- 696 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Seven ve Sevilen (yavedûd)
Sev ki sevilesin, sevdiğin kadar sevilirsin. Sevgi sunmadan sevilmeyi beklemek ağaç dikmeden yağmur beklemekle bir değil midir? Seven daim sevilendir. Sevilen ise sevmeyi bilendir.
Ya Vedud dendiğinde aklıma hep sevgi ve sevginin gücü gelir. İşte âdemi mahlûkata duyduğu sevgi ve bu sevgi sebebiyle yaptığı bir dua ile İstanbul’un fethini 50 gün geciktiren mübarek.
Ayvansaray surlarının bitiminde, Haliç sahiline paralel Tokmak Tepe denilen mevkide yatar Vedûd Hazretleri. Aslında yatar mı, ayakta mıdır, etrafta görevde midir bilinmez. Ama onlar için Rabbimiz (Ali-i İmran 169 )“Allah yolunda ölenleri siz öldü sanmayın. Onlar diridirler. Allah’ın katından rızıklandırılırlar ” buyurur.
Eyüp sahilinden Ayvansaray’a doğru yürürken aklıma yine o gelmişti. Kimdi “Ya-Vedûd”, İstanbul’un fethi neden onun duası yüzünden gecikmişti, nasıl bir yakarıştı ki bu Allah onun duasını bütün duaların önüne geçirmişti.
Buhara’lı bir şeyh olan Abdül Vedûd Hazretleri Veysi tarikatı mensubudur. Dilinden hiç düşmeyen Allahın sıfatlarından biri olan “Ya Vedûd zikri sebebi ile bu ismi almıştı. Bizans devri İstanbul’unda yaşayan bir Allah dostudur o. Ayasofya içinde rahiplik yapsa da onun asıl amacı orada bulunanları Müslüman yapmaktı. Yani o, kendince kaleyi içeriden fethediyordu. Orada bulunanları Müslüman yapabilirse hiç kan dökülmeden irşâd ile bu fetih gerçekleşecek diye düşünüyordu.
Sahil boyunca yürürken hep bunları düşündüm. Bir de baktım ki Hazretin makamına gelmiştim. Demir kapıdan içeri girerken güllerle bezenmiş bahçenin güzelliği gönlümdeki gülleri de yeşertti. Henüz açmamış güllerin kokusu vardı etrafta. Derviş Babamın diktiği güller ve içinde huzur içinde yatan şehitlerle nasılda huzur veriyordu insana. Önümde yemyeşil çimenlerin arasından süzülen Haliç ve sağ tarafında Ayvansaray surları. Güneş yukarıdan ışık gönderirken havada tecelli eden ilahi güzelliğin büyüsü sinmişti her yere. Bu onun güzelliği, onun yansınması diye düşündüm. Surları seyrederken o günler canlanıverdi gözümde.
Fatih’in orduları surlara dayanmış, fetih an meselesi ama bir türlü gerçekleşmiyor. Akşemsettin Hazretleri, 70 evliya ve gayb erenleri toplanmış bu işi nasıl gerçekleştireceklerini düşünmekteler. Ve İstanbul’un top, kılıç ve iman ile alınacağına hep birlikte karar verirler. Zaten Allah’ın katında fethi Akşemsettin Hazretleri ve Sultan Mehmet’in birlikte gerçekleştirecekleri daha çocukluk yaşlarında müjdelenmiştir. Ayrıca Allahın katında vakti saati her şeyi bellidir ama dualar ile Allah’ın yardımını almaları gerekmektedir. Ama her nedense dualar bir türlü Allah’ın katına ulaşamaz ve atılan toplarda hedeflerini bulamaz.
Bu durum Akşemseddin Hazretlerini, Molla Gürani’yi ve diğer velileri son derece üzer. Padişaha ulaşıp durumu arz ederler. İstanbul’un teslim alınamama sebebi Ayasofya’nın içindeki bir rahipten dolayı gerçekleşmediğini bildirirler. Orada rahiplik yapan Abdül Vedûd isminde biri, Allah’a “Bir tek mümin kanı dökülmeden İstanbul alınsın” diye gece gündüz gözyaşı dökerek yalvarmaktadır. Bu duayı o kadar gönüldün ve sevgi ile yapar ki duası bütün duaların önüne geçer ve diğer duaların göğe çıkmasına mani olur.
Kendisine hemen yaptığı bu duayı kesmesi için ricacı elçiler gönderilir. Ama gelen elçilere bu meselenin çözümünün kendisinde değil. Cibali Baba denilen bir zata ait olduğunu bildirir.
