- 717 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR SUİKAST BİR KURŞUN...
BİR SUİKAST, BİR KURŞUN…
Bedenim, dikenli ellerce yoğruldu. Doğumdan ölüme; alnıma yazılanları yaşamam, hedefimin alnına yazılanları yaşatmak için.
Dolaştırılıyorum üretim tezgâhlarında. Benim dışımda herkes görüyor beni, bir ben göremiyorum kendimi. Her bir parçam bir yana savrulmuş, toplanmayı bekliyor. Oysa hep böyle dağınık, darmadağınık kalmak istiyorum. Ben istemesem de, menzile ulaştırmak için toparlayacaklar beni, biliyorum.
Dikenli eller çalıştılar, çok çalıştılar. Önce içimi doldurdular, sonra can yakayım can alayım diye, matem havasına bürünmüş bedenimi oldurdular. Diğerleri ile birlikte, bir kılıfın birkaç santimlik köşesine sıkıştırdılar beni de. Şimdi, gün ışığına çıkaracakları günü bekliyorlar sabırsızca. Güneşin beni ısıtacağı günlerim olmasın, ben gölgede kalayım, aydınlığın altına sineyim, istiyorum. Ancak elimde değil ki, düşünceler ile eylemler birbirine karışıyorlar.
İnsanları ve ruhlardaki sevgileri yok etmem için, 8 saat boyunca mesai yapıp beni yaratan dikenli eller, evlerine gidince aynı ellerle çocuklarını sevdiler, başlarını okşadılar sevgiyle. Oysa, aynı ellerle yaratılan ben; kim bilir kaç çocuğun başını okşanmaktan, kaç ocağın ateşini yanmaktan men edeceğim. Bu ne yaman çelişki...
Beni kullananlar hep var olacaklar, ben canını yaktıklarımla yok olacağım. Onları var eden, beni bitiren ne? Onların ezbere bildiği hayatın hesabını, hangi hesapla karıştırdım da şimdi karalar bağlıyorum. Bunları düşünmek bile bu kadar yorarken, yaşatacaklarımın yorgunluğunun hesabını nasıl vereceğim sevenlere.
Daha yaşım ne, yaşamışlığım ne? Bugün doğdum ben, bir kaç saat önce. Felaketler mi yarattım, aile dramları mı yaşadım, ne oldu da yorgunum. Belki de yaşatacağım felaketler ve belki de yaşanacak aile dramlarıdır beni yorgun kılan kim bilir?
Yaşam öyküleri birinden uzakken diğerine, ölüm ve yaşam cümleleri bende kan kardeş birbirine. İşte bu ince çizgide, içimdeki yok etme ile var olma fırtınasının duygusuzluğu ile yorgunum aslında.
Beni ellerine alanlar hesapsızca harcayacaklar gücümü. Hırsı şahlandırıp, sevgiyi bir yana bırakarak, ölüm kusacak ve dağları devirmeye kalkacaklar. Ne olur dokunmayın soğuk bedenime, hep orada kalayım, hiç çıkmamak üzere.
***
Ekim ayının henüz başlarındayız. Nereye gideceğimi bilmediğim belirsiz bir yere, kara yüzlü beş kişi ile yolculuğum başlıyor. Kim bilir nerelerde bitecek ömrüm? Kim bilir nerede bitireceğim günahsız ömürleri? Derin bir uykunun kollarında, sert rüzgârlara karşı yuvarlandığım yolculuğum günlerce sürdü. Başıbozuk ruhuma giren şeytanı çok uzaklarda bıraktığıma sevinmiştim. Gideceğim yerde, belki de uzun yıllar yaşayacak, kimseye dokunmayacaktım. Şeytanla arkadaşlığım da böylece bitmiş olacaktı. Birden yorgunluğum geçti, içim rahatladı sanki…
Beyaz çehresi; karanlığın derinliğinde küçülmüş, gözleri ruhundan kara, Azrail’in kol gezdiği ellerdeyim şimdi. O eller, soğuk yerden çıkarıyor soğuk bedenimi ve gözlerim kamaşıyor aydınlıktan. Beni bir o eline, bir bu eline alıp sağa sola sallıyor. Beşikte gibiyim. Sağ el, sol ele göre daha canlı sanki, daha bir sevgi dolu gibi. Yok yok yanılmışım; ne o ruhta, ne elde, ne de yürekte vardı sevgi.
