ŞÜKRA(N)İYET
Kahramanmaraş’tan Ankara’ya giden bir ambulansın içinde hasta yatağında yatan ablasına ağlamaklı gözlerle baktı ve annesinin ‘ablan sana emanet kınalı kuzum, sana emanet Hasanım deyişini anımsadı, derin bir iç çekerek
Hasanın işi zordu, ablasının belinde bir kitle meydana gelmiş bu yüzden beli tutmaz ayağa kalkamaz olmuştu, bulundukları ildeki imkanlar, tedavi için yeterli değildi, bu yüzden Ankara’ya (gitmek zorunda kalmışlardı), ablasının iki küçük çocuğuna bakacak kimseleri yoktu, bu yüzden anneanneleri çocuklara bakmak, onlara anne yokluğu hissettirmemek için Kahramanmaraş’ta kalmıştı. Eniştesi fabrikada işçi olarak çalışıyordu, durumun ciddiyetinin farkında olmasına rağmen, işinden izin alamamış, canından çok sevdiği yavrularının annesini, biricik eşini derin bir nefesle kucaklayıp, kokusunu içinde uzun bir süre saklayarak uğurlamıştı.
Hasan daha önce hiç gelmemişti Ankara’ya, etrafı meraklı gözlerle doya doya izlemek istemesine rağmen, bunu başaramamıştı. Hastaneye vardıklarında hiç bilmediği duymadığı intaniye bölümüne, işlemlerini kısa sürede bitirerek hastane personelinin de yardımı ile ablasını yatırdılar. İlk gün birçok doktor gelip gitti, eski tahliller sorulduğunda, Hasan hemen ablasının dosyasını uzatıyor, doktorların kendi aralarında konuşmalarından bir şeyler anlamaya çalışıyordu, zaman bir hayli ilerlemiş, hastane ilaç kokuları arasında sessizliğe bürünmüştü.
Ablası yapılan ağrı kesicilerin etkisi ile uykuya dalmış hasan ise üzerindeki sorumluluğun ağır yükü ile düşünceden düşünceye dalıyor, verilen sandalyede ablasını sevgi dolu bakışlarla dualar mırıldanarak sabahın olmasını bekliyordu.
Yorucu bir geceden sonra, nihayet gün ağarmış sabah olmuştu, ablası da henüz yeni uyanmış, acı çeken gözlerle Hasana bakıyordu. Hemşireler yeni tahliller için kan almaya geldiklerinde, Hasan bir şey soracak olsa, tek kelime etmeden odadan çıkıp gidiyorlardı, ablasının hastalığı henüz araştırma safhasındaydı, diğer hasta yakınlarının meraklı sorularına, sıkıla sıkıla istem dışı cevaplar veriyordu.
-kaç yaşında
-32
-vah vah pekte gençmiş…
Neden? Vah vah demişlerdi, Hasan ablasını iyileştirme ümidi ile getirmişti, oysaki nerden çıktı şimdi bu vah vah pekte genç lafı, yok yok ümitsizlik asla yoktu, ablası iyileşecek ambulansla geldikleri bu koca şehirden, otobüsle ayrılacaklardı, çünkü O, annesinin önce Allah’a, sonra Hasana emanetiydi.
Her yeni gün umut dilerken, geçen bir ayda henüz tedavi bile başlamamıştı, tespit edilemeyen bir virüsle uğraşıyordu, ablasının zayıf vücudu tekerlekli sandalye ile gittiği tuvalet ihtiyacına bile gidemez olmuş, zaman zaman altına kaçırıyordu, hasan çok şaşkın ve çaresizdi.
Sorunlar üst üste gelmeye devam ediyordu, paraları tamamen tükenmişti, fakat Hasan zor şartlarda yaşamaya alışkındı. Bunu sorun yapmayıp kısa zamanda çaresini bularak işe koyuldu, yan odada yatan erkek hastaların altını para karşılığı temizliyor, aldığı para ile de ablasının bakımını ve ihtiyaçlarını karşılıyordu. Kısa zamanda Herkes tarafından tanınır ve sevilir olmuştu. Arada sırada hastaneye uğrayan, hasta yakınlarını ziyarete gelen durumu iyi olmayanlara elinden geldiğince yardım eden, Şükran isminde bir abla vardı, şükran ablası Hasanı çok takdir ediyor ve her geldiğinde zorla da olsa, bir miktar parayı avucuna sıkıştırmaya çalışıyordu, Hasan kabul etmeyince de, gidip o para ile hasta bezi kolonya gibi ihtiyaçlarını alıyordu.
