- 874 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇIKTIĞI KABUĞU BEĞENMEDİ
Nerdeyse beş yüz nüfuslu koskoca ilçeye yakın bir köyden ortaöğretime giden ilk kız öğrenciydi Suzan. Babasının okulla alakası yoktu. Ağabeyinin arkasına düşüp, gitti ilçedeki ortaokula kaydını yaptırdı. Nice zor şartlar altında liseyi bitirip ÖSS imtihanlarına katıldı.
Cahillerin başpapazı olan babası, altı yıllık orta ve lise öğrenimi süresince okul nerde bilmediği gibi, kazansa bile Üniversitede okutmayı düşünmüyordu. Hem kendine kurbanlık bir damat arıyor hem de kızına okul kazandığı haberini veriyordu. Suzan’ın ve annesinin bütün itirazlarına, ayak diremelerine rağmen ondan kızından kurtulmaya kararlıydı. Dolaylı yoldan gözüne kestirdiği birine haber göndererek çeşitli oyunlarla sıradan bir düğün edip bağırda, bağırda gönülsüz gelin edip, çıkardı.
Damat olarak kendine kurban seçtiği Rasim’de iyi, kötü liseyi bitirmiş, yarı şaşkınlığından, yarı ana, baba desteksizliğinden okuyamamış bir zavallı idi. Yani kısacası ikisi de leyleğin yuvadan attığı yavrular idi.
Evlendiklerinden daha altı ay sonraydı. Rasim’in o gün pekmez yemek canı istemiş olmalı ki aynı odada erzak dolabının üstündeki “pekmez çanağını sofraya neden koymadıklarını” sordu. Biraz cimride olan babası “al karını defol git, gözüm görmesin” diye cevap verdi. Sabah, sabah aldığı cevaba çok şaşıran Rasim, kutup buzu gibi donup kaldı. Belli bir işi olmayan Rasim’in kafa dank dedi ama iş işten geçmişti. Köprüyü çoktan sel almıştı. Kendine devamlı olacak bir iş aramayı düşündü.
O günlerde şehirde gezerken hanımının bir kız arkadaşından “bir resmi daireye memur alınacağını” duydular. Gidip ilânı okudular. Kırk sekiz memur alınacağını gören Rasim’in, torpili olmadığından dürüst sanılan, meşhur bir siyasetçinin anılarında okuduğu bir sözü aklına geldi. Bir tane alınacak olan şoför kadrosu imtihanına girmeye karar verdi. Kendine yol gösteren o sözde “ön kapıdan giremezsen, arka kapıdan gir” diye yazıyordu. Ancak ilkokul mezunlarıyla imtihana girerse, kendisi lise mezunu olduğundan “kazanırım” diye düşündü. Düşündüğü gibide yaptı ve kazandı. Aynı taktiği Suzan içinde uygulasa belki yaşantı daha farklı olabilirdi ama düşünemedi. Aynı yıl ÖSS imtihanını da kazandı, ilkokul öğretmeni yetiştiren bir fakülteye hanımının yüzüğünü bozdurarak gidip kayıt yaptırdı.
Maddi imkânsızlık sebebiyle bir hafta okuduğu okulunu bırakıp, kazandığı şoförlük görevine başladı. Daha ilk günlerinde üçkâğıtçı eski bir şoförün ayak oyunuyla sendeledi. İlk bir hafta içinde bir odalı ev tutup evini taşıdı. Altı ay kadar oturduğu bu bir odalı evine hırsız bile girdi. İlk çocukları taşındıktan yirmi gün sonra hastanede doğdu. Adını Yusuf koydular.
Çocukları doğduğu ilk günden itibaren bir türlü bez yaptırmıyordu. Her bez değiştirilişinde çok ağlıyordu. Bez değişince durduğundan “bir rahatsızlığı vardır” diye düşünüyorlardı. Ama ikisi de şehrin cahili ve kimsesiz kişiler olunca ellerinden tutan veya akıl veren yoktu.
Şehirde oturduklarını duyan biraz uzaktan bir akrabaları evlerine ziyarete gelmişti. Çocuğun durumunu görünce üzülmüş olmalı ki “bizim mahallede kırık, çıkıktan anlayan bir yaşlı kadın var, yarın getir, gidip beraber gösterelim” dedi. Aslında dedikoducu, sevmedikleri bir kadındı ama olsun.
Bu iyi haberi duyan Suzan akşam Rasim’e de dedi, hemen ertesi gün çocuğu akrabası ile birlikte o kadına götürdüler. Kadın “çocuğun bezini aç” dedi. Bez açılır açılmaz kadın çocuğun kasığındaki sivilce gibi küçük yaraları görünce “kendinin hiçbir şey yapamayacağını” ima etti ve “bu çocuğun kalçalarında çıkık var, derhal kemik hastanesine götürün” dedi.
