- 1019 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HAMAL (4. Bölüm)
Ekim 2002, Gaziantep
Alıştım bu şehrin yorgun insanlarına,
sabah sessizliklerine çoktan alıştım.
Nadir geçen otobüsün saati geçmesin diye;
alıştım koşarcasına yürümelere,
caddeye varmadan daha görünce otobüsün geçtiğini;
alıştım durakta beklemelere...
Bu şehrin caddelerine de alıştım;
yaya geçidinde bile yol vermeyen arabalara,
sinirlenip korna çalanlarına da...
Havanın kararmasıyla; evlerin aydınlanıp
aydınlık caddelerin boşalmasına da alıştım.
Alıştım bu şehrin benden alıp götürmelerine;
artık hissetmiyorum.
Yalnızlığa da alıştım;
sensizliği hatırlamıyorum bile...
Garip bir büyüsü var bu şehrin;
her şeye alıştırıyor insanı.
Burak şiiri okumuş, bitirdiğinde de dostlarının gözünün içine bakmaya başlamıştı her zaman yaptığı gibi; asla ‘’nasıl olmuş’’ gibi sözlerle yazdığı şiirin büyüsünü bozmaz ve o soruyu sessizce gözleriyle sorardı. ‘’Sen bir hamalsın oğlum’’ demişti Barış, ‘’hepimizin duygularını sırtında taşıyan ama asla şikayet etmeyen bir hamal…’’
Konuşma sırası Buğra’ya gelmişti, ‘’Şiirlerdeki ‘sen’i tanıyamıyorum, ne kadar yalnızsın ve neden paylaşmıyorsun hislerini bizimle’’ diye sormuştu. Tam bu noktada Burak’ın gözleri çakmak çakmak olmuş ‘’Anlatıyorum ya işte’’ demişti sadece. ‘’Hayır böyle şiirlerle, süslü sözlerle değil, bizim sana anlattığımız gibi sıradan, arka arkaya gelen cümlelerle ve tüm ayrıntılarıyla; neden kendine saklıyorsun, sarhoş olmadan dökülmüyor için’’ diye itiraz etti. Burak hınzır bir gülümsemeyle baktı dostuna, dostlarına… ‘’Kaç kere sarhoş oldu ki Burak, hatırlasana geçen yıl hepimiz zil zurna sarhoş olmuştuk hani, bardan dışarı çıktığımızda sen otobüs durağının yanındaki ağaca işemeye kalkmıştın, ben Filiz’i aramak için postaneye doğru koşmuştum arkama bakmadan, Burak peşimden koşmuş beni geri getirmişti; sen de nasıl bir azar yemişsen uslu çocuklar gibi durakta oturuyordun; nasıl bir çeviklikle müdahale etmişti ikimize de hatırlasana, o hiç sarhoş olmadı; bahane ediyor’’ dedi Barış. Hep beraber kocaman bir kahkaha attılar.
Üç yakın dost, kardeşti Barış, Buğra ve Burak… Barış Mersinli, Buğra Adanalı, Burak ise Antakyalıydı, üniversiteye aynı yıl başlamışlar ve yurtta aynı odada kalmışlardı iki yıl. Bölümleri farklı olmasına rağmen birbirlerine sımsıkı kenetlenmişler, hiç ayrılmamışlardı, üçü de hiç olmayan kardeşlerini bulduklarından, birbirlerine ‘kardeş’ diye hitap ederlerdi. Bu senenin başından beri de aynı evi paylaşıyorlardı, üniversitenin hemen karşısındaki tepede ‘’Beşyüzevler’’de… Buğra’ya göre on, Burak’a göre ise dokuz katlı bu apartmanın yedinci katında, üç oda bir salon, üniversite manzaralı… Kampüsün üst kısmındaki koruluk buradan müthiş görünüyordu, yurtların ve sosyal tesislerin bulunduğu yerden itibaren koruluk da hafifçe yükselmeye başlıyor, tam tepede büyük bir Türk Bayrağı dalgalanıyordu, bu manzaraya üçü de hayrandı.
