- 1417 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BENİM ÖĞRETMENLERİM (zekeriya çavuşoğlu)
Öğretmenlerin de geçmişte öğretmenleri vardı. Benim öğretmenlerim yaşamım boyunca yanımdan hiç ayrılmadılar. Sürekli bir şeyler anımsadım onlardan, sürekli bir şeyler öğrendim. Bugün emekliliğe yeni adım atmış bir öğretmen olarak yine öğretmenlerimi anayım, yine onlardan bir şeyler yazayım dedim.
İlkokula Gümüşhane ilinin Torul İlçesi, Çamlıca İlkokulu’ndan başladım. İlk öğretmenim gencecik, tatlı dilli, sevecen, sevimli bir öğretmendi; Mehmet Demirci... Cıvıl cıvıldık. Gülücüklerle dolu, düşçesine güzel bir sınıfta, düş çocukları kadar mutlu ve yaşam doluyduk. Severdik öğretmenimizi. Ders bitimlerinde verilen dinlenme aralarında bile yalnız bırakmazdık onu. Her birimizle ayrı ayrı ilgilenir, türlü şaklabanlıklarımıza, çekilmez gevezeliklerimize itirazsız tahammül eder, hiçbirimizi kırmazdı. Eli öpülesi öğretmenim. Bitimsiz saygılara, bitimsiz sevgilere değer öğretmenim. Ne güzeldi o günler... Bir ara rahatsızlanıp okula gelememişti Mehmet öğretmen. Belki birkaç gün, belki daha fazla, geçmiş zaman iyi anımsayamıyorum. Başka bir öğretmenin sınıfına aktarılmıştık geçici olarak. Birden sınıfımızın havası değişmişti. Körpe yüreklerimizde o güne dek tatmadığımız, bir korkunun rüzgarları esmeye başlamıştı. Hepimiz sıralarımıza sinmiş, gülmekten, konuşmaktan uzak korkulu robotlara dönmüştük. Daha ilk günlerde, isteğimiz dışında bize dağıtılan öykü kitaplarının parasını getirmediğimiz için insafsız bir sıra dayağından geçmiştik. Halâ avuçlarımdaki o dayanılmaz sızıyı yüreğimin derinliklerinde duyumsamaktan kendimi alamam. O öğretmenin adı lazım değil, tüm öğretmenlik yaşamımda o öğretmene benzememek için çalıştım. Ne kadar öfkelensem, yüreğim ne kadar sınırları zorlasa, ne kadar kendimden geçsem hep o öğretmeni anımsayarak durulur, sakinleşirim. Bu güne dek hiçbir öğrencime tek bir fiske bile vurmadım. Yine de o öğretmene borçluyum galiba.
Yine aynı yıl. Yani ben ilkokul birinci sınıfta okuma yazma öğrenme uğraşı içindeyim. Bir ara, okulda anlam veremediğim bir telaş, bir koşuşturmaca ki sormayın. Öğrenciler müdürün odasına çağrılıyor, saatler süren sorgulamalar, beş parmak imzalı kıpkırmızı yanaklar, gözlerden süzülen yağmur gibi yaşlar... Daha sorunun ne olduğunu anlamadan bu kez sınıfça müdür odasına alınıp sorgudan geçirildik. Müdürün ve öğretmenlerin tüm hafiyelik numaraları boşuna... Kimsede çıt yok. Ama ortada bir suç var. Suçun suçlusu da olmalı. Suç varsa ceza da var. Suçlu mutlaka cezasını çekecek. Çekecek de suçluyu nereden bulacağız? Okul müdürümüz akıllı adam. Varsın suçlu ortada olmasın. Suç var ya!.. Hem demokraside çare mi tükenir? Tüm okul, okul müdürünün kızılcık sopasının gözetiminde okkalı bir sıra dayağından geçtik. Acılar insanları olgunlaştırırmış. Sanırım bendeki ilk olgunluk belirtileri o günlerde başlamıştı.
