- 1797 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NAZO'NUN ÖYKÜSÜ
NAZO
Sabah 8.30 da masama oturdum ki odacı Ömer yanıma geldi.
Attila Bey seni personelden istiyorlar.
Sinyor Manganaro ilk iş bana gelsin dedi.
—Tamam, Ömer şimdi gidiyorum.
Bu şirkette işe başlayalı daha bir hafta oldu.
Üniversiteden yeni mezun olmuştum.
Bir hafta evveline kadar yarı devlet teşekkülü bir petrol şirketinde satın alma şefiydim.
Ayda 500 liraya talim ediyordum.
Kocaeli’nde inşaatı başlayan tesisler için hem iç, hem de dış alımlara bakıyordum.
İşte, bu görevde iken, bana bağlı çalışan gümrükçüm yanıma geldi geçen ay.
Benim iki kat yaşımda, cana yakın, tombul bir adam Yavuz ağabey.
Gözlerinin mavi olması hariç, sanki Hulusi Kentmen’in ikiz kardeşi.
—Attila’cığım, önce sana haber vereyim dedim.
—Hayrola Abi?
—Hayırdır, hayır. Başka bir şirkette iş buldum.
Bu gün müdüre istifamı veriyorum.
Bir İtalyan şirketi.
Daha önce de onların gümrükçülüğünü yapmıştım.
Yeni ihale kazanmışlar TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) den.
—Ne iş yapıyor bu firma?
Ne ihalesi bu be abi?
—Keban barajı yapıldı ya.
—EEE.
—Keban’dan İstanbul’a kadar ağır nakil elektrik direği dikecekler.
Hem direkleri da Ankara’da imal edeceklermiş.
Balgat’ın hemen ilerisinde bir demir işleme fabrikası satın almışlar.
İmalat bu fabrikada yapılacakmış.
Bende bu fabrika için İtalya’dan gelecek gerekli tezgâhların, şantiyeler için gelecek montaj aletleri, vinçler, cipler, kamyonların gümrüklemesini yapacağım.
Büyük iş bu Attilacığım.
En az 10 sene sürer.
—Gâvur şirketi ya, herhalde maaşı iyidir değimli?
Valla bana 7000.-lira teklif ettiler. (Yavuz ağbi 300 liraya çalışıyordu)
—Ne diyorsun be abi?
Mebus maaşı bu vallahi.
Hayırlı olsun.
Tam odadan çıkıyordu ki, birden şeytan dürttü.
—Yavuz ağbi be.
Acaba bana da bir iş imkânı olur mu orada?
Biliyorsun hem sanayi işletmesi mezunuyum hem de çok iyi İtalyancam var.
—Kararlıysan, Genel Müdürle konuşurum.
Müspet bir cevap alırsam ararım seni.
—Sağ ol be Abi.
Haber bekleyeceğim senden.
İşte böyle ayrıldı Yavuz Bey şirketten.
10 gün sonra, ben bu olayı tamamen unutmuştum.
Yavuz ağbi de aramadı beni.
Aradan bir buçuk ay geçmişti ki, akşam işten çıkarken telefon geldi.
—Merhaba Attilacığım ben Yavuz.
—Merhaba Yavuz ağbi.
Bir gittin pir gittin yahu.
Nasılsın, memnun musun yeni işinden?
—İyiyim sağ olasın.
İşlerin yoğunluğundan arayamadım seni.
Kusura bakma.
Ancak bu sabah konuşabildim bizim Genel Müdür ile senin için.
Gelsin bir göreyim dedi.
Bu akşam seni bekliyor.
Al bir kalem kâğıt eline, yaz vereceğim adresi.
Atla bir dolmuşa, direkt buraya gel.
Seni bekliyorum.
—Tamam, be abi. Hemen geliyorum.
Kavaklıdere’de bir adres verdi Yavuz Abi.
15 dakika sonra şirkette idim.
—Hoş geldin Attilacığım.
Sarıldık, öpüştük.
Gel seni Müdür Bey ile tanıştırayım.
Ceketini ilikledi ve Müdürün kapısını tıklattı.
—Permesso! (Müsaadenizle)
—Buyurun Yavuz Bey, geldi mi delikanlı?
—Tanıştırayım.
Attila Bozoğlu.
Sinyor Martinelli.
El sıkıştık.
Yavuz Bey gibi babacan görünümlü, İzmirli bir Levanten Müdür Bey.
Otur şöyle delikanlı.
—Dove imparato İtaliano? (İtalyanca nerede öğrendin?)
—Abitato in Napoli per 5 anni. (Napoli’de beş sene oturdum)
—A, sei Napolitano allora. (Ha Napolitansın o zaman?)
Hep beraber gülüştük.
(Napolitanlar, çok iyi müzik yapan, romantik şarkılar söyleyen, erkeklerinin hemen hepsi birer tenor, kadınlarında birer soprano olduğu, zengin bir mutfak kültürü olan, iyi küfür eden ve yöreye mahsus bir lehçe ve şive ile konuşan bir kesim İtalyan vatandaşlarıdır).
Neyse,
İş tecrübem ve tahsilim hakkında uzun uzun konuştuk.
Sinyor Martinelli devamlı not aldı.
—Bak Sinyor Attila.
Balgat’ın hemen ilerisinde bir fabrika satın aldık.
Navlun masrafı çok olacağından ve işçilik giderleri de Türkiye de daha ucuz
olduğundan, demir direkleri Ankara’da imal edeceğiz.
İmalatta çalışacak teknik personelin büyük çoğunluğu Milano’daki fabrikadan gelecek.
Seni fabrikada imalat şefi olarak işe alacağım.
İtalyanca bilmen ve sanayi işletmesi okumuş olman bizim için büyük bir olanak.
Hadi hayırlı olsun.
Yarından itibaren işe başlıya bilirsin.
Fabrika tam faaliyete geçene kadar, Erzurum, Elazığ ve Erzincan’dan geçecek direkleri İtalya’dan getirttik.
Yavuz Bey bu hafta içinde gümrükleyip İstanbul’dan sevk edecek bu vilayetlerdeki şantiyelerimize.
Sende fabrika açılana kadar şantiyelere gidip geleceksin.
Seyahat etmende bir mahzur yok inşallah.
—Yok, Müdür Bey.