Gitme zamanı geldi, anlamıştım. Gidiyordum dönüşü olmayan bir yoldan. Oysa yerimi ve kendime edindiğim yeni umutlarımı, ne çok sevmiştim. Ve çıkıp gitmiştim o gün ben. Hükümsüz bir aşka gizlenmiş, sabırsız mahkûmlar gibi, hızla kopardılar yerimden. Soğuk bedenim gibi, namlunun soğuk ucuna sürdüler beni. Kılıfın içinde hazırda bekliyorum şimdi…
Bir meydanda son buldu yolculuğum. Ruhu kara, başka insanlarla buluştum meydanın sol tarafında. Her taraf insan seli. Kadın, erkek, çocuk herkes oradaydı. Sanki tüm Ülke oradaydı. Ellerinde Türk bayraklarını sallıyorlardı coşkuyla, sevinçle. Gözlerde sönmeyen bir sevgi ışığı vardı. Belli ki önemli birini bekliyorlardı. Birden meydanda sevinç çığlıkları atıldı, hareketlenme başladı. Ben ve ruhu kara beş kişi önlere doğru ilerledik. En önde kendimize kuytu bir yer seçtik.
Çılgınca alkışlar arasında kürsüye gelen adam, pusuda bekleyenlere has bakışı ile ona yaklaşacak tehlikeli adımları kolaçan ediyordu. Bir yandan da halkını selamlıyordu. Ben de heyecanla bakıyordum ona. Etkilenmiştim…
İki kadın sohbet ediyordu yanı başımda: İleri görüşlü, güçlü bir kafa. Türkiye’yi ilmek ilmek dokudu diyorlardı. Bize yön verdi, hak verdi özgürlük verdi. “Özgürlüğü denemek için, özgürlüğü vermek gerekir” demişti. Verdi diyorlardı.
Anlamıştım kim olduğunu? Bütün devlet adamlarının önünde saygıyla eğildiği, hep gıptayla baktığı liderdi o. Karanlığın en kuytu, en sinsi ve en kahpe anında, sürüldüm namluya. Yatak ile namlu arasındaki, çelik boruda döndüm bir süre. Ve yüzüm aydınlığa çıktı.
Cumhuriyet’in kurucusuna, bir Vatan kahramanına, Ulusunun yok olma felaketini, var olma saadetine çeviren adama doğru gidiyordum. Keşke Çanakkale’de metrekareye düşen 6000 kurşundan biri olaydım, keşke ateşten geçerek kan içinde kalmış canların elinde oyuncak, boynunda kolye olsaydım da bu menzile varmak nasip olmasa… Boğazıma doğru katran karası acılığında bir tat yayıldı, gelip oturdu dilimin orta yerine. Buz gibi esen bir yel yayıldı bedenime, memnunsuz ve küskünce… Gri dağları uyandırmıştım.
Geçmişin gururu, geleceğin umudu, bugünün onuruna sıkılmıştım ben. Güneşin yüzüyle karşılaştığımda, benimle birlikte birçok ruhum çıkmıştı ortaya. Biri diyor ki, “dur gitme nereye gidiyorsun, gittiğin yol, yol değil geri dön" Oysa benim yolum yok ki. Yağmurlarım var, romantik olmayan yağmurlarım. Ben zehir gibi yağan, kurşun yağmurlarını bilirim. Benim güneşim batmaz, dünyam dönmez, rüzgârlarım tek yönden eser.
Bir diğeri çekiştiriyor kollarımdan. “Sen delisin!” diyor. “Mevsim sonbahar, sen kışa gidiyorsun.” Bende mevsim değişmez, ağaçların rengi kurşunidir. Dallarına konan kuşlardan sadece güvercini bilirim, hep onu vururum, barışı vurduğum gibi. İnsanlardan sadece çocukları severim, onları da üzdüğüm olmuştur. Çocukları büyüyünce terk ediyorum. Uzak diyarlara gidip, bilmediğim yerlerin, tanımadığım kişilerin resimlerini çiziyorum.