Burak ayağa kalktı, dolaptan üç bira daha alarak döndüğünde Barış eline gitarını almış ve akort etmeye başlamıştı; bu gecenin biraz daha uzayacağının habercisiydi… Gecenin sessizliğine itaat ederek öyle bağırıp çağırmadan, usulca şarkı söyleyeceklerdi… Haluk Levent olmazsa olmazdı da o şiirin üstüne en iyi gidecek şarkı ‘’Alışamadım ben bu kente’’ olacaktı. Bütün üniversite öğrencileri gibi bu üç kardeş de geleceklerini kazandıkları bu kenti sevmeyecek ama sonradan en güzel yıllarını geçirmekte olduklarını fark ederek burayı delice özleyeceklerdi.
‘’Şu insanlar arasında yapayalnızım
Yalnızlığım sensin
Uzaktan da olsa konuş
Konuş benimle bak gelecek sesin’’
Aynı şehirde, aynı mahallede, aynı evde ve aynı odada bulunan bu üç arkadaş şimdi üç farklı noktaya gitmişti; Barış Mersin’e Filiz’e, Buğra Adana’ya Nilay’a, Burak da Antakya’ya Ceylan’a… Arkadaşlarının dediklerini gibi ‘’Bermuda Şeytan Üçgeni’’ bu defa kalplerden kalplere kurulmuştu ama Gaziantep olaya dahil olduğunda şekil birden bire ‘yamuk’ oluyordu.
Burak, Barış’ın ilişkisine hoş bakmıyordu. Filiz gerçekten de olağanüstü güzellikte bir kızdı ama kardeşine göre değildi, zaten kardeşi de mutlu değildi ama kendisi bunu fark edemeyecek kadar aşıktı bu kıza… Bir keresinde bunu Barış’a da söylemiş, Barış da kahkaha atarak ‘’nasıl oluyor bu iş’’ demiş ve içinden ‘’şair uydurması’’ diye geçirmişti. Aşıkken mutsuz olunur muydu hiç?
Şarkı bittiğinde bir süre sustular. ‘’Yarın Filiz gelebilir’’ diyerek sessizliği Barış bozdu . Hiç hoşlanmasa da gerekli gereksiz laf atmazdı Burak, ‘’yemek de yapacak mı’’ diye sordu gülümseyerek, arkadaşı nasıl olsa bir gün farkına varacaktı, aşkın ışıltısı dindiğinde gözleri her şeyi görecek ve bitecekti bu iş… ‘’Sen söylersen yapar, gözüne girmek için her şeyi yapar’’ dedi hafif kırgın bir ses tonuyla, Buğra’nın kahkahasıyla ikisi de gülmeye başladı. Bu dostane ortam şarkılarla, türkülerle; sohbetlerle sabaha kadar devam etti.
Gaziantep’te ekim ayının gece serinliği yerini bunaltıcı bir sıcağa bırakmış; Filiz kan ter içinde terminalden eve kadar ulaşmıştı. Kendi kendine ‘’Mersin’den buraya kadar geldim ve hala telefona cevap vermedi’’ diye söylendi. Zil çıldırırcasına çaldırılıp, kapı yumruklanınca üç arkadaş yataklarından fırladığında saat öğleden sonra ikiye geliyordu. Kapıya ilk ulaşan Burak oldu, kapının deliğinden baktığında Filiz’in de kendisi gibi burnundan soluduğunu gördü. Arkasına baktığında Barış’ın yaklaşmakta olduğunu fark etti, el işaretiyle onu kapıya doğru çağırarak geri çekildi, odasına girdi.
Birazdan yükselecek sesleri duymamak için sesi kendisi kadar mini olmayan müzik setini açtı. İlkay Akaya onlara şöyle seslenecekti:
Bu ellerde bilmediler halimiz
Yaban elde kalır olduk kimsesiz
Çığlığım şehirde döndü dolaştı
İnsan insanın sesine sağırdı
Ufuk Bayraktar
______________________________________________________________________________
Resim: Gaziantep’ten bir görünüm