—Tamam, o halde.
Sıkılarak soruyorum.
—Maaşım ne olacak Müdür Bey?
—Sana başlangıç olarak 8500.-lira vereceğim.
Fabrika faaliyete geçtiğinde, tekrar konuşuruz.
Sevinç den havalara zıplayacağım neredeyse.
Tekrar, tekrar teşekkür edip dışarı çıkıyorum.
Dışarıda Yavuz Abi ye sarılıp defalarca yanaklarından öpüyorum.
—Allah senden razı olsun be Abi.
—Senin çalışma temponu biliyorum oğlum.
İnşallah bu şirkette çok yükseleceksin.
Bir hafta boyunca, gümrüğe gelen alet edevatın evraklarını İtalyancadan tercüme ederek vakit geçirdim.
Bu sabah personelden çağırılınca, bayağı helecanlandım.
Bakalım ne görev verecekler.
Sinyor Manganaro, benden 7–8 yaş büyük Antakyalı bir Levanten.
Enteresan bir adam. Esasen İtalyan asıllı, ama Malta’dan gelmiş ataları.
Suriyeli hristyan bir kızla evlenmiş genç yaşta.
—Günaydın.
—Bon giorno Sinyor Attila.
Geç otur şöyle.
Elazığ şantiyemizde bir problem var.
İtalya’dan havale geç geldi Bankaya.
Bu gün ayın onu.
Maaşları gönderemedik.
İşçiler kazan kaldırmış.
Adamlar haklı tabi.
Birazdan Ömer’i Bankaya yollayacağım.
Maaşları sana teslim edecek.
Bu gece, Kurtalan Ekspresine binersin.
Malatya’da şantiye Şefi Hamza Bey karşılayacak seni.
Gürün şantiyesine gideceksiniz.
Elazığ Şantiyesi şefi Sinyor Gerardo orada bekliyor seni.
Beraber, Elazığ şantiyesine gidip maaşları dağıtırsınız.
Seni Ankara’ya çağırana kadar da Sinyor Gerardo’ya yardımcı olursun.
Adam çat pat Türkçe biliyor.
Yani anlayacağın, tercümanlık yapacaksın bir müddet.
Tedarikli bin tirene.
O yöre bayağı soğuk olur.
Kazak palto, çizme vs. al yanına.
İki günde hasta olmanı istemem bak.
Söylemedi deme..
Ömer’den 40 kişinin maaşını ve kendi harcırahımı da alıp, eve gittim.
Maaş tutarı bayağı yüklü olduğundan, yatağımla, somya arasına gizledim.
Harcırahımdan bir miktarını da alıp dolmuşa atladım.
Ver elini “Hergele Meydanı”.
Hergele meydanı, Ankara da iş yapan eskicilerin mekânı.
O tarihlerde Ankara, Amerikalı asker kaynıyor.
Çoğu Amerikan ordu pazarlarından ucuza aldığı giyim kuşam ve sair malzemeyi burada eskicilere beş on misline satıyor.
Parayı bastırdığında, viskiden blucine, plak, pikap teyp , hatta Tide marka çamaşır deterjanı bile bulursun.
Devre devre bende buraya gelip o zamanlar çok popüler olan Old Spice tıraş losyonu alırdım.
Ankaralı kızlara hava atacağım ya!
Doğru Satılmış ağabeyin dükkânına gittim.
—Merhaba Satılmış abi.
OOO hoş geldin be Ati.
Old spice mı istiyorsun yine?
İstersen bir sürü Long Play geldi bu hafta.
Elvis Presley, Ray Charles falan var.
Onlara da bir bakıver.
—Yok, be satılmış abi.
Bu gece tren ile Malatya’ya gidiyorum.
Oradan da Keban Barajına, Elazığ’a geçeceğim.
—Kasım ayında da tam gidecek yeri bulmuşsun be Ati.
Bokun donar orada.
—Onun için geldim ya be abi.
Sen bana içi muflonlu bir blucin, postal, kazak ayarla.
Ha birde Amerikalı pilotların giydiği içi kürklü montlardan var mı?
Buluruz be evladım senin için.
—Ha, abi birde sağlam kilitli bir bavul.
İşçilerin maaşını götürüyorum da.
—Tam senin istediğin gibi bir bavul var bende.
Kilidi şifreli.
Kimse açamaz.
Demir saç üzerine deri kaplı bir bavul bu.
Evladiyelik vallahi.
Amerikalı bir Albay sattı bana.
Otur şöyle hele.
İçeriden getireyim bavulu.
Mavi beyaz renk deri kaplı, şık ve hakikaten sağlam bir bavul bu.
Şifreli kilidin nasıl çalıştığını da örendikten sonra, bütün aldıklarımı bavula yerleştirdim.
Ayağıma da uzun konç bir Komando postalı geçirdikten sonra Satılmış Ağabey ile vedalaşıp, Ankara Tiren Garına gittim.
O yıllarda, tiren kompartımanları 1. , 2. ve 3. mevkii diye ayrılıyor.
Birinci mevkiler lüks vagonlarda.
Tuvaletler alafranga.
Koltuklar falan kırmızı kadife kaplı.
İkinci mevkilerdekiler yeşil deri kaplı.
En garibanı 3, mevkiler.
Koltukları, park bankları gibi tahta latalarla kaplanmış.
Allaha şükür şirketin verdiği yol parası yeterde artar bile.
Birinci Mevki kuşetli vagon için bilet aldım.
Haa, kuşetli ne demek mi?
1. ve 2. mevki vagonlar, kuşetli ve kuşetsiz diye ikiye ayrılıyor.
Kuşetli vagonlardaki koltuklar, gece saat 10 civarı kondüktörler (vagonların bakım temizlik ve emniyetinden sorumlu memur) tarafından açılarak yatak haline getiriliyor.
Beher kompartımanda altı yatak var.
Biletimi alırken Gişe Memurunu tembihliyorum.
Lütfen benim numaram el alt kuşet olsun diye.
Gece uykum kaçar ise, kimseyi rahatsız etmeden koridora çıkıp sigara tellendiririm diye düşündüm.
Evde iç çamaşırlarımı, tıraş takımım ve transistorlu radyomu da bavula yerleştirdikten sonra Babama, Anneme gidip helalleştim.