Rasim stajyer olduğundan yıllık izni yoktu. Ertesi gün bir günlük mazeret izni alarak Kemik Hastanesine geldiler. Tanıdıklarına sorup en iyi doktora muayene ettirdiler. Uzman doktor “çocuğun iki kalçasında da çıkık olduğunu, doğumda yapılmış olabileceğini, şimdilik kalın bez koyarak tedavi edelim, bir ay sonra gelin tekrar bakalım” diyerek gönderdi.
Bir ay sonra kontrole geldiler ama aynı doktor tayin olduğundan yoktu. Biraz yol sokak öğrendikleri için başhekim doktora gittiler. Oda iyi bir doktordu. Muayene etti ve dinledi. “Dokuz, on tane bezi beraber koyarak sol kalçasının iyi olmasını sağladıklarını” söyledi. Hastaneye aldı ve çıkık olan ayağa demir asarak ya da başka yöntemlerle çocuğun diğer ayağının da ameliyatsız olarak iyi olmasını sağladı. Yusuf ve annesi bir yaşına kadar çok sıkıntı çekti. Devamlı doktor gözetimindeydi. Ayda, iki ayda ya da üç ayda devamlı kontrole götürüyorlardı. Ayaklarının arasına demir taktılar, öğleyken hareketli olan Yusuf bildiğinden geri kalmıyordu. Kırıp, bozma, dökme yönünden de zararlı değildi. Şükür, ameliyat acısı da çekmeden ve iki ayağında da hiçbir sakatlık izi kalmadan iyi oldu.
Rasim on dört aylık şehirdeki görevinden bir yolunu bulup, memur kadrosunda çalışmak üzere geçici görevle ilçesine tayin yaptırdı. Kira vermemek için tekrar köye, kovulduğu baba evine taşındılar. Bu arada hasımlarının körelmiş dişleri yeniden bilendi.
Yusuf altı yaşına gelince halasının kendinden yedi ay büyük oğluyla beraber heveslenip ilkokula gitmeye başladı. İki ay sonrada esas kaydını yaptırdılar.
Rasim çocuklarının adam olmasını, kendisini geçmelerini istediği için onları iyi okullarda ve öğretmenlerde okutmak istiyordu. Yazıldığı ve güçlükle taksitlerini ödediği kooperatif evi bitince hemen taşındı. Yusuf’ un şansından ilkokul öğretmeninin hepsi çalışkan, hırslı, özverili kişilerdi.
Rasim’de içinde özlemini duyduğu üniversiteyi dıştan okuyordu. Bu denenle öğretmenlerle ders çalıştığından genelde bütün öğretmenleri tanıyordu. Yusuf’u ilkokul öğretmenleri gibi başarılı birilerine teslim etmek istiyordu. Bunu da ancak özel okulda okutarak sağlayabilirdi. Rasim de öğle düşündü. Gidip ildeki özel okulun müdürü ile görüştü. Hayatının hatasını yaptığını bilmiyordu ama içindeki özlemin uğruna kendini sıkıntıya soku yordu. Allah’ın dilemesi dışında geleceği kimse bilemezdi. Aslında yaptığı doğru idi ama insanlar bazı şeyleri kendi başına gelmeyince anlamazlar.
Yusuf ilkokul arkadaşlarından, ailesinden ayrıldığı ve okul yatılı olduğundan her tatilde geliyordu ama “Okula gitmek istemediğini” devamlı annesine söylüyordu. Babasından yüz bulamadığı için bir şey demiyordu. Ama bileği güçleneceği güne kadar diş biliyordu. Rasim bunun farkındaydı ama Yusuf bunu ancak kendi çocukları aynı duruma geldiğinde anlayabilirdi. Liseye geçtiğinde artık bileğide güçlenmişti. Özel okulda okumak istemediğini açıkça söyledi ve imtihanlara katılarak Devlet Parasız Yatılı Öğretmen Lisesini kazanıp gitti. İlk varışta yatakhane kapısının arkasında yığılı pisliği görünce “eyvah” dedi ama daha bu ilk basamaktı hayat ona daha çok şeyler öğretecekti.
Artık babasına her fırsatta anasından da aldığı destekle kafa tutuyordu. Rasim her sıkıntıya göğüs germe yi, en azından işini eline alıncaya kadar dişlerini sıkarak başaracaktı. Çünkü toplumda herkes Rasim’i kötü biliyordu. Dosta düşmana karşı bunu başarmalıydı. Zaten düşman içte olursa top, tüfek fayda etmezdi. Ana, baba hor bakarsa elkızı avrat, ondan doğan evlat iyi mi bakacaktı?
