- 524 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Robınson Rüyası....
Düşüncelerimizi kaç ons için sattık?
Robınson adanın her iki yanına da bakıp, gelen kano var mı diye ümitleniveriyordu. Üzerinde dolaşan yengeçlere dahi aldırış etmiyordu. Sakalları uzamış ve medeniyet adına dile getirilen tüm imkânlardan yoksundu. Ama hayatın ilkeleri arasına sokulmak istenen teknoloji marifetlerinden yoksun kaldığı zamanlarda, daha fazla üretken olabiliyordu. İcat etmek değildi belki, ama düşünebiliyordu. Düşüncesini irdeleyebiliyor ve aynı kitabı defalarca okur gibi, kendi düşüncesi üzerinde daha iyi bir düşünce elde edebiliyordu.
Adanın her bir yanı, içi boşaltılmış ve yıllardan beri işlevselliği olmayan fabrikalar kadar ıssızdı. Bu fabrikalar önünde havari ormanları mevcuttu. Hemen hemen her türden bir ağaç vardı ve bu ağaçlar yıllardır aynı güneşe bakmaktan dolayı bıkmadan, kısır bir denge üzerinde, dehlizlerinde yalçın duvarların yeşil renkler ile bezendiği, laik uygarlığının en serbest yaşandığı akıl ve yürek muhasebelerinde, kavga etmekten çekinmeden, toprağı delmek için bütün kuvvetini verebilecek Cennet düşleriydi. Çünkü gerçeğin en merhametli yanında, tabiat denen varlığın en renkli ve canlı siması olan bu fotosentez yapabilen canlılar, Robınson için vazgeçilmez sırdaş ve dost olmuşlardı. Gerçeğin ne olduğunu bilmediğini anda başlayan bu yolculuk, onun dimağında gerçekleşen bir ıssız sergüzeştlikten başka bir şey değildi. Bu savaşın, bu kavgasının en önemli ve bu dengeyi en değerli kılan yanı ise sürekliliğiydi. Hapishaneden önce, fütursuzca yaşayan ve düşünmeyi dahi aklına getirmeyen Robınson, ülkesinde gerçekleşen nice devrimci politikalardan sonra kendisini apolitik olarak tanımlamaya karar vermiş ve saygının, sevginin, güvenin olmayacağı toplumda yaz mevsimde yenilecek papaz eriklerinin dahi tadı olamayacağının farkına varmıştı. Çünkü insan saygı duyduğu, sevdiği ve karşısındaki muhatabına güvendiği kadar işini itina ile yapıp, alavere ve dalaverelerden uzaklaşırdı.
Adanın dört bir yanında dört bir kuş vardı ve bu kuşların her gece toplanıp beraberce söyledikleri şarkılar Robınson’un artık canını sıkmaya başlamıştı. Hep aynı şarkıydı ve bu şarkıyı özlemesi için kendince seçebileceği bir zaman dilimi dahi yoktu. Bu yüzden bazı geceler kulaklarını tıkayıp, kendi zihin havuzunda yer alan kelime şehirlerine göçerdi. Tırnakları ile kazır gibiydi, kazıyıp da sonunda varabileceği bir dağ vardı. Belki bu dağ Hz. Musa’nın dağı, belki de Hz. Muhammed’in bir dağıydı. Öyle ki, halkından uzaklaşıp da günlerce dua eden bir peygamber sabrı içinde mevcuttu. Ama biliyordu ki, kendisi bir peygamber kadar temiz insan değildi ve olamazdı da. Sustu yine tüm akıl melaikeleri. Prometheus ile beraber oturup da, binlerce yıl sürebilecek bir işkenceye hazırlanır gibiydi. Onu kurtaracak Herkül’de yoktu. O’nun karaciğerini yiyecek kuşlarda yoktu ve en az Zeus kadar şehvet düşkünü ve de kinci bir Tanrı denen efsanesi de yoktu. Esasında kendi beslerdi kini ve bu kinle beraber hırçın ve hır çıkartan biri olarak anılabilirdi. Ama saçmalıyordu. Kafkas dağında değildi ve de bu anımsamalarını önemseyecek biri de yoktu. Robınson sıkılmıştı, sfumato bilmeceliğinde imgesel bir fırça darbesi gibi yıldızların arasında altyazısı olmayan kelimeleri raksettirebiliyordu. Öyle ki, Robınson alışır gibiydi vaziyetinden çıkmış, mesafelerin artık ölüme gittikçe yakınlaştığı ıssız mevsimlerin ardınca, mavi göklerden gri bulutları çiçeklere benzettiği kelimeler yurduna vardığı her gece vakti, artık bu yaşama isyan etmemek üzere kendine söz vermişti.
Ayaklarına, kumla dans edip de yengeçlerin sersemliğine ışık düşürten parmak uçlarına ilişen ılık dalgaların ardınca bir kadın düşünüyordu. İnsanların kendi şehirlerinden tanımadığı şehirlere yolculuk ettiği vakitlerde, üzerine ilişip de defalarca buhranlar içerisinde kendini yiyip bitirmesine sebep olacak söylemler ardınca ölümsüz bir söz bulup, uzaklaşmak istiyordu herkesten. Bu isteğine şimdi sahipti. Antik Yunan Hikâyeleri gibi yaşamak istediğinin farkına, daha birkaç ay önce karar vermişti. Ama bu karar verme işlemi kendisinin verdiği bir şeyde değildi. Sergisini gördüğü ve birkaç yorum yaptığı ressamın dizeleri geldi aklına. Ressam, tuvalinde balıkçının rengini bulamıyordu. Ve ardı sıra ıslak saçlara yapışan toz parçalarının göze girme ihtimallerinde, bamteline dokunacak bir söz söyleniyordu: ’ Kim bilir ne düşüncelerle bitirilmiş boş bir çay bardağı.’