Doğu Anadolu ya ilk defa gideceğim için, bayağı helecanlanlıyım.
Bu arada akşam yemeğini de es geçtim.
Saat 12.30 gibi gara geldim.
Kompartımanıma yerleştikten sonra da Gar çayhanesine gittim.
Demli bir çay ve çok sevdiğim Ankara simidi ile karnımı doyurdum.
Saat 1.30 gibi hareket ettik.
Kompartımanda beş kişiyiz.
Benim yerim, tam kompartıman kapısının girişinde, sol köşede.
Yanımda, ben yaşlarda, esmer uzun boylu bir genç var.
Onun yanı, yani tam pencere kenarı boş.
Karşımda, elli yaşlarında kır saçlı, pos bıyıklı, fötr şapkası hala başında birisi oturuyor.
Onun yanına, şalvarlı, kasketli, tek bacağı aşağı sarkık, tek bacağı kıçının altında köylü bir vatandaş yerleşmiş.
Pencere kenarında ise, kalın mercekli bir gözlük gözlerinde, başının ortasındaki saçlar iyice dökülmüş, tipik muhasebeci veya veznedar, bir Bey oturmuş.
İlk konuşan karşımdaki fötr şapkalı oldu.
—Her kese hayırlı yolculuklar dilerim.
Mercek gözlüklü;
—Allah, kazasız belasız menzile varmak nasip etsin cümlemize.
Hep bir ağızdan Âmin çekiyoruz.
Yanımdaki elini uzattı.
—Merhaba, ben Necip öğretmen.
—Merhaba ben de Attila.
—Hayırlısı ile nereye seyahat?
—Keban’a, Barajın oraya.
Ama önce Malatya, oradan da Gürün’e gidiyorum.
Bir arkadaş ile buluşup öyle gideceğim Elazığ’a, Keban’a
—Tesadüfe bakın. Benimde yeni tayinim çıktı Gürün İlk Okuluna.
İsterseniz beraber gideriz.
—Tabi, iyi olur, memnun olurum.
Bu minvalde sohbete başladık yol arkadaşlarım ile.
Tahmin ettiğim gibi kalın mercek gözlüklü Mustafa Bey Kayseri şeker Fabrikasında Muhasebe Şefi imiş.
Kızını nişanlamış İstanbul’da.
Galatasaray postanesinde çalışıyormuş kızı.
—Epey masraf ettim ama feda olsun kızıma.
Damadımızda aynı postanede memur.
Seneye de düğünü yaparız inşallah.
Fötr şapkalı, Mikail Bey Malatyalı bir fabrikatör.
Kuru kayısı işleme fabrikası varmış Malatya’da.
Yeni dönmüş Avrupa seyahatinden.
İtalya, İspanya, Fransa ve Almanya’yı geziyormuş bir aydır.
Rafyadan örülmüş lüks bir kutu çıkardı çantasından.
İçi özenle dizilmiş altın renkli kuru kayısı dolu.
Hepimize ikram etti.
—Bayıldı gâvur benim kayısılara.
Çok güzel siparişler aldım.
Değdi vallahi yorgunluğa.
İyi olacak inşallah.
Tadına baktım kayısının.
Hakikaten çok lezzetli.
Canım Anadolu’mun, canım meyveleri.
Şaban Emmi, Çelikhanlı imiş.
Oğlu Bilal, Yıldız Üniversitesinde mimarlık fakültesinde okuyormuş.
Bu sene mezun olacakmış hayırlısı ile.
İstanbul zor memleket arkadaş diyor.
Geçimi zor, okul masrafı zor.
On dönüm darlaya patladı mimarlık bana.
Cafer geldiydi köye geçen ay İstanbul’dan.
Bilal’ı gördüm, epey zayıflamış dedi.
Kesik kesik de öksürüyor arada.
Benim karı başımın etini yedi be gardaş.
Var git gör Bilal’i.
Acep çok mu hasta bizim oğlan.
Dır dır da, dır dır.
Ondan gettim İstanbul’a.
Sarıyer sırtlarında bir gecekondu kiralamış Bilal.
Sivaslı üç arkadaşı ilem birlikte.
Ev biraz dökük ama deniz ayaklarının altında.
Mis gibi deniz kokusu ta oraya gadan geliyo.
Biraz zayıf bizim Bilal emme sağlığı mağlığı yerinde.
Torba yoğurt, bulgur, tarhana, gobit götürdüydüm.
Çok sevindi Bilal.
Allah razı olsun be Buba dedi.
Özledim anamın yemeğini.
Aslan gibi diyecem bizim garıya.
Yok, bir şeyi Bilal’ın.
Çok sevinecek bizim avrat, çok.
Ne yapsın analık işte.
Saat 2.30 gibi kuşetleri açtık.
Yorgunluktan hemen sızmışım.
Sabah 9.30 da Kayseri’ ye vasıl olduk.
Mustafa Bey burada bizden ayrıldı.
Öğlen 13.30 gibi de Sivas’a vardık.
İstasyondan, seyyarcılardan aldığım ıvır zıvır la karnımı doyurdum.
Malatya’ ya kadarda Don Camillo ve Şeytan isimli öykü kitabını okuyarak vakit geçirdim.
İtalya da Katolik bir köy papazı ile arkadaşı komünist Belediye Başkanı arasında geçen komik olayları anlatan bir öykü kitabı bu.
Hatırladıkça bu gün bile hala gülerim.
Okumayanlara tavsiye olunur.
Neyse Ankara’dan ayrıldıktan 19 saat sonra akşam saat 8 gibi Malatya Garına girdik.
Mikail Bey fabrikasına, Şaban Ağabey de Çelikhan’a davet etti.
Vakit olursa inşallah gideceğim.
İstasyonda Hamza Bey karşıladı beni.
Şirkete girdiğimin 2. günü Ankara’da tanışmıştım Hamza abi ile.
Erzurumlu bir arkadaş.
Esas adı Hamza değil.
Babası Ağa imiş.
Hamza’nın aşireti ile bir başkası arasında toprak kavgası yüzünden çatışma çıkmış.
Doğru veya yalan.
Hamza, karşı aşiretten beş kişiyi vurmuş.
İkisi öldü.
Diğerleri yaralandı dedi.
Bu hadiseden sonra köyünü terk etmiş Hamza.
