- 842 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAYAT ATEŞ ÜSTÜNDE YOL ALMAKTIR-Birinci Bölüm-
Emine PİŞİREN/25.06.2011
Erzurumlu yaşlı bir bilge uzun yolculuğundan sonra memleketine varır, köyleri dışına hiç çıkmamış köylüler sormuşlar:”Yediğin içtiğin senin olsun; neler gördün, neler duydun, neler öğrendin; hele sen, bize bir deyiver.”
Yaşlı bilge; kırlaşmış top şeklinde kesilmiş sakalını sıvazlamış; bir süre kendisini dinlemek için toplanmış kalabalığı gözleriyle süzmüş. Anlatacağı birçok öyküsü, koca bir yaşama sığamayacak “dolu dolu” anıları vardı;bütün bunları kısa bir sürede nasıl anlatsın ki?
Hoşgörüyle gülümsemiş; beden diliyle kendini betimlemiş:
“Ah, ah dostlarım! Neler görmedi, neler duymadı ki bu gözler, bu kulaklar! Neler öğrenmedi ki bu beyin, bu akıl! Her biri koca bir yaşamı alır içine. Ama ben size kısaca anlatayım hayat yolculuğumu;
-“Dostları ayrık gördü, düşmanı birlik gördü bu gözler: Ama en berbatına tanık oldum, aklım da şaştı kaldı.” Dediğinde bir süre dalar ve susar.
Çevresindeki merakla bekleşen sabırsız kalabalık, onun bu sessizliğine tahammülsüzdür:
-“Haydi, söyle be ihtiyar! Neye tanık oldun?” diye…
Sanki bu soruyu bekliyordu, hemen yanıtlar:
-“Ağacın baltasının, dibinde yatık olduğuna tanık oldum.”
Çocukluğumuzda dedelerimizden sürekli masallar, hikâyeler, anılarını dinlerdik. Genellikle her biri kıssadan hikâyelerdi. Merak duygularımıza sabırsızlıklarımız eşlik ederdi. Ne TV. İzlerdik, ne de radyo vardı evlerimizde. Uyku öncesi gaz lambasının alevinde gölgelenirdik, akşamları. Tek duygu-bilgi çerezimiz, ninnilerimiz mesellerdi, masallarla avunurduk. Mutluyduk. Ne gelecekle endişemiz, ne de yarınların telaşlı ayak sesleriyle ürkmezdik, sabahlara kavuştuğumuzda.
Dün uzun süre geri dönüşlerle çocukluğuma yol almıştım. Zaman zaman kendimize yolculuk yaparız ya! Hani yüreğimizin kervanından eksildiğimiz zamanlarımız olur ya! Hani, dost bildiklerimizin, bu yolculuklarımızda bizleri sebepsiz terk edişleriyle yalnızlıklara çekilirsiniz ya! Öyle ki, bunun nedenini bir tek siz bilirsiniz,dudağınızdan çıkacak iki hece olur ya vedanız!..Hani o yolculuklarınızda kendinizi alır da tutsak edersiniz ya! İşte öylesi bir kendime “geri dönüş bileti” kestiğim bir zaman dilimindeydim. Ah bir bilseniz bu duygu limanıma kimler demir attı, kimler!
Halil Cibran fısıldadı:
-“Sana bir gezginin kısa hikâyesini anlatayım mı?”
-“Anlat lütfen” dedim.
-“Bir zamanlar bende yolculuğa çıkmıştım. Tıpkı şu anda senin yaptığın gibi. Bu yolculuğumda bir yol adamı tanımıştım. O da biraz deliydi ve şöyle konuştu benimle:
‘Ben bir gezginim. Zaman zaman bana öyle gelir ki yeryüzünde pigmeler arasında dolaşmaktayım. Ve başım onlara göre yerden yetmiş kez daha yüksek olduğundan daha yüce, daha özgür düşüncelere ulaşabilir.’
‘Ama gerçekte insanların arasında değil, üzerlerinde yürümekteyimdir ve bana dair görebildikleri, yalnızca tarlalarında bıraktığım ayak izlerimdir.’
‘Ve ayak izlerimin şeklini ve boyunu tartıştıklarını duydum, sıkça. Bazıları der ki,”Bunlar uzak geçmişte yeryüzünde dolaşmış bir mamut-un ayak izleri.”