Neyse bizler kızılcık sopasının samimi dokunuşlarıyla inleyip gözyaşları dökerken, müdürümüz günün mana ve ehemmiyetini bildiren o çok merak ettiğimiz nedenleri de bir çırpıda açıklayıverdi. Meğer okul tuvaletine halamın kızı hakkında çirkin yazılar yazılmış. Hepsi bir yana babası da o dönemin etkin ve okkalı siyasetçilerinden biri. O günkü telaşın nedenlerini öğrenmem için epey zaman geçmesi gerekti. Halamın kızı benden birkaç yaş büyüktü. Onlarla hep bir arada kardeş gibi büyümüştük. Okula ilk başladığımda da onlara teslim edilmiş, yine onların gözetiminde derslere girer çıkar olmuştum. Tek anlamadığım şey halamın kızı için yazılan çirkin yazılardan dolayı o sıra dayağından neden benim de fazlasıyla yararlandığımdı (!)
İlkokul beşinci sınıftan sonra artık Trabzonlu olmuştuk. Memur çocuğu olduğumdan doğduğum yer değil doyduğum yer memleketimdi. Vakfıkebir’deki ilkokul öğretmenim Naci (Bayraktar) Öğretmendi. Ondan ciddiyeti, disiplini ve aşırıya kaçmadan yürekten sevmeyi öğrendim. O dönemler Texas, Tom Miks gibi çizgi romanlar çok gözdeydi. Ben hayali geniş, ufku sınırsız bir öğrenci olarak tüm zamanımı, tüm enerjimi bu ilginç yapıtlarla geçirmekteyim. Naci öğretmen bendeki bu değişikliğin derslere yansıdığını fark edince gözünü üzerimden ayırmadı. Sıkı bir takiple de beni suç üstü yaptı. Fen dersi kitabının içine gizleyerek okumaya çalıştığım Tom Miks adlı çizgi roman Naci öğretmenin dikkatli bakışlarından kaçmadı. Yakalanmıştım. Hem de öğretmenim ders anlatmaya çalıştığı bir saatte. Ders çıkışı teke tek konuştuk. Tatlı sert bir konuşma yaşamımı yeniden biçimlendirmemi sağladı. Ve ben ,tüm enerjimi ders kitaplarıma vermek zorunda olduğumdan sınıfın en iyilerinden biri olup çıkmıştım.
Ortaokul ve liseyi de Vakfıkebir’de okudum. (Lise son sınıf hariç. Lise son sınıfı Trabzon Lisesi’nde okumuştum.) Ortaokul birinci sınıfta çok sevdiğimiz bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Hepimiz hayrandık ona. Ders anlatımı, şiirleri yorumlayışı, ilginç bulduğu metinleri bize aktarışı bambaşkaydı. Hiç bunalmazdık dersinde. Hatta hep onun dersi olsa. okula hep onu dinlemek için gelsek isterdik. Şiir okumanın da. bir şeyler yazmaya çalışmanın da tadına onun derslerinde vardım. Onun gibi olmak en büyük hayalimdi. Zihni öğretmen (SARAÇ) aynı zamanda hemşerimizdi. Aynı mahallede oturur, ailece görüşürdük. Bu yüzden ben onun için diğer öğrencilere göre daha tanıdık, daha bir özeldim.
Zihni öğretmen sınıf öğretmenimizdi de. İlk dersimiz sınıf düzenlemesiyle geçti. O zamanlar öğrenci çok, sıra sayısı azdı. Her sırada üç öğrenci oturur. boy sırasına göre oturma düzeni sağlanırdı. Ben tüm öğrenciliğim boyunca sınıfın en küçüğü olduğumdan yerim hep kızlardan sonraki sıra olurdu. Ama bu kez öyle olmadı. Herkes sıralarına oturunca ben dördüncü kişi olarak açıkta kaldım. (Zannederim Zihni öğretmen özellikle beni açıkta bıraktı) En ön sırada ise bir kız arkadaşımız koskoca bir sırayı işgal ediyordu. Çok hoş, çok güzel, çok tatlı bir kızdı. Tüm sınıfın beğenisi üzerindeydi. Bense uzaktan uzağa onu izlemekten, ona yakın olmaktan ve de için için onu kıskanmaktan kendimi alamıyordum. Kişiliğim gereği tüm bu olan biten yüreğimin derinliklerinde olup bitiyordu. Böyle olması da gerekiyordu zaten. Onunla konuşmak isterken ne zaman bir fırsat yakalasam dilim tutulup, boğazım kuruyor, saçma sapan sözler söyleyerek bir çuval inciri berbat ediyordum.