Kan davasından korktuğundan, ismini falan değiştirmiş.
Esas adı Hamza değil imiş.
Aynı yerde sürekli kalmamak içinde sürekli şantiyelerde iş aramış.
On senedir bütün Anadolu’da gezmediğim dağ bayır kalmadı be Attila dedi bana.
Bir keresinde Adana da çalışırken yakalanmış.
—EEE nasıl kurtuldun be abi.
—Para her kapıyı açar bu dünyada.
Sorma gitsin, boş ver.
Necip öğretmeni de aldıktan sonra Hamza’nın kullandığı Land Rover ile Gürüne doğru yola çıktık.
Gürün’e gece 9 da ulaşabildik.
Malatya’dan Sivas istikametinde 50–60 km ötede Gürün.
Ancak yolda tamirat olduğundan yavaş gitmek zorunda kaldık.
Hatta devre devre de yol dışına çıkıp tarlalardan ilerledik.
Allahtan Land Rover ile gidiyoruz.
Gürüne vardığımızda, Necip Öğretmeni okulun lojmanına bıraktık.
Gürün de küçük bir otelde bekliyormuş Sinyor Gerardo bizi.
Otelin ön bahçesine, üç dört tane tahta masa koymuşlar.
Bir masada domino oynuyorlar, sarı parlak pirinç domino taşları ile.
Diğer bir masada ise çekişmeli bir blöflü pişti partisi var.
Sinyor Gerardo en dipteki sağ masaya oturmuş.
Önünde hasır kaplı bir şişe şarap.
Bizi görünce ayağa kalkıyor.
—Buon venuto (Hoş geldin) Sinyor Attila.
Orta yaşlarda, bıyıklı, top sakallı, İtalyan Kontlarına benzeyen bir Bey Gerardo.
Şirkette esas topograf olarak çalışıyormuş.
Yani elektrik direklerinin dikileceği yerleri tespit etmekmiş esas işi.
Hamza içeriden iki bardakta bize getiriyor.
—Attila Bey.
Sinyor Gerardo Napolili.
—Hadi be.
Benim hemşerim sayılır.
—On kasa şarap getirtti Napoli den.
Adamlar su yerine şarap içiyor yahu.
Yemekte, makarna (ama ne çeşit olursa olsun), ve şarap olmaz ise aç kaldık diyorlar.
Doğrudur diyorum.
Hele Napolitanlar.
Şarapsız yapamazlar.
Gerardo bana soruyor.
Ne istiyor Sinyor Hamza?
Hamza’nın dediklerini tercüme ediyorum.
Kahkahalarla gülüyor.
—İsa hakkı için doğru söylüyor.
Biz İtalyanlar makarna ve şarapsız yaşayamayız.
Saat bire kadar oturuyoruz bahçede.
Şarabı bitirdikten sonra, ikişerde demli çay içip, odalarımıza çekiliyoruz.
Ben Hamza’nın odasına yerleşiyorum.
Otel, yarı ahşap.
6 odalı, tipik bir köy, kasaba oteli.
Yerler tahta kaplı.
Enfes kilimler serili yerde.
Demir borudan yapılmış üç somya var odada.
Tertemiz yataklar.
Yün yorgan ve keçi kılı battaniyeler serilmiş üstlerine.
Bir köşede saç odun sobası.
Gürül gürül yanıyor.
İyi oldu bu soba.
Bahçede biraz üşümüştüm.
Bavulumdan pijamalarımı çıkartıp giyiyorum.
Beyaz pamuklu kumaş pijamam.
Boylamasına kalın mavi çizgili.
Ceket, pantolon.
Atıyorum kendimi yatağa.
Sobadan sızan yanık odun kokusu hoşuma gidiyor.
Sızıp kalmışım.
Sabah Hamza dürtüyor beni.
Abi kalk hadi.
Çayımızı içip, yola çıkalım artık.
Dışarısı hala karanlık.
—Saat kaç be Hamza?
—Beş buçuk.
—Derdin ne be kardeşim?
Daha kargalar bile çıkmamış.
Erken değimli?
—Abi, yolumuz uzun. Elazığ’dan sonra, dağa tırmanacağız.
Şantiye dağın yamacında.
Fırlıyorum yatak dan.
Lavabonun üzerinde tahta bir rafa yerleştirilmiş su haznesinin musluğunu açıp buz gibi suyla yüzümü yıkayıp bahçeye çıkıyorum.
Sinyor Gerardo çoktan kalkmış.
İki üç bardak çay içmiş bile.
Bir bardak koyu demli çay içip, birde Bafra sigarası yaktıktan sonra kendime geliyorum.
Oh be dünya varmış.
Saat altı gibi Güründen hareket ediyoruz.
Ben öne Hamza’nın yanına oturdum.
Gerardo arka koltukta.
Camı açıp mis gibi Anadolu kokusunu ciğerlerime çekiyorum.
Şantiye ye öğle üzeri varıyoruz.
Elazığ’dan sonra en az 30 kilometre arazide yol aldık.
Küçük bir ırmak kenarına kurulmuş şantiye.
On iki tane çadırdan ibaret.
Bej renkli, Kızılay afet çadırları gibi büyük yuvarlak çadır bunlar.
Beher çadırda 4 kişi kalıyormuş.
Bir çadırı da mutfak olarak kullanıyorlar.
Çadırlar geniş bir daire teşkil edecek şekilde kurulmuş.
Tam ortada, büyük bir kamp ateşi yakılmış.
Ateş etrafına yayılmış közlere çaydanlıklar yerleştirilmiş.
En az kırk kadar montör işçi, ateşi çevreleyerek bağdaş kurmuş, oturmuş çay içiyor.
Gerardo elini armut biçimine sokup, havada aşağı yukarı sallayarak bağırıyor.
—Oheey. Perke non lavoro? Koza çay? (Hey ,neden çalışmıyorsunuz, neyiniz var?)
İşçiler hep bir ağızdan bağırıyor.
—Çay var şef. Lazım para, para.
Gerardo bana dönüyor.
Ben gülmekten yerlere yatıyorum.
—Ne diyor bunlar Sinyor Attila?
Maaşlarını istiyorlar diyorum.
—Selamın aleyküm arkadaşlar.
Benim ismim Attila.
Sinyor Manganaro’nun selamı var.