“Ve diğerleri der,”Hayır, bunlar uzak yıldızlardan düşen göktaşlarının yerleri.”
‘Aman sen, dostum, sen bunların yalnızca bir gezginin ayak izleri olduğunu gayet iyi bilmektesin.’
Öyle huzur bulmuştum k, Halil Cibran’ın bu anlattığı yol hikâyesiyle. Yanımdan uzaklaştığında yine kendimle kalmıştım. Yavaş adımlarıma eşlik eden akreple yelkovanın “tik-tak”sesleri gibiydi yüreğimin ritimli atışları. Hepimizin yaşam yolculuğunda yürürken bir tökezlenme anı olur. Öyle ki, sadece tökezlenmez, düşüverir, boylu boyunca uzanır taşlı-tozlu-topraklı, hatta dikenlerin tam ortasına. Canı yandığını anlamaz o düşüş anında. Tazedir tezdir zaman. Yavaşça kalkar. İşte o anda acı sarar, yangın başlar, sanki ateşin içinde yürür, toparlanana kadar. Etrafına bakar önce. Kimse var mı diye? Yoktur, kendi başınadır. Üzerindeki tozu toprağı silkeler, belki kendisini düşüren küçük taşı eline alır, fırlatır başka bir yana, kimse düşmesin diye. Ve devam eder yola. Acı hafiflemiştir bu zamanda. Yeni hayatlar yeni umutlar eşlik edecektir az sonra. Kendi gölgesinden çıkar hayat. Ben bunları düşünürken Şiir yaklaştı yanıma ve
– “Sana bir şiir okumak istiyorum, dinler misin beni?” diye sorduğunda, heyecan yüreğimi alazlamıştı sanki
– “Nasıl dinlemem seni, az önce bir dostla yürümüştüm, huzuru bıraktı gönlüme, gidişiyle ıssızlaşmıştım, gelişinle yüreğimin ıssızlığı senle coştu, haydi oku şiirini”
Şair Ezgi Atik’in “Kâğıttan Yol Yaptım Kendimi” adlı şiirini okumaya başladı Şiir:
“Kalbimizi arar hep yolculuklar, bencildir
Nereye gitsek yol bir adım eksiktir.”
Ve şair dizelerinde yolculuğunu bakın nasıl anlatır?
“…Bir martı yalnızlığı bu benimki
Kâğıttan yaptığım bir uçak.
Soğuk denizlere yüreğimden havalanan
Sürekli düşen, ama hiç düşmeyen
Bir uçak beni sana ulaştıracak.
Mesafeler değil ki, yolların anlamı
Ya da tek şeritli tekdüzelikleri
Değildir onları çekilmez yapan
Öylesine bomboştur ki yollar
En işlek caddeler bile
Boştur hasret bitmiyorsa sonunda
Ve başımıza gelecekleri
Yol boyunca bilemeyiz asla!”
***
Şiir’e “teşekkür ederim” diye fısıldadığımda o çoktan uzaklaşmıştı. Özgürlüğü bırakmıştı avuçlarıyla ruhuma. Bir süre ruhumla yüreğim arasında dalga dalga gidip geldim. Adımlarımı bu kez düşmemek için daha temkinli atıyordum. Şiirle yıkanmıştı adeta ruhum. Ezgi Atik’in şiirinin son kıtasını yineledim yüksek sesle: Ne demişti şair?
“…Güven olmaz yollara, hele dönüşte
Daha bir kalabalık, daha bir yalnız
Kış günleri intihar saatleri
Kâğıt üstünde en güzel zaman
Ama yine de acele etmeyin
Baharı bekleyin, beyaz ölümler için!”
Başımı kuzeye yol alan bulutlara ve ardındaki açılan mavi gökyüzüne çevirdim, alnıma bir damla düştü; tam da o anda. Sanki maviliği sıyıran o yağmur bulutu, Haziran sıcaklığıma gülümsemişti… Şairin gidişiyle yeniden duygu limanımda kendimle baş başa kalmıştım. Yol alırken yavaş yavaş, düşüncelerimde peşi sıra eşlik ediyordu suallerime. Şairin yüreğinin enginliğini, zarifliğini, şeffaflığını, gizemini, hatta hatta “Şairin dinini”, bile düşünmeye başlamıştım.
