- 680 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Odadaki Yalnızlık
31.01
2010
Odadaki Yalnızlık
Oktay CoşarBu öykü, 23.07.2010 tarihinde günün yazısı seçilmiştir.
Bugün yalnızım... Aslında çoğu zaman yalnızımdır, eski günlerdeki gibi muhabbet edenim pek yok.. Önceleri çok üzülüyordum, hatta ağlıyordum bir başıma... Ama alıştım artık bu duruma... Yine de çok neşeli olduğum söylenemez. Yazgı deyip geçiyorum. Çoğumuz öyle yapmıyor muyuz? İşte ben de öyle avutuyorum kendimi :’ Aman canım senin yazgın da böyleymiş işte...’
Anlayacağınız bu odada tek başınayım uzunca bir süredir. Ne yalan söyleyeyim alıştım da bu odaya. Renginin mavi olmasından mı nedir, odanın huzuru örtüyor yalnızlığımı çoğu zaman... Ha bir de pencereden süzülen sabah güneşinin ışığının yansıması dolmuyor mu odaya, pek mutlu oluyorum.
Onun dışında ufak tefek rahatsızlıklarım da yok değil. Sağ ayağım hafif aksıyor. Hey gidi eski ben... Dimdik dururdum ayakta tüm heybetimle. Belki üç koca insanı taşırdım sırtımda. Ama gençlik zamanlarımda tabi. Şimdi öyle yalnızım ki kimse ilgilenmiyor benimle. Biri çıkıp da ’nesi var bunun?’ demiyor. Dedim ya alıştım artık; kanıksadım bu yaşamı. Şimdilerde ha bire geçmişi, o kalabalık zamanlarımı, bu odada kim bilir kaç insanla dertleştiğimi, kaç hüznün manzarasını seyrettiğimi, kaç kez gülüşmelere tanık olduğumu düşünüp düşünüp oyalanıyorum...
Başka da ne yapabilirim ki, geçmişi anıp, mevsimleri saymaktan başka? Bana değer verenler, benimle ilgilenenler bir bir yittiler ölümlü dünyadan. Şimdiler umursamaz oldular iyice beni. Bakın şu fotoğrafı görüyor musunuz? Şu ak saçlı, koca burunlu, geniş çeneli olanı! İşte o Celal Bey... Bu eve ilk o getirdi beni. Nasıl da heyecanlanmıştım, çarpıyordu kalbim hızla... Şanslıydım ki evin en güzel odasına, yani bu odaya koydular beni. Çünkü güneş ilk bu odaya doğuyor. Size bir sır vereyim mi? Güneşin doğduğunu ilk bu odada gördüm ben... Öyle şaşırmıştım ki... Hele de her yerimin parıldadığını gördüğüm andaki şaşkınlığımı seyretmeliydiniz. Aslında, diyebilirim ki yaşamı bu odada tanıdım ben. İlk karı, sonbaharda sararmış yaprakların nasıl da döküldüğünü, ilk baharda ağaçların nasıl çiçeklendiğine hep bu odada şahit oldum.
Evvel zamanlar geceleri ürkerdim. Karanlığa alışkın olmadığımdan olsa gerek. Ama sonraları geceyle de dost oldum. Celal bey bu odayı pek severdi. Gecenin bir yarısı kapı hafifçe aralandı mı bilin ki gelen Celal Bey’dir. Sigarasını yakar, ya bir kitap okur, ya yazısını yazar, bir süre sonra da çıkardı... Eğer sıkıntılıysa pencereyi açar, uzun uzun yıldızları seyreder, arada kendi kendine mırıldanırdı... Çok severdim, pek azdır onun gibi tertemiz bir kalbe sahip olan...