Zihni Öğretmen hemşerim ya hem biraz muzırlık, hem de kıyak olsun diye beni o kız arkadaşımızın sırasına oturttu. Ne güzel değil mi? İşte hep beraber olacaktık. Belki de en yakın arkadaşı ben olurdum. Belki de.... Nerden bu düşünce gelip beynime saplandı bilmem, "olmaz" dedim, "orda oturmam" dedim, kestirip attım. Bir kızla aynı sırada oturmak ters geldi bana. Belki de korktum. Kim bilir belki de o an, o sırada oturursam, içimdeki duygular yüreğimden firar edip tüm sınıfı uyandıracak gibi geldi bana. Hemen içime kapandım. Zihni Öğretmen işin ucunu bırakacak gibi değil, otoriter bir sesle hemen o sıraya oturmamı emretti. Şakası yoktu, itiraz hakkım da... Her şey bir yana ona karşı gelemezdim. Yapamazdım bunu. Çaresiz oturdum. Yüreğim tanımsız duygularla allak bullaktı. Dağıldım, un ufak oldum. Delikanlılık uğruna yaptığım itirazların sonu, yağmurlarca dökülen gözyaşlarıyla sonlandı. Erkekler ağlamazdı ; ama işte ben elimde olmadan hem de hüngür hüngür ağlıyordum. Öğretmenim çaresiz oradan beni alarak erkek arkadaşlarımın yanına oturttu. Sırada dört kişiydik. Benden sonra hiçbir öğrenci arkadaşım kız arkadaşımın yanına oturamadı.
Yine Zihni Öğretmenin dersindeyiz. Her dersi ayrı bir ilginçlikle dolu. On Kasım haftasındayız. Konu; "Atatürk ve Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluşu, devrimler vs." Konuyu sınıfta iyice bir tartıştık. Ödev, tartışma konusu ile ilgili bir kompozisyon yazmak. Yazılanlar daha sonra sınıfımızda sözlü olarak aktarılacak. Ama işin ilginç yanı mikrofon kullanılarak yapılacak bu aktarma işi. O gün için mikrofon gizemli bir alet. Onu kullanmak, onunla birilerine hitap etmek yürek işi. Bende ise öğretmenin bir bakışıyla darmadağınık olan düşünceler, heyecandan kafesine sığmayan bir yürek ve utangaç mı utangaç bir çocuk hali. Ben kim, mikrofondan söylev vermek kim?
Öğretmenimin önerileri doğrultusunda kompozisyonumu hazırladım. Kaynaklarla araştırma ve incelemelerle desteklenmiş çok güzel bir yazıydı bu... Öğretmenimiz gülümseyen bir yüzle sınıfa girdi. Ardından da büyük sınıflardan bir öğrencinin yüklenip getirdiği o korkunç, o ürkütücü alet... Sınıf dilini yutmuş, sınıf alabildiğine sessiz, sınıf yok olup gitmiş sanki. Bakalım piyango kime vuracak.