Ben kurşunum. Kendimle sohbet eder, kendi kendime gülerim. Asfaltın siyahında kaybolur, düşüncelere dalarım. Çıkmaz sokaklarda kendimi arar, bir de üstüne güzel hayaller kurarım. Sonra hayallerimle beraber suya düşerim. Güzel bir yaşam benim için anlam taşımaz, kimseye de dost olmadım. Ben kendime bile yabancıyım… Benim bana söylemediğim düşüncelerim var.
Ben kurşunum. Rahat bırakın beni, diğer ruhlarım. Benim, ağlamamaya, ağlatmaya yemin etmiş gözlerim var. Sonu dramla biten bir hatıraya dönüşürüm çok zaman. Kini besleyip, öfkeyi kaşıklayanlaradır yardımım. Bazen zehir kokan bir gül biter dudaklarımın arasından, sonra gülü yakar, külüyle birlikte zamana savrulurum. Geceyi ikiye böler, sonra hayatın adını yalan koyarım… Dedim ya ben kurşunum. Yüreklerde ünlem, kafalarda soru işaretiyim.
Kimisi tükürür, kimisi öper beni; tükürene mezar, öpene kuşak olurum.
Ben kurşunum. Çok zaman hayat acı bir tat verir. Yaşadıklarımı hep içime atarım ama kendimi içine atacak bir yer bulamam. Anlamayana az gelirim, anlayana çok… Ne yarınlar bir şey bekler benden, ne de ben yarınlardan…
Haklısınız, hem de çok haklı. Geri dönmeliyim. Kapamalıyım karanlığın gözlerini. Yetişecek yeni kuşaklar beni bilmemeli… Silahla buluşmamaya yemin etmeliyim. Dönüşü olmayan bir yola koydular beni. Kesinlikle geri dönmeliyim… Dönemiyorum, yollarım kapandı…
Hedefime yaklaştım ve bir çift mavi göz gördüm kurşungeçirmez. O gözlerin yüreğime sızışını hiç kimse tarif edemez. Atam! Herkese verdiğin özgürlük gibi, bir özgürlüğü istedi yüreğim o anda… İlahi bir güçle yönümü şaşırdım, uzaklaştırıldım senden. İyi ki buluşamadım bedeninle… Döndüm o çıkmaz ve çarpık ruhların sokağından, doğru yolu buldum. İşte o günden sonra yazdım öykümü.
Ben, bundan böyle kurşun ve silahın öykülerinde kalacağım. Sadece Vatanın bölünmez bütünlüğü için çıkacağım dışarı. Kahpe ellerden, kahpece sıkılan kurşunlara hedef yapacağım kendimi. Yağmur gibi yağıp senin çocuklarını kırmızıya boyamayacağım, annelerin yüreklerine ağıt olmayacağım.
Takvimsiz beşinci mevsimde gecelerim aydınlık, gündüzüm rengârenk olacak. Dağlarım korkusuz, şehirlerim benim sesimi duymayacak… Nasıl söylesem; Kafdağı’nın yolunu pusulasız bulur senin çocukların. Ben yolunu şaşıranların korkulu rüyası olacağım…
Sessiz çığlıklarda sevgiyi rehber edinip, senin çocuklarınla birlikteyken Aydınlığa çıkaracağız tüm karanlıkların yolunu. Ve kilit vuracağım karanlık ruhlu insanların diline. Medeniyetin her basamağı senin bıraktıklarınla yükselecek. Ve ben gençlerin boynunu kolye olarak süsleyeceğim. Geçmiş zaman hikâyelerinde kalıp, gözlerinin deniz mavisine değil, gökyüzünün maviliklerine gömeceğim kendimi…
Nasıl söylesem: Affet beni! mavi gözlü dev adam… Nasıl söylesem; Affedin beni aslan yürekli şehitlerin, kutsal anneleri…
Hülya TÜRK
27/03/2011
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.