- 802 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLMESİN DİYE
İç güveyiliğine girmiş, öksüz büyümüş üç kardeşten biri olan Recep’in bir oğlan üç kızından sonra doğan çocukları nedense hep yaşamıyordu. En son doğan oğluna da ölmesin diye Durmuş adını verdiler. Gerçek tende durdu, ama çok güzel olduğundan kem gözlü birinin nazarına uğradı. Devamlı ağlardı. Çığırtkan bir çocuktu. Ablaları ona bakacağız diye nerdeyse çocukluklarını yaşayamadılar.
Çok çığırdığı için iki kasığından da sakat olmuştu. O zamanlar fazla olmayan ve bu ameliyatı işinde uzman doktor bularak bir tarafını ameliyat ettirdiler. Annesi üstüne titriyordu. İnşaat işleri, vasıtasızlık, koyun ve inek sürüleri, işler birbirini sıkıştırıyor ve burunlarından geliyordu. Yetişkin pek çocuğu da yoktu. Hep ikişer üçer yaş araylaydı. Üç beş kuruş kazançlarıyla iki katlı ev yaptırmaya çalışıyorlardı.
Recep yalnızlık içindeydi. Kayınları ve babalığından da hasetlik, fesatlık yüzünden pek yardım bulamıyordu, gerçi onlarında yardıma ihtiyacı vardı.
Durmuş beş, altı yaşlarındayken koyun sürüleri o zamanın celebi tarafından satın alındı. Yerleşik hayata geçtikleri yeni yapılmış, o zamanların sarayı evlerinin önünden seyretti. İnce uzun boylu, dolunaya benzer petek gibi yüzlü güzel bir çocuktu. İlkokula gitmesine bir yıl kala erken yaşta ölen dayısının yetim kalan oğlu ile sünnet ettirildi. Koyun sürülerini alan celebin Durmuş’un hayatına yön vereceği günler yakındı.
İlkokul zamanı gelmişti. Kara şayak kumaşından dikilmiş siyah önlüğünü giydi. Yine aynı kumaştan okul çantasını sevinçle boynuna asarak mahallenin ilkokula giden erkek çocuklarının arkasına düştü. Cahiliyet yüzünden ve çalıştırılmaları için bu mahallede kızlar okula gönderilmezdi. Bir yıl önce gidilen ilkokulun yanına yaklaşılmıştı ama tüm çocuklar (Kiremitocağı mevkiinde) yolda karar aldı, diğer köyün ilkokuluna toplu halde gittiler. Durmuş ’un babası Recep’te onlara yetişmişti ve kararlarına saygı duydu, onlarla beraber kararlaştırılan köyün ilkokuluna gidip oğlunu kaydettirdi.
İlk defa annesi, babası ve evlerinden ayrılan gözü sulu Durmuş biraz ağladı. Sınıfa en son kayıt olan öğrenci olduğundan son numara Altmış dokuzu almıştı. Çok dikkatli ders dinlerdi. Öğretmenini ve öğretmende onu çok sevmişti. Defteri, silgisi ve öğrenci yakası yeni alınmıştı. Ayakkabılarına bile bakıp, bakıp seviniyordu.
Bu okula tam beş yıl soğuk, kar, fırtına ve sıcak demeden her türlü şartlarda gidip gelecekti. Ağabeyi ve mahallenin gençleri hatta daha kötü şartlarda gelip gitmişlerdi. İlk murat marka bir taksiye yağışlı bir günde okul yolunda arkadaşlarıyla bindi. Taksinin içi batmasın diye gazete seriliydi. Arabanın sahibi titiz bir in sandı. Çocukluk aklıyla Durmuş yadırgadı. “Arabam olsa herkesi bindiririm, batarsa batsın” diye içinden geçirdi.