Kendimi mikrofon başında düşünemiyorum bile. Aklım karışıyor, düşüncelerim tuzla buz oluyor. Ne yapsam kendime hakim olamıyorum. Olduğum yerde büzüşmüş, küçülerek un ufak olmuş, bitip tükenmiştim sanki. Karanlıklar içinden ateş gibi yakıcı, yüreğimi tepeden tırnağa ürperten bir ses kulaklarımda yankılandı. "Zekeriya ilk konuşma senin, geç bakalım mikrofona..." Dünyam daha da karardı, allak bullak oldum. Kulaklarım uğuldamaya başladı, nerdeyse bayılıp düşeceği. Dilim damağım kurudu ne söyleyeceğimi şaşırdım. Cansız, kuru bir sesle: "Ben ödevimi yapmadım..." diyebildim. İnanmadı tabi. Gülümsedi, "Hadi hadi, sen ödev yapmadan gelmezsin, hele getir şu çantanı bana da bir kontrol edeyim." Gerisini düşünemedim. Düşünceleri silinmiş, hareketleri sınırlı, cansız, garip bir robot gibi ayaklarımı sürüyerek öğretmenimin yanıma gittim, çantamı uzattım. Kitaplarım ve defterlerim tek tek elden geçti. Aranan fail kısa zamanda bulundu. Artık ne heyecanlandım, ne düşünce yürüttüm, ne de yıkıldım. İp kopmuştu zaten. Kapkaranlık, derin, ıssız bir kuyunun dibinde kaybolup gitmiştim. Zihni Öğretmen yazımı merakla, istekle ve dikkatlice okudu. Okudukça yüzü gülüyor, arada bir başını sallayarak hayretini belirten hareketler yapıyordu. "Çok güzel" dedi. "Tamamen kendin uğraş vererek yazdın değil mi?" "Evet" dedim. Öğretmenim yazımı sınıfa da okudu. Hem öğretmenim, hem de arkadaşlarım yetenekli bir kişiyi su yüzüne çıkarmanın mutluluğu içindeydiler.
İlk kez benim de özgün bir şeyler yazabileceğim duygusuna o gün kapıldım. Zihni Öğretmen benim için güzel bir örnek olmuştu. Yaşamım boyunca hep onun gibi güzel konuşan, güzel yazan ve çok güzel okuyabilen bir insan olmaya gayret ettim. Düşlerimde hep Zihni Öğretmen’dim. Bu öylesine bir tutkuydu ki, üniversite sınavlarında o günün en gözde okullarından Tıp Fakültesini kazanmama rağmen yapılan tüm baskılara göğüs gererek kaydımı Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yaptırmıştım. Ne gururluydum o günler... Ben de bir Zihni Öğretmen olacaktım nihayet...
Ortaokulun ilk yılları Türkçe ve sosyal derslere eğilimim ortaya çıkmıştı. Fen derslerim de iyi idi ama daha çok sosyal derslerden zevk alıyordum. Ortaokul son sınıfta Ayşe Öğretmen girdi matematik dersimize. Çok tatlı, çok hoş bir bayandı. Ben yine kızların arkasındaki sırada oturuyordum. Yani en ön sıralarda. Sınıfın en küçüğü; sevimli, utangaç ama oldukça başarılı bir öğrenci. Öğretmenlere kendiliğimden yaklaşamasam da onlar her zaman benimle ilgileniyorlar. Ama hiçbir öğretmenimin ilgisi onunki gibi beni mutlu etmedi. Hiç biri onun kadar yakın, onun kadar sıcak, onun kadar tatlı ve güzel değildi. Hep onu görmek istiyordum, hep onunla konuşmak, hep onun dersini dinlemek... Sanırım aşık olduğum, ilk ve son öğretmenim oydu. Yüzü, bedeni, sesi, her şeyi aklımdan silindi de, yüreğime bırakıp gittiği o doyumsuz sıcaklığı hala duyumsarım.
O yıllar resmi şapkayla ilk tanıştığım yıllardı. Günümüz öğrencilerine göre çok farklı çok garip bir öğrencilikti bizimkisi. Polis şapkalarına benzeyen ama rengi bize özel bir şapka takardık başımıza. Yolda izde çıkartamazdık. Rastladığımız her öğretmene de asker ciddiyetiyle selam verme zorunluluğu vardı. Her sabah okul bahçesinde toplanır, şapka, kravat kontrolünden sonra sıralar halinde sınıflara girerdik. Vay geldi kıravatı ya da şapkası eksik olana...
Vakfıkebir Lisesi’nde okuyordum. Babam polisti. Tek maaştı. Çok bolluk görmedik ama darlık da bilmedik. Ama okulumuza civar köylerden ,ilçelerden ya da beldelerden gelen yüzlerce öğrenci arkadaşımız vardı. Çoğu yokluk yoksulluk içinde sürdürürlerdi okul yaşamlarını. Sağlıksız bodrum katlarında oturur, çoğu kez yarı aç ,yarı tok bir durumda derslerini aksatmamaya uğraşırlardı.