-“Şairin dini, arzı kuşatan hava gibi seyyaldir; ışık ve gölgelerin saklambaç oynadıkları, rüzgârın genç bir çoban gibi bulut sürülerinin arasında kaval çaldığı bir sahaya benzer.”
Duygu limanıma yaklaşan gemiden böylesi seslenmişti; Rabindranath Tagore… Ve durmadı, devam etti sözlerine:
-“Şairin dini bizi belirli bir neticeye ulaştırmak iddiasında değildir; bununla beraber bize sonsuz ışık kaleleri gösterir; zira etrafında duvarlarla çevrili hudutlar yoktur.”
R.Tagore’yi görünce el çırpmıştım. Sevinçle seslendim ona:
-“Gelsenize, size ihtiyacım var, bu yolculuğumda bana eşlik eder misiniz, ya da beni de alın duygu ve akıl geminize?” dediğimde,
-“Kadın! Senin gülüşünde hayat çeşmesinin musikisi var.”
Şair yüreği işte böyle bir şey olsa gerek. Ne dini olur ne de rengi. R.Tagore,” Sen gelme benim yolum evrene” dediğinde aklıma Akdenizli bir dost şair, “Babacık” dediğim Ökkeş Öztürk Şairim düşüvermişti:
“Bütün şairler ela gözlü yeşil dilberlere âşık olurlar, her birinin fidan gibidir boyları, Oysa benim sevdiğimin bir gözü yok ve bir ayağı da topaldı, Ben bir kör kızını, bir topalı sevdim.”
Haklı mıydı şair? Belki de şairler, gönül gözüyle baktıkları için görmek istediklerini görüyorlardı. Ökkeş Baba’da nerede bir gariban, nerede bir çoban kızı varsa, ona değiyordu gönül gözü…
Duygu limanıma demir atan R.Tagore, sanki okumuş gibiydi düşüncelerimi:
-“Şairin dini fenalığın eserlerini teşhis eder.’İnsanların karşılıklı inlemeler içinde yaşadıkları dünyanın yorgunluklar ve telaşlı hareketler hüması içinde çalkalandığını’ açıkça kabul eder. Fakat her şeye rağmen, içinde bülbüllerin öttüğünü, kraliçe AY-IN tahtında oturmakta olduğunu da bize hatırlatır.
Ve şunların varlığını da hatırlatır:
“…Beyaz çiçekli muşmula ağacı ve yabani kır eglantini
Yapraklar gömülü hercai menekşe;
Ve mayısın kalbinde ilk doğan yosunlu gül,
Yaz akşamlarında vızıldayan arıların yuva kurdukları,
Üstünden mest edici çiy damlaları taşan gül ağaçları.”
-“Bütün bunlar belirli meselelere bir cevap vasfını taşımaz; ancak benliğimizi kapladığı nispette fikir yorgunluğumuzu gideren bir müzik mahiyetindedir.
Tagore konuştukça ırmağın akan sesleri gibiydi kulaklarıma düşen sözcükleri.
Yorgun belleğim ve bedenim şu ateşten yaşam yollarını nasıl aşacak diye düşünürken, duygu limanıma “sela” sesleri hırçın dalgalar gibi çarpmaya başladı. Minareden yükselen “Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Mevla’m rahmet etsin” diye iç üşüten sese tek bir düşünce yoldaş olmuştu:
“İşte hakikat bu!” diye…
Ve gönül sandalım suyun üstünde yalpalarken o duygu yüklü limandan kısa süreli ayrıldım: Hayatın ateşli yollarına doğru yeniden yol aldım.
Emine PİŞİREN/Edremit-Akçay
25.06.2011
-Devam Edecek-
Dip Not: “Hayat Ateş Üzerinde Yol Almaktır” adlı derleme yazı dizim 10 bölümden oluşmuştur. Türk ve Dünya Edebiyatı şair ve yazarlarını tanıtmak amacıyla kendi yazım tarzım olan SÖYLEŞİ halinde, kendi yol izleğimde kaynak göstererek kaleme aldım.
Kaynak:
– Hilmi Kitabevi yayınları, Yazar: Rabindranath Tagore “Şairin Dini” adlı kitap, Sayfa:22 Çeviren: Hikmet Hikay/1949
-Simge Dergisi-Yolculuk-Kültür ve Edebiyat Seçkisi/Sayfa:49
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.