Bazen Durmuş veya diğer çocuklar geçen arabaların arkasından koşar, zincirlerine yapışır, çamurluklarına binerlerdi. Hatta tehlikeli şekilde düşenlerde olurdu. Bazen çok kötü düşerlerdi, ellerinin içi yüzülürdü, yerde bir müddet baygın yatanlar, dahası yüzlerinin bile yaralandığı olurdu. Bir defasında yolcu köy otobüsünün arkasından birisi taş attı. Şoförde dikiz aynasından hangi öğrencinin attığını görmüştü. Otobüsü kenara çekip durdurdu, şaşkınlıktan kaçmayı akıl edemeyen öğrenciyi yakalayıp haklı olarak tokatlamıştı. Aynı yaramazlığı Durmuş’ ta üç-beş kez yaptı ve bedelini elindeki sıyrıklarla ödedi.
O köye uzaktan iki mahallenin çocukları ilkokula gidiyorlardı. Bu çocuklar öğleyin annelerinin çantalarına koymuş olduğu azığı okulun kenarında veya bir ağaç gölgesinde, yağışlı günlerde de sıralarının üstünde yerlerdi. Azıklarında biraz erzak kalırsa geri dönüşte acıktıkları için yol kenarındaki şimdi kesilmiş olan söğüt ağacının dibine oturarak orda yerler veya çomaç yaparak yiyerek yürürlerdi. Çok tatlı olurdu o kuru çökelikle yenen o çomaçlar. En lüks lokantalarda bile belki öğle zevkli yemek yenmezdi. Ben şahsen şu yaşıma geldim o çocukların o gün yediği kuru ekmekten aldığı doyum zevkini hâlâ tatmış değilim. Önemli olan maddi doyum değil, manen doymak, haz almak. Gülüş oynaş yola devam ederlerdi. Ekmeği olanlar olamayanlarla paylaşırdı.
Yağışlı günlerde ıslandıkları zaman su geçirmez gocukları ve şemsiyeleri olmadığından gelir gelmez öğretmen onları sobanın kenarına oturtur, kurunurlardı. Genelde birinci ders böyle kaynar giderdi. Karlı, fırtınalı nice günler geçirdiler. Bazı dereler taştığı zaman geçemezlerdi. Büyükleri gelip onları kucağında geçirirlerdi.
Bizim Durmuş’un sınıf içi sosyal faaliyetleri gayet iyiydi ama düğün ve eğlencelerde ortaya çıkıp kolunu kaldıracak cesareti yoktu, hiç oynamazdı. Bizim Durmuş ilkokul öğrenimi süresince çok acı ve tatlı hatıralar yaşadı. Ama yaşadığı acı hatıralar ona yetmemiş ki hayata sağlam basar bir durumu yoktu. Beş yıl içinde üç öğretmen değiştirdi. İkisini sevmişti ama birinden de oldukça nefret ederdi. Aşağılık kompleksli bir öğretmendi o.
Sevdiği öğretmeninden bir gün dersin birinden dört aldı ve arkadaşları da hep beş almışlardı. Durmuş’a çok ağır geldi, bir türlü hazmedemedi. Ertesi gün derse çok iyi hazırlandı ve “Güz geldi sallandı dallar, sararıp döküldü yapraklar” diye başladı okumaya ödevlerini. Bu sözlere çok gülen öğretmen iki tane beş vererek Durmuş’un gönlünü aldı, bütün sınıf arkadaşlarına da alkışlattı, biraz aferin düşkünü olan Durmuş’u motive etti.
Durmuş’un beğendiği öğretmen tavşan etini çok severdi. Durmuş’un avcı olan abisinin avladığı tavşanlardan bazen yüklenir götürür, öğretmene teslim ederdi. Genelde öğretmen azda olsa parasını verirdi. Durmuş bu öğretmeninden çok bilgi öğrendi, onun teşvikiyle liseye gidebilirdi.
Durmuş’un çalışkanlığı bütün köy halkının diline düşmüştü. Yine nazara uğramış olmalı ki sol gözü üstünde çıkan bir yara doktor tedavisi ile bir türlü iyi olmamıştı. Babası üç beş kez doktora götürmüştü
Sevmediği öğretmen sınıftaki tembel öğrencileri çalışkan öğrencilere tokatlatırdı. Basit düşünceli öğret- men çok zevk alır, katıla katıla gülerdi. Durmuş ve diğer çalışkan öğrenciler arkadaşlarını dövmekten zevk almazlar, üzülürlerdi ama öğretmenden korkularına yinede yaparlardı.