Sınıfımızda, ağırbaşlı. gururlu, sessiz bir arkadaşımız vardı. Uzak köylerin birinden gelmişti okulumuza. Tek umudu okulu bitirmek, karnını doyuracak bir işe adım atabilmekti. O da yokluk, yoksulluk içindeydi; ama çektiklerini dışa vurmaz, acılarını, açlıklarını, umutsuzluklarını suskun bir çehrenin arkasından yalnızlıklarla dolu yüreğinde gizlerdi.
O gün yine her zamanki gibi okul bahçesinde toplandık. Bir iki duyurudan, konuşmadan sonra sınıflara gireceğimizi sanırken arka sıralarda bir gürültüdür toptu. Meğer öğretmenlerimizden birinin denetim yapacağı tutmuş, kabak da o sessiz, sakin, efendi arkadaşımızın başında patlamış. Vay efendim sen misin, şapkasını getirmeyen ? Öğretmen ok gibi fırlayarak o meşhur Osmanlı tokatlarıyla arkadaşımızı hırpalamaya başlamış. Dedim ya bizimki gururlu çocuk, öyle dayak yiyecek birisi değil. Esas duruş vaziyetini bozup üstelik öğretmenin de elini engellemiş, ardından da fırlayıp kaçmış.
Suç sabit, suç büyük... Ceza verilmezse, öğrenciye haddi bildirilmezse okulun hali nice olur? O günler öğretmenler, idareciler sinema, kahvehane ve ev baskınları bile yapmaktalar. önüne kondu...
Umut okumaktaydı. Yarın okumaktaydı. Aç midelerin doyması, güzel günlerin gelmesi, umulan mutlulukların elde edilmesi hep okumaktaydı. Okul olmayınca umutlar da yok,gelecek de yok, hiçbir şey yok... Oradan ötesi yokluk, oradan ötesi hiçlik…
O sessiz, o gururlu arkadaşımız İki gözü iki çeşme okula geldi. Akşama dek öğretmenlere yalvardı. Ayaklarına düştü, gözyaşlan döktü, halini anlatmaya çalıştı ama kimseden olumlu bir söz çıkmadı. Karar verilmiş, bilet kesilmişti bir kere...
Ertesi sabah okul müthiş bir haberle çalkalandı. Okul müdürümüz sekiz kurşunla ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. Müdürümüz uzun bir yaşam savaşında galip çıkarak bir başka şehirde çalışmaya başladı. Bu sevindirici haberdi. Arkadaşımızı ise, sınıfça hapishanede ziyarete gittik. İlk kez bir hapishaneyi ve tutukluları o gün görmüştüm. Bir de arkadaşımızın o çocuk gözlerindeki acı dolu, umutsuzluk dolu, özlem dolu pişmanlığı...
En sevdiğim arkadaşımla aynı kıza aşık olmuştuk. Kız da bizim mahallede oturuyordu. O günler kızlara yaklaşmak, onlarla konuşmak ya da sevgili olmak ne haddimize... Uzaktan bakışır, gözlerle söyleyebileceğimiz kadar aşkımızı sevdiklerimize ifade etmeye çalışırdık. Arada bir arkadaşlarımla ,kızın evinin önlerinde dolaşarak kendimce ona yakın olmaya çalışırdım. Bir bakış, bir gülüş, tamam. Göklere uçardım mutluluktan. Meğer arkadaşım da beni atlatarak aynı şeyleri yaparmış. O da gülücüklerden ve hırsızlama bakışlardan nasibini alınca ,bana anlatıp hava atmaktan kendini alamadı. Müthiş bir hayal kırıklığına uğramıştım. Halbuki yalnızca benimle ilgilenmesi için neler vermezdim.
Okuduğum süre içinde, o güne dek okul idare odasının kapısından başka yer için hiçbir bilgim yoktu. İdare kapısı da gizemli bir dünyanın mühürlü, yasak, girilmez bir düğüm noktasıydı benim için. Soğuktu, ürkünçtü ve korkutucuydu...