Zaman’da, ablasının hastalığı da hızla ilerlemişti, annesinin Ankara’ya yolcu etmeden önceki gece, ablasının ellerine yaktığı kınalar solmuş, beyaz elleri ince parmakları kıpırtısız duruyordu, ablası o gün hiç inlememiş ve en ufak bir ses çıkarmamıştı, bu durum Hasanı çok korkutuyor takatsiz bırakıyordu, çok üzülüyordu. Hasta iniltilerine karışarak, dışardan gelen ezan sesini duyar duymaz, içtiği suyu yarım bırakarak oruca niyet etti, Ramazan ayı idi.
Az sonra odaya gelen hemşire, ablasının yanından hızla koşup gitti, Hasanın içinde bir sızı gittikçe çağlayana dönüştü, adım atamıyor olduğu yere saplanmış gibi dualar okuyordu, Allah’ım düşündüğüm şey olmasın, ablam nefes alsın ne olur Allah’ım diye yalvarıyordu.
Giden hemşire kısa bir süre sonra, Doktorla birlikte girdi odaya, Hasan vermek istemediği ihtimalle boğuşurken, Doktor kırık bir ses tonu ile hasta EX dedi.
Bir kaç dakika sürmüştü, ablasını toparlayıp götürmeleri, hasan kımıldayamamıştı bile yaslandığı duvarda öylece kalakalmıştı.
Ne diyecekti annesine, ne diyecekti yeğenlerine, eniştesine, ablasını tabut içinde nasıl götürecekti, aylardır tuttuğu gözyaşları artık söz dinlemiyor bütün gücü ile ağlıyordu, ilk kez yenilmişti, çaresizlik ne zor şeydi, kimsesizdi yalnızdı bir solukta olsa, ablası hayattayken o kentte yalnız değildi, şimdi yalnız yapayalnızdı, ölümü ciğerlerinde solumuştu.
Çok sürmedi kendini toparlaması mecburdu, son bir gayretle kalktı yerinden, hıçkırıklarını içine gömerek ankesörlü telefona doğru yürüdü, kime söyleseydi, önce kimi arasaydı, karar vermeye çalışırken parmakları çevirdi numaraları, telefonun diğer tarafında eniştesinin endişeli sesini duyunca, sesi iyice düğüm düğüm olmuş açılmıyordu, ne diyeceğini, hangi kelimeleri kullanacağını bilemiyordu, eniştesi ağlamaya başlamıştı bile, hasanın halinden anlamış, ne olur söyleme der gibi ağlıyordu. Telefonu kapattı, aklına Şükran ablası geldi,
Nedense tutunacağı güçlü bir dal olarak hissetti, onu aramalıydı, kalmamıştı mecali, hastane işlemleri, cenaze arabası filan hiç bilmezdi ki, ne nerede, nasıl olurdu. Abla dedi, ablamı kaybettik.
Şükran ablası hemen eşini ve eşinin yakın arkadaşlarını alıp hemen hastaneye koştu yalnız başına bir genç, acısına mı yansın cebinde parası olmamasına mı, yoksa yol yordam bilmemesine mi, hepsi ayrı bir dert. İyilik meleği ablamız, hiç vakit kaybetmeden başlamış işlemlere, hastaneden çıkması için tabut gerekli olduğunda öğrenmiş, tabut nerede kaça satılır eşi ve arkadaşları tabut işlerini kısa sürede halleder, onlar gelen kadar hazırlanan cenaze yola hazır, yola hazırda, cenaze aracı ayarlamak hiçte kolay değilmiş, eşinin arkadaşı otogardaki tanıdıklarını arayıp durumu anlatmış, beş parasız bir genç ablasının cenazesini Kahramanmaraş’a acilen götürmesi gerek, durum bu para kısıtlı cenaze arabası tutulamıyor, durumu anlatınca gelen cevap tamam getirin, yolcular araca binmeden arka tarafa yerleştirilir gençte sessiz sakin olursa mesele yok.
