- 997 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
...ve hayatın mesaisi bitti!
Kaçıncı kez hayatın kendisine hazırladığı, profesyonelce planlanmış oyunlardan biriyle karşı karşıyaydı gene genç kadın…
Sevmek istiyordu yeninden.
Bunun imkânsızlığına inandırmışken hem de kendini. Çok şey söylüyorlardı arkadaşları. Bedenin ve beynin kimyası, ruhun ihtiyaçları vs vs…
“Hepsinin canı cehenneme! ” diye geçirirdi her defasında içinden. Onun tek istediği, artık çok yorulduğu bu yaşam keşmekeşinde, yalnız yaşadığı evine geldiğinde, yıllardır görmekten bıktığı duvarların soğuk selamsızlığına nispet, orada, burada, her yerde baktığında, Dünya’yı bile unutturacak, bir çift aşkla ışıldayan bakış, tuttuğunda artık buzulları kıskandıracak donmuşlukta ki içsel soğukluğunu eritecek sıcacık bir el ve gene bin asırdır yasakladığı gözyaşlarını, sarıldığında şelale gibi pervasız ve delice akıtabileceği, güvenli bir omuzdu…
O matematiksel/kimyasal/biyolojik yaşamak adına değil, gitgide öksüzleşen soluk alışlarının anlam kazanması için, teklediğini düşündüğü yüreğinin yeniden mutluluğun ritimselliğiyle çarpması için sevmek istiyordu sadece.
Aşık olmak!
Kabuk bağlamayan yaraların kanamasıyla yorulmuş yüreğine, bir şans daha verme umudunun umutsuzluğuyla yola düşmüştü işte…
Tanımadığı, tanımadığı kadar, gördüğünde de hiç ama hiç kanının kıpırdamadığı ısınamadığı biriyle…
Bu ne deli cesaretidir? bu ne cahil gözü karalığı?
Artık akıllı yorumlar yapmalar, analizler, fizibiliteler sonucunda kararlar almalar ve yola çıkmalardan bıkmış, ısrarla reddettiği bir aptal oyunun başrol oyuncusu olmuştu bile!
Geri dönemeyeceği sözler vermişti üstüne üstlük…
“Aptal!”
Bu nidayı kaç kez attığını hatırlamıyordu içinden. Kaç kez yalnız kalıp kendini bir güzel tokatlamak istediğininse sayısı çoktan aşmıştı bini…
Kendi kendini terapiye başlamıştı çaresizce. Abartıyordu belki de. Sevebilirdi, sevmeye çalışmalıydı en azından, çünkü o onu çok seviyordu ya hani?
Hayatının en yapay ve zorunlu gülücüklerini takınıyordu onunlayken…
sev-me-liy-di!
Beyaz atlı şövalyeyi beklerse daha çok bekleyecekti…
Ne gaflet!
Hayat çoktan mesaiye çıkmıştı ondan önce... O’nu gördü…
O?
Kadının varlığının bile farkında olamayacağı bir ortamda, sağa sola gülücükler saçıyor heyecanlı bir şekilde konuşuyordu.
Aldığı her soluk, söylediği her sözcük, yaptığı en sıradan hareketiyle bile kadının düşüncelerini allak bullak etmiş, esirleştirdiği yüreğinin zincirlerini kırıp hayal dünyasının aşk diyarlarında kanatlanıp şarkılar söylemesine sebep olmuştu…
Hayat, başarılı mesailerinden birindeydi gene…
Kendisine yeni bir şans tanımak adına yola çıktığı adamın en yakın arkadaşıydı O!
Bunu öğrendiğinde ise çok geç kalmıştı artık…
Kimdi? neydi? kime aitti?
Bunu öğrenmesi uzun sürmedi. “Seni en yakın arkadaşımla tanıştırmak istiyorum. ”
Söyleyeni heyecanlı bir mutlulukla gülümseten bu söz, kadının şakaklarına isabet etmiş serseri bir kurşun etkisi yapmıştı!
Başı döndü, geri adım atmaya kalktı. Hayır, gitmemeliydi oraya, onu bu şekilde bu konumda karşılamamalı, ilk intiba bu kadar yanlış bırakılmamalıydı…
Ama gitti…
Sunacağı tüm bahaneleri tükenmiş ve anlamsızlaşmıştı sanki. Ayakları farkındasız sürüklemişti kadını “O” na…
Ve karşısındaydı işte.
Yıllar sonra ilk kez bir erkek için “işte bu” dedirten sol çarpıntı hızla başlamıştı kandırmaca oyununa yine…
Duymuyor, görmüyor sadece hissediyordu. Beklenen şövalye karşısındaydı işte!
Ama yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kimlikle…
Bir eksi aradı, “yanılmışım” diyebilmek için yalvardı tanrıya içinden delice.
Öyle bir şey olmalıydı ki bu, “Hayır ben abartmışım, aslında dış görünüşüyle tezat bir kişiliği varmış, başlamadan biten bir göz yanılmasıymış ” vs diyebilmek için kıvranıp durdu boşa…
Çünkü yakından tanıdıkça, güçlü kişiliği, kültürü, birikimi ve “bu kadar da olmaz” dedirtecek kadar ortak beğenileri çıkıyordu ortaya.
Bakarsa, hissettiklerini gizleyememekten korktuğu o derin, delen,gece gizemi karalığında gözleri veduydukça her ritmi ve tınısı hafızasına derince kazınan güçlü ve tok sesi!