Bir öğle tatilinde ismim okulun hoparlörlerinden anons edildi. İdareye çağrılıyordum. Adımı ve idare sözcüklerini duyunca aklım başımdan gitti. Ne yapacağımı şaşırdım. Başım döndü, nefesim kesildi, ölecekmiş gibi oldum.
İdama giden mahkumlar gibi, çaresiz, ürkek adımlarla o soğuk, o korkunç kapının önüne geldim. Kimya öğretmenim Abdulkadir Bey (Bahadır) kapıdaydı. Çok severdim bu öğretmenimi. Ciddi, hoşgörü sahibi ve sevecen bir öğretmendi. Öğrenci öğretmenini sevdi mi. dersi ne olursa olsun başarılı olmaması olanaksızdır. Türkçe-sosyal sınıfında olmama rağmen sınıfta kimya dersinden en yüksek notları ben alıyordum. Notlar öğretmenime sevgimin anlamlı bir ifadesi gibiydi.
Öğretmenim idareyle beni bağdaştıramadı, merakla neden geldiğimi sordu. Ben de bilmiyordum, yanıt veremedim doğal olarak. Müdür başyardımcısının odasına kadar götürdü beni, kendisi dışarıya çıktı.
Artık müdür başyardımcısıyla (ismi gerekli değil) karşı karşıyaydık. Sert karakterli, disiplin düşüncesi Osmanlı tokadının ağırlığı ve özel yapım sopasıyla özdeş, Gestapo bozması, korkunç bir tipti Anlatılanlardan anladığıma göre odasına girip de bu özel uygulamadan kurtulan pek olmamış...
Yüzü buz gibi soğuk, bakışları diken gibiydi. Bir şeylerin kötü gittiğini anlıyordum ama ne olabileceğine de bir anlam veremiyordum. "Gel bakalım beyefendi..." sözünü zar zor işittim. Daha ne olduğunu anlamadan sağ ve sol yanağımda saklayan iki okkalı tokatla kendimden geçtim. Gözümün önünden binlerce yıldız uçup gitti. Bayılmak derecesindeyken kapı açıldı, içeriye Abdulkadir Öğretmenim girdi. Zannederim başıma geleceklerdi bildiğinden daha ilk tokatların sesiyle duruma müdahale etmek için içeriye girmiş. Dayak yiyecek bir öğrenci değildim. Çalışkandım, saygılıydım ve kurallara harfi harfine uyan biriydim. Abdulkadir Öğretmenim suçumu sordu. İlk kez ben de suçumu orada öğrendim. Meğer her gün kapısının önünde dolaştığımız o platonik aşkımızın yeni aldığı pardesüyü birisi jiletlemiş. İlk akla gelen suçlu adayı da bendim. Ama ben kim, pardesüye jilet atmak kim? Hem neden böyle bir hareket yapacaktım? Abdulkadir Öğretmenim başmuavinin elinden aldı beni. Benim böyle bir suç işlemeyeceğimi söyleyerek bu konuda bana kefil bile oldu. Alı al moru mor sınıfıma gittim. Bu konuda hiç suçum olmadığı halde idareye gitmiş olmanın ve iyice bir de sopa yemenin utancını yıl sonuna dek yaşadım.
İşte böyle. Ben yirmi altı yıl Abdulkadir Öğretmenim gibi olmaya gayret ettim. Ne dost ne can öğretmendi.