Kusura bakmasın arkadaşlar dedi.
İtalya’dan geç göndermişler parayı.
Maaşlarınızı ben yanımda getirdim Ankara’dan.
Küçük katlanır bir masa getiriyorlar çadırların birinden.
Bende bordroları imzalatıp maaşları ödüyorum.
Her kez maaşını aldıktan sonra, montörlerin şefi Seyfullah yanıma geliyor.
—Attila Bey.
Sinyor Gerardo ya söyle de bu gün iş başı yapmayalım.
On gündür paramız yok.
Herkesin bir takım ihtiyacı var.
İzin versin de Elazığ’a inelim.
Alış verişimizi yapalım bu gün.
Allahın izini ile yarın iş başı yaparız.
Tamam diyor Gerardo.
Onlar şehre iniyor, bizde topografik haritalar üzerinde çalışmaya başlıyoruz Gerardo ile.
Direklerin monte edileceği yerleri işaretliyoruz haritalarda.
Akşamüzeri Seyfullah yanıma geliyor.
—Attila Bey. Kürtçe biliyorsundur inşallah.
—Nereden bileyim be Seyfullah?
—Peki, Arapça veya Fransızca?
—Hayır. İngilizce ve İtalyanca biliyorum.
—Burada en büyük problem bu.
Sende göreceksin ya. Yöre halkının çoğunluğu Kürt.
Kürtçe dışında ya Arapça ya da Fransızca konuşuyorlar.
Türkçe bilen parmakla sayılacak kadar az.
İnanamıyorum.
Göreceğiz bakalım.
Ertesi sabah beşte kalkıp yola koyuluyoruz.
Hamza, Gerado, ben ve Seyfullah.
Keban barajından itibaren otuza yakın direği dikmişler zaten.
Kavga bela diktik bu direkleri be abi diyor Seyfullah.
Her ne kadar Devlet bu direklerin işgal ettiği yer için köylüye para ödüyor ise de, kimse arazisine, tarlasına direk diktirmek istemiyor.
Bu iş direkle başlar diyorlar.
Yarın öbür gün başka bir şey yapacağız diye, tarlamıza el koyarlar diye korkuyor millet.
Kaç kere ateş açtılar üzerimize.
Jandarmayı çağırdıkta yardıma, öyle dikebildik direkleri.
Haydi, hayırlısı diyorum içimden.
Direk dikeceğiz diye inşallah postu deldirmeyiz.
31. direğin dikileceği mevki ye geliyoruz.
Buğday tarlası imiş burası.
Tarlanın tam ortasında tezek tuğladan bir ev, bir kenarda saman balyaları ve evin tam arkasında da küçük bir ahır.
Gerardo’nun yer tespiti yapabilmesi için, Seyfullah Nivo aleti ve sehpasını koltuk altına alıyor ve eve doğru yürümeye başlıyoruz.
Eve 50 adım kala kapı açılıyor ve kafası poşulu, elinde tüfekle pala bıyıklı biri çıkıyor dışarı.
—Tıçıtıki naf ardemin? (Ne arıyorsunuz lan banim tarlamda?)
Ben bağırıyorum.
—Selamın aleyküm.
Gel de bir konuşalım.
—Deriş naf ardemin. Ezi çifte bardımte.
(Defolun buradan, yoksa ateş ederim.)
Seyfullah kolumdan çekiyor.
Aman abi. Anladığım tek cümle bu.
Gel dönelim. Ateş edecek bize bu herif.
—Boş versene be Seyfo.
Patagonyamı burası.
Nasıl ateş eder be?
Dememe kalmıyor, başımın üstünden vınlayıp geçen kurşunun rüzgârını hissediyorum.
Tabi ki ödüm bokuma karışıyor ve hepimiz cipe doğru kaçıyoruz.
Yürü diyorum Hamza’ya.
Elazığ’a gidelim.
Ankara ya telefon edeceğim.
Saat 3.30 gibi Elazığ’a varıyoruz.
Doğruca postaneye gidip şirketin numarasını 03 şehirlerarası santraline yazdırıyorum.
(O tarihlerde şehirlerarası telefon görüşmesi yapabilmek için, 03’ü çevirip, hangi şehir ve hangi numara ile görüşmek istediğini, santral memuruna yazdırıp kendi bulunduğun telefon numarasını da verdikten sonra bekliyordun.)
Yarım saat sonra Ankara bağlanıyor.
—Alo, Sinyor Manganaro, ben Attila.
Nereye gönderdiniz beni be.
Az daha, bok yoluna geberiyordum.
—Hayrola ne oldu?
Olayı anlatıyorum.
—Ya bana Kürtçe bilen bir tercüman gönderirsiniz, ya da dönüyorum Ankara’ya.
Konuşamadan nasıl iş yapabilirim bu dağ başlarında?
Tamam diyor Manganaro.
Sinyor Martinelli ile görüşeceğim.
Postaneden ayrılmayın.
Bir saat içinde seni arayacağım.
Neyse ki fazla beklemiyoruz.
Yirmi dakika sonra telefon geliyor.
—Konuştum Müdür Beyle.
Şansın varmış.
Dün bir arkadaş iş başı yapmıştı.
Diyarbakırlı.
Ana dili Kürtçe.
Bu gece Kurtalan Ekspresine binecek.
Akşamüzeri Malatya’da olur inşallah.
İstasyonda karşılarsınız.
—İsmi ne bu adamın?
—Nazım Karadağ.
—EEE nasıl tanıyacağım Nazım’ı?
Başında kırmızı beyaz poşu olacak.
—Baba burada herkesin başında poşu bağlı.
Ya kırmızı beyaz, ya da siyah beyaz.
—Tamam, o zaman. Bir kartona Attila yazar veririm eline.
Tirenden indimi kartonu kaldırır havaya.
Teşekkür edip telefonu kapatıyorum.
O gece ilk defa bir şantiye çadırında uyudum.
İyi ki almışım Hergele Meydanından montu ve muflonlu blucini.
Zehir gibi soğuk oluyor gece buraları.
Ertesi akşam Malatya istasyonunda Nazım’ı buluyorum.
—Merhaba Nazım Bey.
Ben Attila.
—Ben de Nazo.
El sıkışıyoruz ve Nazo beni kucaklayıp öpüyor iki yanağımdan.