Bir kızı , bir de oğlu vardı. Şimdi evlenip yurt dışına çıktılar ikisi de. Onlarla da çok anılarım olmuştur. Özellikle kızı, bu odadaki çalışma masasına oturur, saatlerce şiirler yazardı hiç kımıldamadan. Yazdığı şiirlerin bazılarını sesli okur, ben de böylece dinlemiş olurdum... Bir keresinde kendisine gelen bir mektubu yanımda okumuş uzunca ağlamıştı; öyle üzülmüştüm ki onun o haline... Epeydir kendisinden haber alamıyorum, belki ünlü bir şairdir şu an, kim bilir?...
Hey gidi geçmiş... İlk doğduğum anı anımsıyorum da... Yerin iki kat altında, daracık bir marangozhanede açtım gözlerimi. Nasıl da uğraşıyordu beni tamamlayabilmek için marangoz. Öyle dikkatli, özene bezene şekil veriyordu ki bana. Ayaklarımı yerleştirene kadar ne olduğumu anlamamıştım. Sırtımdaki işlemeler çok hoşuma gitmişti ama. Sonra ayaklarımı da yerleştirdi usta. Yalnız benzerlerimden biraz farklıydı ayaklarım, diğerleri gibi dik değil, yayvandı ve dört değil çiftti; sürekli sallanıyordum. Bir güzel boyadı, vernikledi tüm vücudumu. Lakin hala ne olduğumu çözemiyordum. Tam o anda kapıdan Celal Bey girdi : ’ Sipariş ettiğim sandalye hazır oldu mu usta?’ dedi. Marangoz bana bakarak : ’Evet oldu, hazır.’ dedi. İşte o an anladım aslında bir sandalye, hatta sallanan sandalye olduğumu...
Ve sonra o evde başlayan uzun ama çok uzun bir serüven. Herkes çok severdi beni. Üstümde usulca sallanıp, benim şimdilerde hep yaptığım gibi geçmişe yolculuk ederlerdi sürekli... Adeta beni de alırlardı yanlarına, geçmişe yaptığı yolculuklarda. Çok, ama çok güzel günlerdi... Şimdiyse bir plak bile çalan kimse kalmadı artık bu ıssız odada...
En çok da üstüme örttükleri o beyaz çarşaftan nefret ediyorum. Ölü müyüm ben Allah aşkına? Neymiş tozlanmayayım diyeymiş. Kimse bilmiyor ki nefes bile alamıyorum o bez parçası üstümdeyken. Neyse ki eve On Beş günde bir gelen temizlikçi kadın derdimi anlamış olacak ki kaldırdı üstümden o bez parçasını; örtmüyor artık üzerime. Bundan sonra ise yazgım ne olur bilemiyorum. Tek bildiğim bu evin satıldığı ve benim bu odada böylece kala kaldığım. Ama yine de umudumu yitirmiyorum. Belli mi olur, belki de kalabalık bir aile taşınır da, yine eski, cıvıl cıvıl günlerime dönerim tekrar.
Ama başta da söyledim ya alıştım artık... Kendi kendime sallanıyorum artık bu yaşam salıncağında... Ya bir de; geçmiş, güneşin ışığı, mevsimler gibi sadık dostlarım da olmasa ne yapardım ben düşünebiliyor musunuz? Neyse ki size hikayemi biraz olsun anlatabildim de ferahladı içim. Bu keyifle, uzunca bir süre, daha coşkulu sallanırım artık. Ama sizden ricam, eğer akrabalarımdan sizde de varsa ne olur onlara iyi bakın, yalnız bırakmayın onları... Bakın, benim yalnızlıktan çatladı bile bir çok yerim. Tek endişem, bir gün hiç sallanamayacak duruma gelmem. O yüzden sevdiklerinizi yalnız bırakmayın hiçbir zaman. Neyse.. Çok konuştum farkındayım... Dinlediğiniz için size minnettarım inanın... Ha bu arada... Odanın kapısını örtmeden, pikaba şu eski plaklardan birini koyarsanız sevinirim...
Oktay Coşar