Kızın ablası da okulumuzda öğretmen. İşin ucunu bırakmadı. Her ne kadar suçsuz olduğumuz kanıtlansa da o inanmadı, akrabalarından bir öğretmen tarih ve sanat tarihi derslerimize giriyordu. Ben takdirnamelik öğrenci. Ama nedense o sevdiğim derslerden biri olan Tarih (öğretmenini değil) dersinden kıl payı geçer not aldım. Sanat Tarihi ise tüm yazılı ve sözlülerden dört... Bu duruma göre takdirname hayal. Tüm kitap ezberimde ama ne yapsam sonuç yok. Öğretmene itiraz haddimize mi düşmüş. Sözlü için izin istiyorum. İsteyen kalkabiliyor ama bana sözlüye kalkmak yasak. Arkadaşlarım da durumun farkındalar. Bir gün iyice bastırıyoruz ve nihayet tahtadayım. Biliyorum en kazık soruların benim payıma düşeceğini... Bu yüzden şiir ezberler gibi gibi ezberliyorum her bir konuyu. Sıfırlık öğrenciler bile bulup buluşturup geçecek not alıyorlar ama bana gelince nedense hep değirmenin suyu baştan kesiliyor. En zor, en köşede kalmış sorular geliyor ardı ardına. Öğretmen zor durumda. Ben seller sular gibiyim. Her şey kurallara uygun, noktası virgülü bile yerli yerinde. Eh böylesi bir şovdan sonra, hem de tüm arkadaşlarımın gözleri önünde... Kefeni yırttık galiba... Sözlü notum büyük bir soğukkanlılıkla deftere geçiliyor. Kulaklarıma inanamıyorum. Anlattıklarıma on bile yetmez. Yetmeyeceğine herkes şahit... Arkadaşlarım da inanamıyor. Hepsini bir şaka olarak kabul etmek istiyoruz. Sınıfta isyankar bir gürültü yükseliyor. Öğretmen aslanlar gibi kükrüyor. Susuyoruz. Çaresiz susuyorum. Yutkunuyorum habire benim için geçer not olmayan dördü sindirmekte zorlanıyorum. "Erkekler ağlamaz" sözünü çıkartan halt etmiş. Gözyaşlarıma engel olamıyorum. Sınıf da benimle beraber çok kötü. "Az bile!" diyor öğretmen. "Hadi çık yüzünü yıka !" Çıkıyorum. O öğretmenden nefret ediyorum.
Suçum akrabalarından bir kızla göz göze gelmek. Onu çocukça bir sevgiyle uzaktan gözlemek. Onu dokunmadan, rahatsız etmeden sevmeye çalışmak. Oh olsun bana. Benim neyime böylesine haltlar karıştırmak.
Yıl sonunda takdirname bir tane dört yüzünden uçup gitti. Bunu kabullenmem çok zor olmadı da, hem müdür başyardımcısının hem de sanat tarihi öğretmenimin durumumla alay etmesi beni kahretti. Ama yine de Tanrı onlardan razı olsun. Yirmi altı yıllık öğretmenlik yaşamımda hep onlar gibi olmamaya gayret ettim. İşte o yüzden her yaşta öğrencimle yüreklerimizi, sevgilerimizi, her şeyimizi paylaşmasını bildik. O öğretmenlerim bu güzellikleri bizimle paylaşamadılar ;ama benim öğrencilerime bakış açımı temelden değiştirdiler.
Öğrencilerimin de birer insan olduğunu, duyguları, özgür düşünme, özgür yaşayabilme, haklı olduklarında haklarını sonuna kadar savunabilme hakları olduğunu onlar sayesinde öğrendim. Olumsuz örnektiler ama yaşamı ters yüz edip güzelliklere varmayı, paylaşmayı ve adam olmayı yine onlardan öğrendim.
Ben emekli bir öğretmenim. Yaşamım hep öğretmenlerimle ve öğrencilerimle biçimlendi. Hep onlarla iç içe olmaktan doyumsuz tatlar aldım. Onlarla kendime yön verdim, onlarla yolumu çizdim, onlarla hep yan yana yürüdüm.
Mehmet Öğretmenim, Zihni Öğretmenim, Ayşe Öğretmenim, Abdulkadir Öğretmenim...
Ne güzel, ne insan, ne sevgi dolu insanlardınız sizler... Sizin gibi nice güzel öğretmenle çalıştım yan yana. Onlarda hep sizleri gördüm, onlarda hep sizleri andım... Biliyor musunuz onlara da hep sizleri anlattım. Onlar da sizleri örnek aldılar. Ne güzel değil mi? Sizin ışığınız nice karanlık yürekleri aydınlattı da haberiniz yok... Bizim de haberimiz olmayacak. Güzelliği de burada değil mi?
Diğerlerini anmaya değmez. Ama azda olsa halâ varlar... Olsun... Benim yürekli, sevecen, adaletli, anlayış dolu insan öğretmenlerim daha çok... Onları çok seviyorum...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.