İyi bir fakülte kazanıp gitti. Rasim sadece “öğretmenlik yazmamasını” istedi. Karışmadı çünkü yaşanacak hayat onundu. Beddua etmesini istemiyordu. Rasim tutumluydu zaten eşini de, çocuklarını da parasız koymamaya çalışıyordu. Ama hiçbir zaman kıymet bildirememişti. Okulunda üçüncü sınıfa geçmişti. Sıradan bir memur olan babanın âlim oğlu olacaktı.
Her kes gibi oda babasını horluyordu. Babasını insan yerine koymayacağı daha bebekliğinden belliydi. Bir gün hamsi kızartması vardı sofrada. Yusuf baktı bir tane kalmış, hemen alıp annesinin eline sıkıştırdı. O gün bu duruma Rasim gülüp geçmişti ama çok düşünmesi gerekiyormuş, anlamadı.
Rasim bir tek kelime demediği halde gelişinden gönülsüz olan Suzan evi terk etti. İki ay sonra okuldan gelen Yusuf babasının ifadesini aldı. Gidip annesini de dinledi. Gelince babasına “haklı olduğunu” söyledi. İki buçuk ay aç, susuz gezdiği günlerde olan Rasim’e bir Allah kulu halini sormadı. Bu olayı da aştı Rasim özveri ile. Damarındaki kanın gramını bilenler bile ne haldesin demedi.
Aynı yıl on beş tatilde Yusuf tatile gelmişti. O günlerde elma satılmış, işçiye seçtirilecekti. İşe ilk gün hep beraber gidildi ve ertesi gün işçi “lokum” istedi. Rasim’in prensibiydi. Kendi evinde yemediği bir gıdayı ne misafire nede başkasına yedirmezdi. Evine başbakan misafir olsa yine aynı davranırdı. Gidip çarşıdan yeteri kadar lokum ve bisküvi getirdi. Yusuf’u uyuyor görünce lokumu mutfağa koydu. Küçük oğlu annesine isteyince lokum ortaya kondu, Yusuf’a “kalkması” söylendi, kalkmadı. Daha sonra “neden kalkmadığını” soran babasına “sana ne” diye cevap verdi. Bu cevap çok ağırına giden Rasim söylenmeye başladı. Kavga büyüdü. Suzan her zamanki gibi küçük oğluyla beraber Yusuf’un safında yer aldılar. Kavga daha da büyüdü, Yusuf mutfağa gidip ekmek bıçağını eline alıp babasına saldırıya geçti. İyice gözü kızarmıştı. Babasını parçalamakta kararlıydı, Suzan azdırdığı oğlunun sınırı geçeceğini, kan dökeceğini görünce ara kapıyı kapatıp Yusuf’a engel oldu. Kan düşmemişti ama Rasim için, için yanıyordu. Gidip yatağına yattı ama sabaha kadar tekrar bir suikasta uğrama korkusuyla pek de uyuyamadı, yatakta döndü, durdu.
Rasim’in korktuğu başına gelmişti. Yüzde yüz suçlu olsa bile böyle bir davranışı hak etmemişti. Lokumu ailesiyle yemek istemenin neresi yanlıştı? Yanlış olan Suzan’ın iki hanımlı dalkavuk bir babanın kızı olmasıydı. Kocasına kızan evlatlarını kenara çekip ona koz olarak kullanmıştı. Bulan bulduğunu bulduğu yerde yiyip geçmiş, sona kalan dona kalmıştı. Yani yarım ekmek bulan ya oyuna, ya koyuna gitmişti. Rasim’le Suzan’ın bu konudaki kültürleri çok farklıydı. Aslında toplu yenen nimette bereket vardır.
Bu tür bir sıkıntı ancak halden anlayan bir dosta anlatılabilirdi ama öğle bir dostu Rasim’in henüz yoktu.
O gün bugündür hâlâ kimseye anlatabilmiş değil. Rasim’i herkes anlamadan dinlemeden horlayıp, aşağıladığından duyulsa zaten çekemeyenler bayram ederdi. Rasim dosta düşmana karşı işini eline alıncaya kadar Yusuf’u parasız koymamaya kararlıydı. Düşündüğü gibide yaptı, Yusuf’la tek kelime konuşmadı, Yusuf da ona geliş, gidişlerde hiçbir şey demedi. Evin kelek keseni anası gibi Suzan’dı.
YORUMLAR
Demek ki insanın çocukluğu,ailesi ya da yetiştirilme biçimi hayatta ne kadar çok durumu değiştirebiliyormuş. Biraz düşününce ne Yusuf'a kızabildim ne de Suzan hanıma kızabildim.
Suçu işleyeni aramak yerine işleteni bulmak daha mantıklı gibi.Sonuçta bu yazının suçlusu da Suzan'ın babası oluyor...
Güzel ve ders alınması gereken bir yazı olmuş,ellerinize sağlık...