Nazo, başında poşusu, kalın pala bıyıklı, gözlerinin içi gülen, 32 dişi altın kaplı elli yaşlarında bir adam.
Aynen Barzani’ye benziyor.
Ama Barzani’nin güler yüzlüsü.
Diğer arkadaşlarla da tanıştırdıktan sonra Land Rover’e biniyoruz.
Nazo,
—Sana Ato diyeceğim.
Kızmazsın değimli?
Bey, mey beceremem ben.
Fazla resmiyet sıkıyor beni.
—Tamam Nazo. Benim için bir mahzuru yok be abi.
Yola koyuluyoruz.
Nazo,
—Bak Ato.
Şantiyeye dönmeden Malatya’da bir yere uğramak istiyorum.
—Hayrola?
—Bize gerekli birkaç şey alacağım da.
—Peki Nazo. Alalım bakalım.
Şehrin içinde dar sokaklardan geçerek Han gibi taş bir yapının önüne park ediyoruz.
—Kalk Ato.
Hadi gidek.
İçerde Nazo uzun boylu sıska birisi ile Kürtçe bir şeyler konuşuyor.
Adam başıyla tasdik edince bana dönüyor Nazo.
Bekle beni burada.
Adamla, odadan çıkıp gidiyorlar.
On beş dakika kadar bekliyorum.
Nazo, Amerikan bezi bir çuvalı sırtlamış geliyor.
Ben alacağımı aldım Ato.
Hadi gidelim.
Meraktan çatlıyorum ne aldı Nazo diye.
—Çuvalda ne var be Nazo?
Ne aldın?
—Hele bir Malatya dışına çıkalım diyor Nazo.
Şehirden çıkıp şantiye istikametine döndüğümüzde çuvalı açıyor.
Bak bakalım beğenecen mi?
Çuvalın içinden 2 tane Thomson Makineli tüfek bana bakıyor.
—Ayrıca 1000 tane mermi ve dörder de kartuş aldım.
Şimdi korkmadan direkleri dikeriz.
Şantiyede, bir çadırda, Nazo ile benim için dikiyoruz.
Hamza Gürün’e dönüyor o akşam.
Biz de, Nazo ile yeni çadıra yerleşiyoruz.
Tahta bir bavulla gelmiş Nazo.
Tertemiz çamaşırlar katlanıp yerleştirilmiş içine.
Çamaşırların altından, gazete kâğıdına sarılmış bir paket alıyor.
Meşin kılıf içindeki Kırıkkale tabancayı çıkarıp, yer yatağının altına yerleştiriyor.
—Daha önce başıma gelmiştir Ato.
Ne olur ne olmaz.
Gece köylüler basarsa çadırı diyor.
Biz tedbirimizi alakda hele diyor.
Yine gazete kâğıdından başka bir paket çıkarıp açıyor.
İçinden kuru köfte ve kol böreği çıkarıp ikram ediyor bana.
Zebo pişirmiştir bunları diyor.
Yolluk olsun demiştir.
—Zebo kimdir Nazo?
Benim karıdır.
Nazo’nun evi Ankara’da Balgat’ta imiş.
On sene önce almış evi.
Denk düşmüştür işte diyor Nazo.
Babo ölünce sattım Diyarbekirdeki darlaları.
Onların parası ve birde Zebo’nun beşi bir yerdeleri.
Öyle almışımdır evi.
Gecekondu bozması ama sağlamdır, kırmızı tuğladır bizim ev.
Bahçe de vardır.
Armut, elma ağacı da vardır.
Zebo, soğan, patates neyim eker bahçeye.
Fabrika da yakındır benim eve.
Hele bir imalat başlasın, goley olacak gelip gitmek.
Beraber çalışacakmışız seninle fabrikada.
Öyle demiştir Manganaro.
Bakarsın bir ev de sana yaparık benimkinin yanına.
Eyi olur be Ato.
İnşallah Nazo diyorum.
Nazo’nun çocuğu olmamış.
Gısır çıhtı Zebo diyor.
Kuma alam dedim emme çok zırladı Zebo.
Bende gıyamadım garibime.
Emme bir meyve lazım insana be Ato.
Bırak oğlanı.
Heç olmazsa bir gız olaydı be.
Meyvesiz ağaç galdım ben.
Bu minvalde gece geç saatlere kadar sohbet ettik Nazo ile.
Sabah, Seyfettin ve Gerardo’yu da alarak, tekrar gittik 31. direk mahalline.
Cipten inerken Tomsonlar dan birini bana uzattı Nazo.
—Ateş ederken gabzayı iyi daya omzuna.
Makineyi de garı baldırı dutar gibi kavra.
Ne fazla sıkı ne fazla gevşek.
Suratına da dikkat et.
Her makine geri teper.
Yüzüne darbe yeme.
—Ben almasam olmaz mı?
Bu işi yapacak isen, alışman lazım makine ye.
Hadi yürü gayri.
Evin önüne geldiğimizde, tarla sahibi yine elinde tüfekle karşıladı bizi.
Ancak, omuzlarımıza asılı Tomsonları görünce, bu sefer silahını doğrultmadı.
Nazo Kürtçe hararetli bir şeyler anlatıyor adama.
Adamda sinirli sinirli bir şeyler söylüyor Nazım’a.
Nazım sürekli;
“Devlet para bidete” (Devlet sana para verecek) diyor.
Adamda sürekli;
“Para nah lazım, derej ardemin” (Para istemem defolun tarlamdan) diye bağırıyor.
Bu minvalde atışıyorlar karşılıklı.
Bir müddet sonra Nazo ne söyledi ise, baktım adamın yüzü gülüyor.
Nazımla tokalaşıyorlar.
—Ne oluyor be Nazo?
—Tamam, anlaştık, direği dikeceğiz.
—Nasıl razı ettin be herifi?
—Yarın şantiyede iş başı yapacak.
İşte Begi, böyle çalışmaya başladı bizimle.
Altı ay sonra da en çalışkan montörlerden biri oldu.
Nazo ile bir seneye yakın dağ bayır dolaşarak direk diktik.
Kırk beş günde bir de, hem şirkete rapor vermek ve hem de dinlenmek için Ankara’ya gidiyoruz.
Bir hafta dinlendikten sonra da, yine doğruca şantiye ye dönüyoruz.