Bütün Prosedürler halledilmiş, artık hastaneden yolcu edilme vakti gelmişti, o bölümün tekerlekli sandalye ile yatağından kalkabilen hastaları, morg kapısından uğurluyorlardı,
bizde vaktimiz gelince, bu kapıdan gideceğiz der gibi, bakıp el salladılar Hasana. Bir süre sonra, kiralanan minibüs ile vardılar otogara, söylendiği gibi kimse görmeden yerleştirilip saklandı tabut, içinde omuzuna bir daha asla yaslanamayacağı ablası ve hasan
Acı sadece acı hissettiği
Yol ne kadar uzun geldi Hasana, ya da ne kadar kısa orasını bilmiyor
Bildiği tek şey, ablasının son yolculuğu için yolda olduğu…
YORUMLAR
off inanin cok etkilendim ve okurken gozlerim doldu kendimi tutamadim elinize kaleminize yureinize salik efendim harikaydi
ahilas
bizler
ne zaman
nerede
ne ile karşılaşabileceğimizi asla kestiremeyiz
bir musibet bizim başımıza gelmediği sürece sorun yok düşüncesiyle yaşarız
bazılarımız uzaktan izlemeye bile tahammül edemez
bazılarımız uzaktan izler vah, vah der
bazılarımız gerçekten bir şeyler yapmak ister fakat adım atmak için kendini bahaneler ile engeller
bazılarımızda, o acıyı ta yüreğinde hissedip Şükran abla gibi oluruz...
çok dokunaklı bir öykü idi, gerçek olmamasını umut ederim
tebriklerimi bırakıyorum...saygımla
yazını okuyunca aklıma bu şiir geldi izninle paylaşmak istiyorum salihacım;
hayat bize
mutlu olma şansı
vermedi sevgili
biz kendimizden
başka herkesin
üzüntüsünü üzüntümüz,
acısını acımız yaptık
çünkü. Dünyanın öbür
ucunda hiç tanımadığımız
bir insanın göz yaşı bile
içimizi parçaladı. Kedilere
ağladık, kuşların yasını tuttuk...
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat
karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında
ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine
üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün
hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili...Sevinerek,
severek, sevilerek, düşünerek... Ve o
vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...
Yılmaz Güney
......çünkü biliyorum ki senin kalbin bir okyanus
çünkü biliyorum ki seni dünyanın ucunda hiç tanımadığın bir çingene
afrikada açlıktan ölen bir çocuk, yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusu için üzülürsün
onları çaresizliğini, onları acısını kendi acın bilir, dert edinir ve çare ararsın
nitekim öykünde anlatılan olayın eminim ki geçmiş bir zaman diliminde
geçmemiş bir acı olduğunu, içinde yaşadığını
belki sen yaşamamış olmana rağmen, yine de gözyaşları döktüğüne eminim..
bazen sadece şahit olmak, bazen sadece dinlemek bile yetiyor senin için, kederlenmeye...
ondan sebep kalemin hep hüzün ve hep acı döküyor sayfaya..
yazıya hem çok şaşırdım, hem de giderek güçleneceğine inandığım kalemin adına
hikayen her ne kadar acıklı olsa da, daha nice yazı yazacağına olan inancım adına
belki daha ümitli, daha mutlu çok şey anlatacağına dair umudum adına.. inan çok mutlu oldum..
seni burada görmek, seni yüreklendirmek en çok dilediğim şey biliyorsun
bu yüzden çok şanslı ve mutluyum.. bir yerlerden başladığın için..
ki biliyorum anlatacak çok şeyin var, heyecanla beklediğim..
canım kardeşim, sevgiyle öpüyorum o kocaman okyanus yüreğini..
eyvallah..
fulyaa tarafından 7/22/2011 4:43:26 PM zamanında düzenlenmiştir.