TÜRK(ÇE) YAŞAMAK
Selahattin Şimşek “ Çocuklarımızın ayaklarına batacak dikenler ya ektiklerimiz, ya da sökmediklerimizdir.” Diyor.
Milletleri millet yapan en önemli öğelerden biridir dil. Kuşaklar arasında kültür akışındaki sadelik ve serilik, geçmişi geleceğe taşımadaki güzellik ancak kullanılan ortak dil sayesindedir.
Dünya coğrafyasında varlığını devam ettirmeyi başaran milletler bu ortak değerler sayesinde ayakta kalmayı başarmışlardır. Yaşanılmış sıcak savaşlar sonrasında varlığını sürdürme gayreti içinde olan büyük devletler savaş meydanlarını değiştirerek savaşları kültür cephesine, ekonomi cephesine çekmişlerdir. Günümüz dünyasında bir milleti yok edebilmenin yolu yeni yetişen nesillerin kendi öz değerlerine düşman yetiştirilmeleriyle mümkün görülmektedir. Bunun da en iyi yolu ortak değer olan dilin yozlaştırılarak yok edilmesidir.
Yabancı dille eğitim olarak ortaya çıkan bu yozlaşma zaman içerisinde hayatımızın her noktasında kendini göstermeye başlamış ve önlenmesi zor bir döneme girilmiştir.
Batılılaşmanın, batı kültüründe erimek olduğunu zanneden bir nesil yetiştirilmeye başlanılmıştır. Dedenin torunuyla olan anlaşmazlığı bugün babanın çocuklarıyla anlaşmazlığı noktasına gelmiştir.
Televizyonlarda seyrettiğimiz reklâmlardan tutun da yerli ve yabancı çok sayıda diziye kadar hemen hepsi bilerek ya da bilmeyerek bu savaşta taraf olmaktadır. Konuşulan dil, yazılan dile ters düşerken seyrettiğimiz çoğu reklâmlarda yabancı marka adı kullanmak ticari bir başarı olarak algılanmaya başlamıştır. Yerli dizilerde erkek arkadaşın adı boy friend, kız arkadaşın adı gril friend olurken aynı iş yerinde getir götür işine bakan personelin adı ofis boy oluyor. Program yapan yapımcı yaptığına kendi adını verirken Süleyman’s diye modern olmaya çalışıyor.
Artık MODA CENTERlerde giyiniyor, bulvarlarda geziniyoruz. Günlük alışverişlerimizi süpermarketlerde yapıyor, yorgunluğumuzu cafelerde atmaya çalışıyoruz. Şarküterilerden aldığımız Marllboro sigaralarımızla Çin malı kupalar dolusu ekspressolarımızın dumanını karıştırıyoruz..
O güzelim Adana kebabını KEBAP’S olarak sunarken neleri kaybettiğimizi düşünmüyoruz. Çocuklarımızın isimleri bile değişti. Hâlbuki bir ülkenin tapu kayıtları mezar taşları değil mi? Bütün bu yozlaşma arasında değişen dilimizle, değişen isimlerimizle kimliğimizi koruyabilmek mümkün mü?
Bu noktaya gelindiğinde bir sorumlu aramak gerekmez mi?
Genelden yerele herkes bu konuda sorumlu değil mi?
Bir yerlerden başlanması gerekiyor. Zaman hep aleyhimize işlerken beklemek kazanmak değil hep kaybetmek olacaktır. Bir düşünür “tehlikenin geldiğini görenler iki kere çile çekerler.” Diyor. Bu kadar rahat, bu kadar umarsız kalındığına göre tehlikenin geldiğini gören yok mu?
“Ne yapalım, gücümüz yetmiyor.” Sözü sadece olaylardan kaçmak anlamına gelir. Bu konuda küçücük bir endişesi olanların en azından çevresine, gelen tehlikeyi anlatması, kendince bir mücadele başlatması gerekmez mi?
“Ayrılık uzaklara gitmek değil, içini dökmekten vazgeçmektir” diyordu bir şair.
Ben Türkçe konuşmak, Türkçe yaşamak, Türkçe düşünmek ve Türkçe ölmek istiyorum.
Ben torunumla değil, öncelikle çocuklarımla aynı dili paylaşmak istiyorum.
Ya siz?
Mehmet TAŞ / Elbistan