hala aramadı’ dedi. Sesle beraber önce Haydut dikti kulaklarını, başını kaldırdı ve o şefkatli kadına baktı minnetle; bakışıyla ’O iyi, merak etmeyin’ der gibiydi. Sarı-Siyah bir Alman Kurdu kırmasıydı haydut, daha yavruyken barınaktan almışlardı yanlarına. Şimdi beş yaşındaydı, selefi ’Dino’nun yerini asla dolduramamış ama yepyeni bir yer edinmişti bu iyi yürekli insanların kalbinde.
’Birazdan arar, endişelenme; kafa dinlemek istiyor, endişelerinle sıkma canını çocuğun’ dedi Haluk Bey başını hiç kaldırmadan. ’Sen hiç endişelenmiyor musun’ diye sorduktan sonra masanın üstündeki paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Haluk Bey gazeteyi katlayarak masanın üstüne bıraktı ve o da bir sigara yaktı. ’Kendime saklıyorum endişelerimi, çocuğa vermiyorum’ dedi sakince. Oysa Firuzan Hanım biraz yükseltmişti sesini o soruyu sorarken, cevap vermeyerek kahvesini yudumlamaya başladı ve diğer bardağı gözüyle işaret ederek ’sen de iç’ demek istedi. Haluk Bey gülümseyerek uzandı bardağına ve bir yudum da o aldı; ’Eline sağlık hayatım’ dedi. ’Afiyet olsun’ cevabı hiç gecikmedi arkasından.
Konuşmadılar, sessizce kahvelerini içtiler. Firuzan Hanım boş bardaklarla içeri gidince, okumakta olduğu son gazeteye uzandı eli Haluk Bey’in...
Boşları içeri bırakırken yardımcısı Leyla’ya seslendi: ’Güzelim benim işim bitti, mutfak senin’ diyerek salona geçti. Diz üstü bilgisayarını açarak oğlunun şiirlerini yayınladığı internet sitesine göz atmak isedi. Uzun bir süreden sonra, dün gece bir şiir düşmüştü edebiyatdefteri’ne...
Yatak Liman
Gecenin kıyısından yol alırken hüzünler
üç keman ve bir soprano vurur bu defa
yüreğin bam teline, inler.
Çok eskilerden gelir bulur seni
üç otuz paraya yakılmış bir ağıt,
yeni acıları eker yüreğine tüm samimiyetiyle...
Şimdi sığınacak bir liman bul kendine,
fırtınadan korunmak için değil ama
yüreğindeki dalgaları özgürce vuracak bir yer edin
ki rahatça ağlayasın...
Burak Karacan
04.04.2010; Konya
Demek ki geceyarısından sonra yazmıştı bu şiiri ve demek ki ağlamıştı yine... Her gece evine kapandığında ağladığını biliyordu ama bunu yaparken Mozart’ın Lacrimosa’sını dinlediğini bilmiyordu.
İçine içine işlediği bu ağıt, en sonunda ete kemiğe yani kelimelere bürünerek (hem de Türkçe!) bir şiir olup çıkmıştı Burak’ın karşısına. Şimdiyse Firuzan Hanım’la göz gözeydi bu hayalet. ’Küçükken de canı yandığında söylemezdi, öyle sessiz sessiz bir köşede uzanırdı’ diye düşündü. Hala canı çok yanıyordu ama söylemiyordu... Neyse ki şiir yazabiliyordu ve Firuzan Hanım şiirleri aracılığıyla oğlunun iç dünyasına girmeyi başarıyordu bir nebze olsun...
Bir kaç damla süzüldü yanaklarına doğru. Telefonuna baktı, öğleni de geçmiş ama oğlu hala aramamıştı. Uyumadığını biliyordu, ’İyi yolculuklar oğlum’ dediğinde Burak Isparta’ya otuz sekiz kilometre uzaklıktaydı ve bir saat sonra Eğirdir Gölü kıyısından annesini arayacaktı. Annesi ’Sakın alkol alma’ dediğinde bir şişe birayı çoktan bitirmiş olacak ama annesinin sözünü dinleyerek balığını kola ile yiyecek ve rotasını bildirecekti bu defa: İzmir’e doğru gidecekti.
Sonra Firuzan Hanım sevinçle bahçeye çıkacak ve kocasına bu haberi vererek ’Yarın biz de yazlığa gidelim, çok bunaldım; hem bahçeyi de ihmal ettik’ diyecekti.
Ufuk Bayraktar
_________________________________________________________________________
Resim : Antakya’dan bir görünüm; Cumhuriyet Meydanı ve Habib Neccar Dağı