Cibali Baba’da etrafında bulunan ve senelerce birlikte yaşadığı halka kıyamadığı için Osmanlı ordusu tarafından atılan topları yine Allah’ın kerameti ile havada yakalayıp denize atan kişidir. “Gâvurcuklarım ölmesin” diye yalvarır Rabbine. İster ki hiç kimsecikler ölmesin. Duyulan sevgi, Yaradan Allah’ın bütün mahlûkatınadır. Onlar bütün kâinata sevgiyi vermek, herkesi korumak üzere eğitilmiş Allah dostlarıdır.
Bu dururum karşısında Akşemsettin Hazretleri çok üzülür ve seccadesine kapanıp bir gece boyunca Rabbinden bu işi neticelendirmesi için yalvarıp yakarmaya başlar. “ Rabbim ya benim canımı al, ya onun canını al. Çünkü bu evliyanın ruhu kabzedilmeden İstanbul alınamayacaktır ”diye çaresizliğini dile getirir. Bu yakarış Allah’ın katına ulaşır ve o gece Cibali Baba son nefesini verir. Ve o gün İstanbul fethedilir.
Abdül Vedûd Hazretleri de zaten o gün vefat edeceğini çevresindekilere müjdelemiştir. Birde vasiyeti vardır. “Sakın benim bedenime kimse dokunmasın. Melekler gelip bana gusül aldıracak ve beni kefenleyecekler. Sonra sandukam nereye giderse beni oraya götürün” diye olacakları yakınlarına bildirir.
Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet han, manevi fatihi Akşemsettin Hazretleri ile fethettiği İstanbul’a girdiğinde şehrin bir harabe olduğunu görür. Şehirde Büyük kilise dedikleri Ayasofya’dan başka elle tutulur hiç bir şey yoktur. İlk namazlarını kılmak için oraya ulaşırlar. İbadethaneye yaklaştıklarında Ayasofya’nın heybetinden ürperen Fatih Sultan Mehmet beyaz atından inerek kapıdan içeri girer ve hemen secdeye kapanır. Adet üzere ilk namazlarını burada ifa ederler. Bundan böyle Cuma namazlarını da burada kılacaklardır. İşte ilk Cuma namazında Terleyen Direkte gördüğü nur ile kendine gelir. Yerde kıbleye dönmüş beyaz bir beden yatmaktadır. Yaklaştığında göğsünde kendi kanı ile yazılmış Ya-Vedûd ismini görür. O anda terleyen direkten bir nida işitilir “ Merhum yıkanmıştır, defnedebilirsiniz”. Bunun üzerine yanına gelen Akşemsettin Hazretleri ve 70 evliya “İşte Sultanım, İstanbul’un alınmasını 50 gün geciktiren bu zattır size durumu arz etmiştik” buyururlar. Bunun üzerine gelen sandukaya merhum yerleştirilir ve omuzlara alınarak dışarı çıkartılır. Sandukayı taşıyanlar hayretler içinde omuzda taşınan merhumun kendilerini yönlendirdiği yere doğru yönelirler. Bir bakarlar ki Eminönü sahiline gelmişler. Sahilde kendilerini bekleyen bir sandal duruyor. Sandukayı yerleştirdikleri sandal kendiliğinden hareket ederek Halic’in yolunu tutar. Merak ve hayretler içinde onları sahilden izleyen ahali sandalı takip etmeye başlarlar.
Uzunca bir yol alan sandal Haliç kıyısından Eyüp yakınlarına gelince sahile doğru yaklaşır. İşte tam orada kazılış bir mezar içinden Ya-Vedûd sesleri ile sahibini kucaklamaya hazır beklemekte. Hemen sandalı sahile çekerler ve tekbir sesleriyle kazılmış kabre yerleştirirler. Daha sonra mezarın üstü Sultan Abdül Aziz tarafından türbe ile ihya edilir.
İşte bunları düşünürken akşamın hüznü güne çökmüş, eve dönüş vaktim çoktan gelmişti. Derviş Babam gülleri çapalama işini bitirmiş soluklanmak için bir yere oturmuş kendi kendine söylenip duruyordu. “Gül bahçesine giren ya gül olur, ya da gül kokar” dediğini duyabildim sadece.
Bütün İstanbul’un gül kokması ne harika olurdu diye düşündüm. İçinde binlerce masal saklı İstanbul; Sanki bu senin kendi güzelliğin midir? Sen sadece seven için güzelsin. Üzerindeki nurdan ve rahmetten urban ve güzelliğinde ki caziben sanki senden mi geliyor zannedersin.
Sinanların, Sahabelerin, Dede efendin, Eyüp Sulatanın olmasa sen neye yarardın, Sana bu güzelliği veren velilerin Gayb erenlerin ve daha nicelerinle sen güzelleştin.
Ya Vedudun olmasaydı seni seven ve sen sevilen olur muydun hiç.
Bu kadar güzelliği halimize arzeden "Güzin Osmancık" hanımefendi için teşekkürler ediyorum.