Mutlulukla acı arasında gel-gitler yaşıyordu. Buna sevinmeli mi üzülmeli miydi?
Diğerinin artık neredeyse her söylediği sözün derin batmaları… can yakmaları... yok olma isteği, kurşun ağırlığında hükmediyordu aşkın sersemleştirdiği alabora düşüncelerine…
Bir eksi / bir artı… Hep böyle olmamış mıydı zaten? “ Ne alıp veremediğin var benden ey hayat!” diye haykırmak istiyordu şimdi delice…
“Asla onun gibi olmaz bir daha” demişti, çok uzun zaman önce adını koymakta zorlanıp “tüm yaşanmışlıkların en büyük aşkı” dediği, kayıp gittiğinde avuçlarından…
Demek ki oluyordu.
Hayatta değişmeyen tek şeyin değişim olduğu gerçeği bir kez daha gümledi kafasında
“O”na aşık olmuştu işte! Hem de ilk görüşte, hem de yıllardır tanıyormuşçasına, hem de vazgeçememecesine... hem de… hem de… hem de…
Ya o?
Kim bilir? Belki de... belki de hayır. Hislerine çok güvenirdi. Eğer bu yıldırım aşkının sersemliğinin halisülasyonları değilse, onun da aynı duygular içinde olduğunu ve aynı çaresizliklerde kıvrandığını hissediyordu…
İlk karşılaştıklarında gayet rahat ve şen şakrak olan kişi, kısa zaman içerisinde ağırlaşmaya, gözlerini kaçırmaya, özellikle kadından uzak durmaya çaba harcar olmuştu. O mutlu ve rahat erkek gitmiş bakışlarına belirsizliğin ve sorgulamaların acısı oturmuş yorgun biri gelmişti adeta.
O kadar yanlış bir kimlikle çıkmıştı ki karşısına?
Ne umabilirdi ki? Ya da umabilirlerdi?
Sık sık beraber oluyorlardı, ama hep üç kişilik bir oyundu bu… Zaten onu görebilmenin başka sebebi ve şansı da yoktu…
Çaresizliğin çare arayışlarında debelenmeye bıraktı bedenini ve ruhunu genç kadın…
Ne olacaksa olmalıydı. Ya da hiç olmamalı mıydı?
En yakınındayken, başkasına aitmiş konumunda ona dokunamamak, konuşamamak ve ona biçilen rolü oynamak zorunda kalmak…
Tanrım bu nasıl bir kâbustu?
Zamansız zamanda gene bir iç cebelleşmeyle mi boğuşacaktı?
Ya da?
Evet ya da susacaktı.
Denedi ama başaramadı...
Onu görmek, hissetmek, yakınında duyumsamak... ve susmak...
Zordu…
Zor ötesi…
Milyonda bir karşısına çıkabilecek bu aşk ve mutluluk şansını göz göre göre kaçıramazdı. Yıllar sonra keşke diyeceği bir aptallık olurdu susmak.
Ve plansız bir akşamda ona açıldı. Açıldığını sandı ya da. Hem de bir telefon mesajıyla yaptı bu kendince hayati açıklamayı.
Ok yaydan çıkmıştı işte!
Asırlar gibi gelmişti beklemek…
Beklediği yanıt tokat gibi beynindeydi işte
“ Sen ne diyorsun... yenge? !”
Hep adıyla hitap ederken ilk kez ve anlamsızca bu şekilde bir sözcükle son bağı koparmıştı aralarında
Ve perde!
Gene kazanan hayattı... çelmesini bir atmıştı ki gene;
Takılıp düşmemeye,
Pes etmemeye,
Dayanmak için,
İnsan değil... Ne olmalıydı?
Evet…
Ona gene pes etmek düşmüştü… havlu atmak... susmak… susmak... susmak…
Bu depremin ardından diğeriyle de kesin ve net konuşup “ denedim ama olmuyor ” diyerek kestirip atmıştı.
Günlerce içine kapandı. Artık eskiden olduğu gibi duvarlarıyla da konuşmuyordu.
Nerden bilebilirdi ki aylar sonra yaşayacağı depremin ilkinden daha şiddetli ve yıkıcı olacağını?
Ortak arkadaşlarından birisiyle karşılamıştı tesadüfen. Söz dönüp dolaşıp arkadaşlara gelmişti.
Ve “O” na…
“Aylardır içine kapanmış ve sanki yerine başka biri gelmişti. Geçenlerde evine gittim ısrarlarım karşısında tek söylediği şu oldu;
- O benim yıllardır beklediğim hasretimdi! Ama bunu asla öğrenmemeli, çünkü arkadaşımızın aşkına bakmak erkekliğe sığmaz. Ayrılsalar bile o bir zamanlar benim en yakın arkadaşımın aşkıydı!”
Gene hayat kazanmıştı…
Sustu genç kadın… Bir ömür daha susmaya yemin ederken içinden, saklamaya çalıştığı gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarından…
Ve hayatın mesaisi bitmişti!
YORUMLAR
Gülten Kahraman
Satırlarınızın kurgusu, anlatımınız ve tüm bunlardan dersler çıkarılacak kadar güzel dizelenmiş.
Her şeye karşın her yeni günde yaşanmışlar irdelensede, yeni günün getirdiği yeni anlayışlarla Yaşam Sevdası sürüp gidecektir...
Güzel ve öğretici satırlarınızdan dolayı sizi kutlarım...
Saygılarımla