Robınson, sevdiği güzel bir kızın, gerçekte denizkızı olduğunu sanıyordu. Şiirsel bir yeşillik gözlerindeydi kızın. Gözlerini kapatıp, onu her gördüğünde, Kartacalı bir filozof sabrında ’Saint’ tebrikleri ile kurduğu hayalinden şimdiki zamanına ulaşıyordu. Kuru üzümün en tatlı yanı da, böyle hayallere daldığında öpmekten utanıp da bir türlü öpemediği, ama elinde olmadan sevişmeye başladığı aynasının maziye bıraktığı bir şarkı gibi dişleri arasında kalmasıydı.
Kafesteki aslanların ruhunu taşır gibi, denize attığı her bir şişenin kitap olacağını biliyordu. Ara sıra canlı canlı yediği böceklerin yaşam sıvılarını mürekkep gibi kullanıyordu. Bu hayata alışmıştı. Uzandığı kumsalda, asırlardır koşan çocuk gibiydi. Yazmak istiyordu aslında o da ve o da kendince karalamak istiyordu bir şeyler. Ama susmanın faziletini öğrendiği için, bu ıssızlık içerisinde sadece düşünüyordu. Kocaman geniş yapraklar altında ağaç dallarından kendisine yaptığı kulübesinin içerisinde kütüphanesinin olmasını istiyordu. Belki imkânsız bir hayaldi, ama en azından çayını karıştırırken çay kaşığı sesini artık susturmasını isteyeceği bir arkadaşının olmasından daha gerçekleşebilir bir istekti bu. Kim bilir, belki bir gemi batar da ya da intihar etmek isteyen biri çıkarda, tüm kitaplarını denize bırakır ve sonra bu kitaplar Robınson’un adasına kadar varırdı. Her şey olabilirdi, ama yine de pek ümitlenmesine gerek yoktu.
Yeniden yengeçlerin kumların altından kendisine kur yaptığının farkına vardı. Bir tanesi hızlı bir hareket ile eline aldı ve iki kıskacından tutup, gülmeye başladı. Yengeç: ’Bırak beni ya!’ der gibi, ayaklarını boşluğa sallıyordu. Yengeç ile oynarken, zamanı mermere hapseden bir Michelangelo sabrında dudaklarının tebessüm edercesine ısındığının farkına vardı. Gözlerini iyicene görmek istediği yere doğru keskinleştirip, o noktaya yoğunlaşmaya başladı. Hasta bir hayvanın korkusunu paylaşır gibiydi. ’Yıldızlı bir gökyüzünü resimlemek için, kuşkusuz, siyah bir zeminin üzerine beyaz noktalar koymak yetmiyor’ diyerek, tekkesinde mücahit bir mistizm yolcusu olan Van Gogh kadar vakti yetmemiş bedi mahmurluğu ardınca, geceleri ölüm konuşan yalnızlar ve sessizlik içinde kalbin sesini duymak isteyen kadınlar gibi limanına varılmamış bir şehrin yedi katlı burcunun ürperten sesinde, Gandi’nin ’Sükût en güçlü iradedir.’ felsefesini en insan ve en berrak nefesinde, zihninin kendi çıkmazlarında savaşlarını verip de artık İsrafil’in sur sesini beklemeye koyulduğu gün kadar pembe oluşana tanık ve tanıdık kalacağı rüyasına dalmak üzere tekrardan istemese de, Robınson uyandı.
Teolojik bir sis gibiydi ve terminolojisi dâhilinde okyanusları barındıran bir zihin harmanında fikriyatını nadasa bıraktığı uçurumlardan geri dönüşünün şerefine, şiirden bir köprü kurmaya başladı; ’Bin bir gece masallarını yaşar gibi.’
Sarsılıp boşalmıştı o anda. Gözünü kaybeden münevver işçinin tozlu kütüphanesinde artık daha fazla bulunup da, kirli elleri ile rafları kirletmek istemiyordu. Kan akıtacağı bir kalem seçti kendine. Yorgundu. Kaçmak istediği ülkesinin aslında ne kadarda verimli ve güzel olduğunu anladı. Çünkü rahat değildi. Sevgilisine yazdığı son trajedisi gibi, artık sol yanındaki fakülte, rektörlüğe isyan etmekten sıkılmanın ardı sıra, hep aynı düşünceler ile kaldırımda yürümesine devam etti. Kendi düşüncesini açamadığı başka düşünürlerin olduğu bir şehirde yaşamaktan sıkılıyordu. Kısacık bir çatışma ile cevapsız soruların kordonlarında ihanet edebileceği dostluklarının kalmadığının farkına vardı. Yeni bir düşünceyi sarıp da, içmenin tam vaktiydi.
Otobüs geldi, deniz artık daha bir yakındı.