Nazo sayesinde, büyük hayat tecrübesi kazandım.
İyi silah atmayı öğrendim.
Bu arada da bayağı enteresan olaylar yaşadım.
Gürün de kaldığımız otelde, bir gece silah sesleri ile uyandım.
Baktım Nazo tabanca elinde sağa sola ateş ediyor.
İçimden, eyvah her halde tarla sahipleri oteli bastı dedim.
Somyamın altındaki Tomson’a uzanmıştım ki Nazo söylenmeye başladı.
-“…na goduğumun” sıçanları.
Bizim odayı garargah yapmışlar be.
Meğerse odada dolaşan farelere ateş edermiş.
Arada birde çalıştığımız şantiyeye en yakın şehre alışverişe iniyoruz.
Etrafı, kayalık ve dağ, tepe çevrili bir yerdeyiz.
Nazo;
—Ato, bu akşam meyhaneye gidek de iki tek atak.
Ne dersin?
—Oldu be Nazo.
Seni mi kıracağım.
Gittiğimiz mekân herhalde dünyanın en enteresan meyhanesi.
Kayalıklarda bir mağaranın içini meyhane yapmışlar.
Yerlere halılar serilmiş ve tahta siniler etrafına minderler yerleştirilmiş.
Her sininin üzerinde gaz lambaları var.
Bir köşede kurgulu bir gramofon, Arapça, Kürtçe,Türkçe taş plak çalıyorlar.
Her kes sinilerin etrafında minderlere oturmuş, rakı içiyor.
Mekân sahibi mezelerimizi getirdi.
İçli köfte, ızgara et, bulgur pilavı, torba yoğurdu ve kavrulmuş buğday taneleri mezemiz.
Bakır bir maşrapa da rakı ve yine bakır bir sürahide buz gibi soğuk su.
Merak edip soruyorum su nasıl bu kadar soğuk diye.
Meğer mağaranın içinde su kuyusu varmış.
Herkes sessiz sakin içiyor.
Sohbet edenler ise fısır fısır konuşuyor.
Nazo’ya soruyorum.
Niye millet fısır fısır konuşuyor diye.
Buralarda, meyhanede yüksek sesle konuşmak, ayıptır diyor Nazo.
Arkamdaki duvarı işaret ediyor.
Bak ne yazıyor duvarda.
Beyaz boya ile bir şey yazmışlar duvara.
“Arak tınike ikenine, horta seknine.”
—Ne demek bu Nazo?
-“İçki avratı güldürür, yiğidi susturur.”
Hoşuma gidiyor bu söz.
O tarihten beride alışkanlık oldu bende.
İçki masasında, sus pus olurum hep.
Nazo rica ediyor meyhaneciden.
Kürtçe bir plak çalmasını istiyor.
Bir uzun hava dinliyoruz.
Okuyan Mahmut Cizravi diyor Nazo.
Diyarbekir de meşhurdur.
Haydar Ağbaba’dan da “Gel Hele” isimli bir türkü dinliyorum.
Asr-ı gurbet harap etmiş köyümü.
Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele.
Ben ağayım ben paşayım diyenler,
Kapıları kitlemişler gel hele.
Bir ev burda bir ev karşıda kalmış,
Hele sorun bizim komşular n’olmuş
Kırk senelik ağaç kurumuş kalmış,
Bizim köye benzemiyor gel hele.
Duygulandım.
Gözlerim doluyor.
Galk diyor Nazo.
Galk hadi gidek Ato.
Zerhoş oldun len.
Sallana sallana şantiyenin yolunu tutuyoruz.
Ankara ya gittiğimizde ısrar kıyamet Nazo beni evinde misafir ediyor.
Hanımı ile tanışıyorum.
Zebo Hanım, elli yaşlarında, ince uzun boylu, beyaz-gri saçlı bir kadın.
Başında, her zaman ya kırmızı karanfil ya da kırmızı gül işlenmiş bir yemeni sarılı.
Her iki şakağında da yeşil renkli karanfil dövmesi var.
Daha ilk tanıştığımızda kanımız kaynadı.
Doğuramadığı oğlu yerine koydu beni.
Ankara’da kaldığımız sürelerde, üzerime titredi.
Her akşam envai çeşit yemek yaptı benim için.
Çamaşırlarımı yıkadı.
İkinci annem oldu benim.
—Zebo Hanım.
Bir şey diyeceğim sana.
Nazo, nasıl ki Bey mey lafından hoşlanmıyor, bende hanım lafından hoşlanmıyorum.
Müsaaden var ise bundan böyle sana Zebo Ana diye hitap edeceğim.
Gözleri doluyor Zebo Ananın.
Sarılıp öpüyor beni.
Şantiyeye dönerken de her seferinde, sıkı sıkı tembihliyor Nazo’yu.
Bak hele bir yol, Nazo.
Eyi bakacaksın bizim oğlana.
Hep gözün üstünde olsun Ato’nun.
Eyi yedir, içir.
Eyi geyinsin o soğuklarda.
Bir şey olursa Ato’ya, zehir, zıkkım ederim sana Angarayı.
Gülüyor Nazo.
Sağ olasın be Ato.
Heç bu gadan memnun görmedi idim Zebo’yu.
Sankim, erkek evladını bulmuştur Zebo.
Bir sene boyunca Nazo ile gittik geldik şantiyelere.
Fabrika açıldığında, ben orada iş başı yaptım.
Şirket Nazo’dan öylesine memnun kaldı ki, şantiye şefi yaptılar.
Ne kadar istediysem de vermediler fabrikaya.
Nazo geldikçe Ankara’ya, ben gene evlerinde kaldım.
Bir ara, Yavuz Ağabey ile İstanbul’a gönderdiler beni.
İtalya’dan gelen tezgâhları o gümrükledi, ben sevkiyatlarını ayarladım.
İki ay kadar kaldık İstanbul da.
Fabrikaya döndüğümde, masamda sekreterimin bıraktığı notu gördüm.
Zebo Hanım 3 kere sizi aradı.
—Hayrola Tülay Hanım?
Niye aramış Zebo Ana?
Hasta falan değil inşallah.
Ne istiyormuş.
—Ato gelince söyleyin ona dedi.
Görüşmek istiyormuş sizinle.
Eve gelmesin.