O zamanlarda birkaç kişide olan elmayı yiyebilmek için bir bahçeye hepsi birden daldılar. Çocuklardan birisi selvi dalı kesiyordu. O anda odun getiren bahçe bakıcısı onu tokatladı, tokadı yiyen çocuk diğerlerinin içerde olduğunu söyledi. Diğer çocuklara yönelen bahçe bakıcısı eline bir sopa kavradı. Tam o sırada bahçede bırakılmış döküntü elma çürükleri içinde bir fare çıkmıştı. Çocuklar onu yakalayacağız derken sopalı bakıcı saldırıya geçti. Çocuklar darmadağın oldular. Durmuş yalnız başına kaçtı, ona elindeki sopayı fırlatan bakıcı diğer çocukların arkasına koşarak gitti. Sopa Durmuş’un tepesinin az üstünden geçti. Heyecanla arkasına baktı, gelen olmayınca dönüp çantasını aldı ve sanki bahçeye hiç girmemiş gibi yola çıkıp yürüdü. İstese diğer arkadaşlarının çantalarını da kurtarabilirdi, ama bir an için çocukluk aklıyla düşünemedi. Korkmuş olmalı ki “ben girmedim” derim diye düşündü. Bakıcını attığı sopa az daha başına isabet etseydi Durmuş’u öldürebilirdi.
Aslında her insan yetiştirene çeker. Çocuklukta aldığı kültür çok önemlidir. O öğretmenin babası da adi vasıflı biriydi. Bir gün Durmuş’un mahallesinde kesilmiş bir ineğin etini almak için gelmişlerdi. Durmuş’u ve bir öğrenciyi diğer mahalleye kantar almak için gönderdiler ve kendileri çocuklara ineğin ciğerini size verelim diye teklif ettiler. Çocuklar her hangi bir şey istememişlerdi. Çünkü öğretmenlerinin babasını ve ahlâk seviyesini iyi bildikleri gibi ayıp olur diye de düşünüyorlardı. Kantar geldi, etler tartıldı, vaat edilen ciğer verilmeden akşam namazıyla bile mal sahibine etin parasını ödeyip gittiler.
Ama basit vasıflı kişi öğretmen oğluna olayı tam tersinden anlatmış olmalı ki; adi öğretmen çocukların ifadesini bile almadan ertesi gün üçer tokat attı. Sersemleten tokatların acısıyla çocuklar sanki gökteki bütün yıldızlar yere döküldü sandılar. Çocuklar adi öğretmenin anasına, avradına içlerinden sayısız küfür salladılar ama nafile. Kendilerine teklif edilen ciğeri alamadıklarına mı, suçsu yere yedikleri tokatlara mı üzüleceklerine şaşıp kaldılar. Hayatta eğer bir gün bu öğretmen ellerine geçerse hesabını sormaya karar aldılar. Tokatların acısı birkaç saat sonra unutuldu ama bu iki çocuk ne zaman bir araya gelse bu acı anıyı tazelediler.
Hem üç km yolu boşuna gidip gelmek hem de dayak yemek çocukları çok üzdü. Böyle tokatları ders için veya hatalarından dolayı yeseler hiç kızmayacaklardı ama bu haksız tokatlar çocuklarda kökleri derinlerde kalacak kin ve nefret tohumları ekti. O öğretmeni nerde görseler nefretle baktılar.
Bizim Durmuş on dört yaşında ilkokulu bitirme imtihanlarında da başarılı olarak bitirdi. Katıldığı Devlet Parasız Yatılı İmtihanından çok ümitliydi.
Ama çok saf ve temiz kalbiyle yaşamaya devam ederse onu acımasızların, tek dişi kalmış canavarların dolu olduğu dünyada onu çok engeller bekliyordu. Çünkü yaşayacağı döneme uygun yetiştirilmiş bir çocuk değildi.
– 20/09/2007