Bana haber verin, ben gelirim fabrikaya dedi.
—Hemen bir araba gönderin Nazo’nun evine.
Zebo Ana müsait ise getirsinler fabrikaya.
Zebo ana gelince, elini öptüm.
Karşılıklı oturduk misafir koltuklarına.
—Ne oldu Zebo Ana?
Nazo’ya mı bir şey oldu yoksa?
—Sorma be Ato.
50 sinden sonra azmıştır Nazo.
—Allah Allah.
Ne oldu yahu?
—Nazo, Kuma getirmiştir.
İki gözü iki çeşme ağlıyor Zebo Ana.
—Yapılır mı bu be Ato.
17 yaşındadır Rojda.
Gençtir, gözeldir.
İnce bellidir Rojda.
Belli ki, siktir edecektir beni Nazo.
—Olur, mu öyle şey be ana.
Konuşurum ben Nazo ile.
Sarılıp yanaklarından öpüyorum.
—Merak etme sen.
Nazo nerde şimdi?
Giresun’dadır Nazo.
Haftaya gelecektir.
Sekretere tembih ediyorum.
—Merkezi ara lütfen.
Nazo Ankara’ya döner dönmez haber verin bana.
Bir hafta sonra Nazo fabrikaya geldi.
Hasret giderdikten sonra çektim bir kenara.
—Ulan Nazo.
Yapılır mı bu Zebo Ana’ya?
Bu kadar sene sonra nasıl kuma getirirsin be?
Nazo heyecanla anlatıyor.
—Gel bi yol gör de Rojda’yı öyle konuş be Ato.
Dünya güzelidir Rojda.
Yürümez, keklik gibi seker Rojda.
Sürme kaşlıdır, kömür gözlüdür Rojda.
Kendinden Gül kokar Rojda.
Hem biliyon, Zebo meyve verememiştir bana.
Ne var ki bunda.
Gızı bellesin Rojdayı.
Bebesi oldu mu Rojdanın, Zebo da memnun kalacaktır.
Hem moruklamıştır artık Zebo.
Rojda tazedir be Ato.
Gece dinlerim hep.
Zebo kenefe gider, işer;
Şar şar diye.
Rojdam işer,
Şırı bülbül, şırı bülbül diye.
İşemesi bile bir başkadır Rojdanın.
İçimden boku yedik dedim.
Nazo âşık olmuş Rojda’ya.
Akşam yemeğe Nazo ya gittim.
Hakikaten de enfes güzel Rojda kızı.
Bir ara bahçeye çıktık Zebo Ana ile.
Nazo’nun bana söylediklerini aktardım ona.
—Şırı bülbül ha?
Ben bilirim Nazo’ya yapacağımı dedi.
Pişman olacak bu yaptığına.
Fena sıkıldım.
Zebo Ana bu.
İster misin vursun Nazo’yu?
Aradan bir ay geçti.
Nazo’dan telefon geldi.
Selam Ato.
Ankara ya geldim bu sabah.
Zebo, akşama Ato’yu da al gel dedi.
Kuzu pirzola almış sana.
Bende Kulüp rakısı aldım.
Seni bekliyoruz akşama.
Zebo Ana bahçe kapısında karşıladı beni.
Mangal yakmış bahçede.
Oturduk masaya.
Pirzolalar oldukça, Zebo Ana dolduruyor tabaklarımızı.
Nazo da birer duble rakı doldurdu ikimize.
Bir tek de, Zebo Ana ya verdi.
Baktım, Zebo Ana kıkır kıkır gülüyor.
Çok mutlu.
Birden fark ettim.
Rojda Ortalıkta yok be.
Zebo Ana bir ara eve girdiğinde Nazo ya sordum.
—Rojda neden gelmiyor masaya?
—Gönderdim Rojda yı memleketine.
—Ne oldu be Nazo?
Hani keklik gibi sekerdi Rojda?
—Senin yüzünden oldu dedi.
Sen anlatmışsın Zebo ya.
Getmiş Bahçelievler pazarından bir tef almış.
Hemide etrafı zilli teflerden.
Gece her çişe gettiğinde tef çalar kenefte.
Rojdanın götü şırı bülbül, şırı bülbül diye öterse, benimkide tef çalar dedi.
Komşular dalga geçmeğe başladı benimle.
Ulan Nazo.
Buldun genç karıyı, gece tef çalıp oynatırsın diye.
Rezil oldum yahu.
Ne dediysem para etmedi Zebo ya.
Gecenin üçünde, dördünde tef çalar hep kenefte.
Baktım olmayacak, bende gönderdim Rojda’yı memleketine.
Bu anlattıklarım, hep gerçek olaylardan kurgulanmıştır.
Nazo ile uzun yıllar görüştüm.
İçtiğimiz su ayrı gitmedi.
O bana ağabeylik, babalık etti, bende onun oğlu oldum.
Evlenmeye karar verdiğimde Nazo’nun da rızasını aldım.
Eşim ile ilk o tanıştı.
Bu günkü Kürt - Türk düşmanlığına bakıyorum da şaşıyorum.
Düşünmeden de edemiyorum.
Nazo’yu, Zebo Anayı sevmese mi idim.
Onlarda beni, evlatları diye bağrına basmasa mı idi.
Bu gün olsa Nazo beni, ben Nazo’yu öldürür müydüm?
Zebo Ana canlı bomba olarak ailemi havaya uçurur mu idi.
Bu düşmanlığı nasıl yok ederim, benim katkım ne olabilir diye düşünüyorum.
Acaba Zebo Ana gibi bende pazardan bir tef alıp sokaklarda geceleri çalsam mı?
Ne dersiniz?
Bir işe yarar mı?
Attila Bozoglu – Eski Foça
YORUMLAR
Yok yok, böyle olmayacak! Burada kesip, yatmak lazım. Yoksa, senin kalemin peşine takılıp,sabahı edeceğim, Attila abi. Gerçi fena yerlere de götürmüyor kalemin. Hoşuma gitmiyor dersem, yazdıklarına da kendime de ayıp etmiş olurum.
Ama, bu arada saat de dört oldu. Üç buçuktan itibaren aydınlanmaya başladı Moskova. Şimdiyse, bayağı gündüz.
Favorilere ekleyip seni, burada kesip, yatacağım.
Sağlıcakla,